ÇÖKÜŞE SÜRÜKLENEN AMERİKA VE DEVLETLERARASI SİYASETTE BOŞLUK

Remzi Özer

21. Yüzyılın ilk çeyreği biterken Amerika’yı izlemek, Roma İmparatorluğu'nun son yıllarını izlemeye benziyor!

Amerika Birleşik Devletleri (ABD)’nin şu ana kadar ulaştığı büyüklük, zamanımızda ve geçmişteki hiçbir devlet ile kıyaslanamayacak benzersiz özellikler taşıyor.

Dünya, ABD gibi karada, denizde, havada, uzayda, siber alemde, devletlerarası ilişkilerde, uluslararası sistem, örgüt, kurum ve kuruluşlarda, popüler kültür ve yaşam tarzında neredeyse tüm dünyaya hâkim olan bir imparatorluk tanımamıştır.

Amerika, kuruluşundan İkinci Dünya Savaşına kadar geçen sürede kendi iç sorunlarını çözdükten, kalkınmasını gerçekleştirdikten, devleti kurumsallaştırıp müesses bir nizama dönüştürdükten, devasa bir askerî ve ekonomik güce ulaştıktan sonra kendi içine dönük siyaset anlayışını terk ederek bu savaş ile dünya sahnesindeki yerini aldı. Batıda Almanya’ya, doğuda Japonya’ya diz çöktürüp onları teslim olmaya mecbur etmesi ve dünyada kendisinin en büyük güç olduğunu fark etmesiyle birlikte, bütün dünyaya egemen olma ve dünyayı kendisinin istediği gