“AÇIK KAPI POLİTİKASI”NDAN BU GÜNLERE; TÜRKİYE’DEKİ MÜLTECİLER

İbrahim Er

Bir tarafta Gazzeli Müslümanların açık hava hapishanesi konumundaki küçücük bir bölgede canlarını kurtarmak için aylardır bitmek tükenmek bilmeyen göç döngüsü, diğer tarafta savaşların, darbelerin yoksulluk ve kıtlığın etkisiyle kendilerine sığınacak güvenli bir liman arayan sahipsiz Müslümanların, çok zor şartlarda sonu ölüme kadar gidebilen umut yolculuğu...

Bu görüntü, İslâm beldeleri üzerine çöreklenmiş sömürgeci kâfir Batı’nın oluşturduğu batıl düzen ve dengelerin sonucunda, Müslümanların bir asırdır içinde bulunduğu zillet ortamının son görüntüsüdür. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) 13 Haziran 2024 raporuna göre; dünya genelindeki mülteci sayısı Nisan ayı sonunda 120 milyona ulaşmıştır. Bu mülteci akının hedefi genel olarak insanlardaki refah algısından dolayı, aslında olayın müsebbibi olan sömürgeciliğin merkezi Batı’ya (ABD ve Avrupa) yöneliktir. Göç hareketleri dünyanın hemen her bölgesinde meydana gelse de bu göçün önemli bir oranını İslâm beldelerindeki Müslüman halklar oluşturmaktadır. Bu konuda elbette ki bizim ele alacağımız bölge, “dünyada en çok mülteci akınına maruz kalan ülke” konumundaki yine bir İslâm toprağı olan Türkiye olacaktır.

İslâm coğrafyasında zalim yönetimlere karşı ortaya çıkan “Arap Baharı” kıyamı ve bu kıyamın son kalesi olan Suriye’deki devrim, başta ABD olmak üzere sömürgeci kâfirleri büyük bir korkuya sevk etmiştir. Katil Suriye rejimi, İran ve onun Lübnan’daki uzantısı ile daha sonra havadan Rusya’nın da katılmasıyla Suriye topraklarında masum-suçlu gözetmeden büyük bir katliam başlamıştır. Bu saldırılar karşısında canını kurtarmak isteyen sivil topluluklar, ilk etapta yönlerini “güvenli bölge” olarak gördükleri Türkiye'ye çevirmişler ve büyük bir mülteci akınının ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır.

Bu nedenle, çok kısa bir sürede milyonlarca insanın akın ettiği Türkiye’de “mülteci/sığınmacı” dendiğinde yalnızca Suriyeliler akla gelir. Oysa Türkiye’deki göçmenler sadece Suriyelilerden ibaret değildir. Aşırı milliyetçi ve ulusalcı kesimlerin, kökenleri Türk olduğu için genelde hedeflerine almadıkları ve üzerlerinden propaganda yap(a)madıkları Orta Asya ve Uygurlu mülteciler de önemli bir yekûn oluşturmaktadır. ABD’nin, Afganistan’dan çekilmesinin ardından bu bölgeden de Türkiye’ye önemli bir göçmen akını yaşanmaktadır. Diğer bölgeler kadar yoğun olmasa da bugün Afrika ülkelerinden gelen göçmenlerin ya uğrak ya da geçiş noktası yine Türkiye’dir.

İşte bu durum, Türkiye’de ulusalcı ve milliyetçi kesimlerde bir “yabancı karşıtlığı” oluşturmuş ve bu akımların öncülüğünü yapan partilerin kendi taraftarlarına propaganda malzemesi haline dönüşmüştür. Hatta bunların aşırı uçları, özellikle sosyal medya üzerinden trolleri vasıtasıyla yaydıkları yalan haberlerle; insanların yabancılara karşı tavır almasına, zaman zaman toplumda gerilimler yaşanmasına ve toplumsal bir karışıklığın oluşmasına öncülük etmektedirler. Son zamanlarda sıkça hortlatılmaya çalışılan bu tip olaylar, -çok azı müstesna- yaşamlarını zor şartlar altında devam ettirmeye çalışan insanlara ikinci bir yük, ikinci bir zorluk yaşatmaktadır.

Fransa merkezli yayın kuruluşu France 24, Türkiye'ye Rusya savaşından dolayı sığınan Ukrayna vatandaşları üzerine bir haber yayınladı. 2022 yılında yayınladığı habere göre gazete, yaklaşık 50 bin Ukraynalının Türkiye'ye sığındığını açıkladı ve Türkiye'nin binden fazla yetim çocuğa da ev sahipliği yaptığını duyurdu. Ancak söz konusu Müslüman sığınmacılar olunca yalan ve iftiralarla toplumsal gerginlikler oluşturmaya çalışan bu hastalıklı zihniyetin, şu ana kadar Avrupalı sığınmacılara karşı herhangi bir söylem ya da eylemi olmadı. Onların bu gayretleri, bir asırdır bütün kültürel saldırılara rağmen İslâmi duyguları hâlâ bünyesinde barındıran bu toplumda bir tesir oluşturmadı. Hayal ettikleri Avrupa’daki mülteci karşıtlığını, bu toprakların insanlarında göremediler; zira son seçimlerde mülteci karşıtlığı üzerinden seçim kampanyası yürüten hiçbir parti, bunun %1 bile katkısını göremedi.    

Muhalefetin, mülteci karşıtlığı üzerinden oluşturmaya çalıştığı algı ve politikalara karşılık, bu göçlerin yoğun şekilde yaşandığı dönemin iktidarı ve bugünkü yönetim ittifakının büyük ortağı olan AK Parti, bu durumu “muhacir-ensar” ilişkisine çekerek kendi muhafazakâr destekçilerini yanına almaya ve onları bu konuda organize etmeye çalışmaktadır.

Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, AFAD lojistik depolarının ATO Congresium'daki açılış töreninde yaptığı konuşmada (18.02.2015) muhacirler için; “Onlar ensar, muhacir ne demek bilmezler”, “Biz ensar bilincine sahip bir milletiz. Ülkemize gelen her kardeşimizi muhacir olarak görür, muhabbetle karşılarız. Onlara evimizi açar, ekmeğimizi bölüşürüz…” ifadelerini kullanırken, muhalefete de; "Siz bakmayın Suriyeli, Iraklı kardeşlerimizi ülkemizde misafir etmemize 'ihanet' diyenlere, siz bakmayın başbakan olduklarında Suriyelileri ülkelerine göndereceklerini söyleyenlere... Onlar 'ensar, muhacir' ne demektir, bilmezler. Onlar milletimizin gönül kapısının ne kadar açık olduğunu bilmezler. Bunları bilmedikleri için de aslında hiçbir zaman bu ülkede bunlar başbakan olamazlar ve asla kimseyi ülkelerine geri gönderemezler" söyleminde bulunmuştur.

Ancak “muhacir kardeşlerine ensar olmak” demek yalnızca kapıları açıp onları sınırlardan içeri almak demek değildir. Hepimiz biliyoruz ki bu kapıların açılması; geri planda ABD’nin liderlik ettiği güçlerin Suriye’de Beşar Esed rejimini kurtarmak adına kıyamı bastırmak için Suriye halkına, sivil insanlara yönelik saldırıları neticesinde oluşan göç dalgası ile Avrupa arasında tampon oluşturmak içindir. Neticede bu konuda “Geri Kabul Anlaşması” çerçevesinde Türk Hükümeti ile Avrupa arasında yapılan “Kayserili pazarlığı” sürecine de tanıklık etmiştik. Çünkü Türkiye’de göçmenlere sahip çıkmanın, onlara ensarlık yapmanın arkasında yatan asıl gaye, mültecileri Avrupa’dan uzak tutmaktır. Nitekim bu anlaşma, 16 Aralık 2013 tarihinde Türkiye ve Avrupa Birliği arasında “Geri Kabul Anlaşması” ismiyle imzalanmış ve 1 Ekim 2014 tarihinde de yürürlüğe girmiştir. Türkiye’nin mültecileri kendi ülkesinde tutması karşılığında AB’den; 3 milyar Euro para desteği, AB üyeliği için birtakım fasılların açılması ve vize muafiyeti gibi destek vaatleri alınmıştır.

Zira bugün Türkiye’de ağırlıklı olarak “Geçici Koruma Statüsü” verilen göçmenlerin öncelikli hedefleri Türkiye değil, yaşam standartlarının daha yüksek olduğu ve gelecek kaygısı yaşamayacaklarını düşündükleri Avrupa ülkeleridir. Bu gaye uğruna, hayatlarını şişme botlar içinde Ege Denizi’ni geçmeye çalışırken kaybeden yüzlerce mültecinin haberlerine medya yoluyla sürekli şahit olmaktayız. Bu hedefe giderken Sahil Güvenlik ekiplerince engellenen ve geri getirilenlerin sayısı ise bundan çok daha fazladır. İşte bu vakıa, Avrupa’da göçmen/mülteci korkusunun boyutlarını en üst noktalara taşımıştır. Öyle ki bu durum; Avrupa’da Aşırı Sağ’ın II. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden yükselişe geçmesine ve Avrupa’da yönetimlerin el değiştirmesine sebep olmuştur. Avrupa’da, göçmenler aleyhinde propaganda yapan partilerin şu anda zirvede oldukları bir dönem yaşanmaktadır. Son yapılan Avrupa Parlamentosu seçimleri, bu gerçeği bir kez daha ortaya koymuş ve Almanya, İtalya ve Fransa gibi Avrupa'nın önde gelen ülkelerinin yönetimlerini Aşırı Sağ partiler ellerine almıştır.

Sonuçta muhacir kardeşlerine ensar olmak, bu vakıa ve şartlar üzerine oluşunca, ortaya çıkan görüntünün sıkıntısını çekmek ve bedelini ödemek de muhacirlerin üzerine kalmıştır. Türkiye’de “sığınmacılar/muhacirler” deyince akla sadece “Suriyeli Araplar” gelmektedir. Oysa Türkiye’de Afganistan, Kafkaslar (Türki Cumhuriyetler), Irak ve Uygur bölgesinden gelen Müslümanlar olmak üzere daha çok sayıda sığınmacı mevcuttur. Ancak hükümet, Suriyeli göçmenler için “açık kapı” politikası uygulayacağını, yani hiçbir etnik, dinî ya da kültürel ayrıma tabi tutmadan zor durumdaki insanların kabul edeceğini beyan etmişti. Hatta Cumhurbaşkanı Erdoğan onlar için; “Asla bu topraklardan kovmayız, kovmayacağız da… Kapımız açık onlara, ev sahipliğine devam edeceğiz. Onları katillerin eline ve kucağına atmayacağız” ifadelerini[1] de kullanmıştı.  

Bu nedenle Suriyeliler dışında gelen sığınmacılar, “düzensiz göçmen” olarak kabul edilmekte ve yakalandıklarında sınır dışı edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadırlar. Şayet sınır dışı edilecekleri ülkede ölüm cezasına, işkenceye, insanlık dışı ya da onur kırıcı ceza veya muameleye maruz kalacağı konusunda ciddi emare bulunup bunu mahkeme kararıyla ispat edebilirler ise sınır dışı edilmekten kurtulmaktadırlar. Özellikle Çin zulmünden kaçan Uygur Müslümanları ve Kafkaslardaki zorba yönetimlerin mağduru Müslümanlar, bu tehlikeyi derinden yaşamaktadırlar. Üstelik Çin ile 2017’de imzalanan "Suçluların İadesi Anlaşması" Uygur Müslümanlarının Çin’e iadesi süreci için resmî bir gerekçe olarak ortada durmaktadır. Ayrıca Türkiye, kabul ettiği “Tek Çin Politikası” sebebiyle aynı zamanda soydaşı da olan Uygur Müslümanlarının maruz kaldıkları Çin zulmünü görmezden gelmektedir. Bu durum, büyük bir çoğunluğu parçalanmış ailelerden oluşan Türkiye’deki Uygur Müslümanlarının aileleriyle ilgili feryatlarına da sessiz kalınmasına sebep olmaktadır. Burada, her fırsatta muhalefetin karşısında 1945 yılındaki “Boraltan Köprüsü” olayı üzerinden muhacirlere sahip çıktığı mesajının verildiği popülist söylemlerin sahibi bir anlayışın, 2019 yılında gerçekleştirdiği Uygur Türkü iki çocuklu dul Zinnetgül Tursun’un Çin’e iadesi skandalını da unutmamak gerekir.

Yıllardan beri sırf Suriyeli sığınmacılara devletin tanığı imtiyaz yalanlarıyla muhalefetin oluşturmaya çalıştığı atmosfer, sürekli olarak bu insanların yaşadığı zorluk ve sıkıntıların üstünü örtmüştür. Yapılan bu kara propagandalara bir de işlenen suçlar ve asayiş sorunlarına, özellikle yüz kızartıcı suçlara bilinçli olarak isimlerinin karıştırılması ve bunun üzerinden toplumun galeyana getirilmesi de yaşanan gerçek sıkıntı ve sorunların üzerini örtmede başarılı olmuştur. Bütün abartı ve aleyhte propagandalara karşılık, resmî kayıtlara göre; Suriyelilerin suça karışma oranı sadece %1,9’dur.

Oysa bu sığınmacıların/geçici koruma altına alınanların işsizlik başta olmak üzere ve ona bağlı olarak; barınma sorunu, gıdaya ulaşmadaki zorluklar, dil sorunu, toplumsal ortama uyum problemleri ve sağlık problemleri, maruz kaldıkları sıkıntıların en başta gelenleridir. Bu sıkıntıların bir kısmı, onlara gerçekten “ensar” olmak isteyen, İslâm kardeşliğini nefsinde muhafaza etmiş insanların yardımlarıyla giderilmeye çalışılmıştır. Buna karşılık; Batı kültürünü iliklerine kadar özümsemiş ve milliyetçiliği şiar edinmiş zümrelerin organize eylemleriyle, -son yaşanan Kayseri olayları benzeri- iftiralar üzerinden çok sayıda olaya maruz kalmışlardır. Maruz kaldıkları bu muameleler, onların yaşam zorluklarını artırmakta ve yüklerinin üstüne yük bindirmektedir.

Yaşam ortamları açısından bu zamana kadar Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan ve “düzenli göçmen” statüsünde bulunanların %10 kadarı, kendileri için oluşturulan kamplarda yaşamlarını idame ettirmeye çalışmaktadır. Geri kalan mülteciler ise ülkenin her köşesine dağılarak kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlardır.

Hükümetin onlara “ensar” olma siyasetinin gerçek yüzü olan; sınırdan içeri girdikten sonra “Başının çaresine bakma” siyasetinin bu insanlar üzerindeki en ağır faturası, muhakkak ki yaşamı idame ettirmek için zorunlu oldukları çalışma hayatıyla ilgili olmuştur. Bugün itibariyle en az bir milyona ulaştığı tahmin edilen kayıt dışı çalışan geçici koruma altında bulunan göçmenlerin çoğu, gayriinsani koşullarda çalışmaktadır. Sonuçta Avrupa’nın kabul ettiği göçmen profili ile Türkiye’de bulunanlar arsında büyük bir fark vardır. Avrupa’nın bu konudaki tercihi, eğitimli ve meslek sahibi olan kişilerden yanadır. Bu sebeple Türkiye’de bulunan göçmenlerin eğitim sorunu ve buna bağlı olarak bir meslek sahibi olamama durumu; ucuz işçilik ve işsizlik gibi alanlarda acil önlemler almayı gerektiriyor. Bugün Türkiye’de artık tekstil, inşaat, tarım sektörü gibi kayıt dışı alanlarda yerli emeğin yerini, ucuz işgücü olarak göçmen işçiler almıştır.

Ancak bunlardan daha da vahimi, son yıllarda bu sığınmacı ailelerin çocukları, içlerinde Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkenin iş piyasasında önemli bir işgücü olarak kullanılmaya başlanmıştır. UNICEF’in 2016 verilerine göre; Türkiye’deki sığınmacıların %54’ünü çocuklar oluşturmuştur. Bu çocukların %30’u okul çağında olup sadece 1/3’ü bir okula kayıt yaptırmıştır. Kayıt yaptıranlar arasında da o gün için ne kadarının eğitimine devam ettiği ise tam olarak tespit edilememiştir. İşte o günkü bu vakıa, bugünün vasıfsız insanlarının sayısına katkıda bulunmuştur. Bugün de hâlâ özellikle Gaziantep, Kilis, Şanlıurfa, Antakya gibi sınır illerde, Suriyeli çocuk işçiler, başta tekstil ve tarım sektörü olmak üzere, ayakkabı imalatı, araba tamiri, sokaklarda kâğıt mendil ve su satıcılığı gibi işlerde çalıştırılıyor. Sonuçta ekonomide özellikle Suriyeli göçmenler ve Suriyeli çocuklar, artık kayıt dışı ekonominin bir parçası olmuş ve bu alanın en ağır koşullarına mahkûm edilmiş durumdadır. Aynı durum, diğer bölgelerden gelen etnik kökeni ne olursa olsun bütün mülteciler için geçerlidir.

Sığınmacılarla ilgili onları bu kayıt dışılıktan kurtaracak çalışma izni meselesi ise ayrı bir muammadır. İşverenin bir yabancıya çıkardığı çalışma izni sadece o işyeri için geçerlidir. Yani bir yabancı için çıkarılan çalışma izni bütün işyerlerinde geçerli değildir. Yabancı kişi o işten ayrıldığı anda kendisi adına çıkarılan çalışma izni de iptal oluyor. Ayrıca bir işveren kendi işyerinde bir yabancı personel çalıştırmak istediğinde, halihazırda 5 Türk vatandaşını istihdam etmesi gerekiyor. Kayıtlı işçi maliyetlerindeki vergi ve prim kaynaklı maliyet artışı işvereni zaten kayıt dışılığa kendiliğinden itmektedir. Özetle; çalışma hayatında onlara “muhacir” diyen ensar(!) da, “göçmen”, “mülteci”, “Arap” diyen sıradan işverenler de onları olabildiğince sömürüyor. Sonuç olarak iş hayatında; doktor, mühendis, öğretmen, kadınlar ve hatta çocuklar da çok ağır şartlarda yoğun şekilde karın tokluğuna çalıştırılıyorlar.

Şimdilerde ise Türkiye-Suriye ilişkilerinde “normalleşme” sürecine girilmiş olması ve Şam Kasabı Esed ile Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında yapılacak bir görüşmenin Rusya tarafından zemininin oluşturulmaya çalışılması, beraberinde Suriyeli mülteciler konusunun da yeniden ele alınmasını gerektirecektir. Daha önce Erdoğan’ın 12 Temmuz’da ABD’de NATO Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi'nin ardından düzenlediği basın toplantısında; "Özellikle Sayın Esed'e 'Ya ülkeme gel veya üçüncü bir ülkede bu görüşmeyi yapalım' çağrımı iki hafta önce yaptım. Bu konuyla ilgili olarak da Dışişleri Bakanımı görevlendirdim. O da muhataplarıyla görüşmek suretiyle inşallah bu dargınlığı, kırgınlığı aşmak suretiyle yeni bir süreci başlatalım istiyoruz" ifadeleriyle Esed’e açıktan görüşme çağrısı yapması da bu sürecin yakın olduğunun bir göstergesidir.

Burada Suriyeli mültecilerin geri gönderileceğine ilişkin ilk resmî açıklama, önceki açıklamalarının aksine yine Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından yapılmıştır. Erdoğan, 28 Mayıs 2023 Cumhurbaşkanlığı ikinci tur seçimlerinden önce CNN International sunucusu Becky Anderson'ın sorularını yanıtlarken şu ifadeleri kullanmıştı:

“Türkiye'deki STK'lar şu an itibarıyla Suriye'nin kuzeyinde ciddi manada konutlar yaptılar, yapıyorlar. Peki, bu konutları niye yapıyorlar? Bu konutları Türkiye'deki mültecilerin tekrar kendi topraklarına, kendi yurtlarına dönmesi için yapıyorlar ve bu süreç başladı. Şimdi biz yeni bir adım daha atıyoruz. Hatta 1 milyona yakın mültecinin kendi topraklarına dönmesi için Suriye'de konut yapımıyla ilgili bazı projeler de hazırladık. Bunlar gayet güzel projeler. Bu projelerle birlikte de Suriyeli mültecilerin kendi ülkelerine, kendi topraklarına dönmesini sağlayacağız."

Görünen o ki, Suriyeli göçmenler açısından bundan sonraki süreç, daha büyük sıkıntı ve zorluklara gebedir. Esed rejiminin geri dönecek göçmenlere yönelik tavrının nasıl olacağı, akıl sahibi olan her insanın görebileceği netliktedir. Medyaya ya da sosyal medyaya yansıyan yorumlardan veya bizzat görüştüğünüz Suriyeli göçmenlerin beyanlarından, bu konuda yaşadıkları endişe ve korkuyu anlamak da gayet mümkündür. Göçmenlerin pek çoğu ne Şam Kasabı Esed’e ve rejimine, ne de kendilerine herhangi bir merciden verilecek sözlere güveniyorlar ve kendilerine yaşatılacak bu durumu, “kardeşini düşmana teslim etmek” olarak değerlendiriyorlar.

Biz de konjonktür gereği, Suriye ile normalleşme ve Şam Kasabı Esed ile iyi ilişkiler kurma adına, kendilerine “ensar” olduklarını iddia ettikleri Müslüman kardeşleri için yeni projeler tasarlayanlara, Müslümanlar olarak hakkı ve sabrı tavsiye babında şu önemli hususu hatırlatmak istiyoruz: Abdullah İbni Ömer RadiyAllahu Anhuma’dan rivayet edildiğine göre; Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

“Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez, haksızlık yapmaz, onu düşmana teslim etmez. Müslüman kardeşinin ihtiyacını gideren kimsenin Allah da ihtiyacını giderir. Kim bir Müslümandan bir sıkıntıyı giderirse, Allah Teâlâ o kimsenin kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim bir Müslümanın ayıp ve kusurunu örterse, Allah Teâlâ da o kimsenin ayıp ve kusurunu örter.”[2]


Yorumlar

  1. Adem Karatepe

    İyi de yazı sonunda ki hadis gereği bırak mültecileri kendi öz vatandaşına yapmıyor yapamiyor yaptirilmiyor. Bu sistem arızalı da milletimiz arızasız mi. Al size bir hadis te benden kişiler ve toplumlar hak olunduklari ile idare olunurlar. Kuranimiz da siz kendinizi değiştirmedikçe biz değiştirecek değiliz der... demek ki. “Ülkeyi partiler, programlar, reçeteler düzeltmez. Ahlâkımız düzelmedikçe, ahlâk siyasete egemen olmadıkça memlekette düzelmez.!”- Vefatının yıl dönümünde Ömer Lütfi Mete’yi rahmet niyazıyla yâd ediyoruz.

Yorum Yaz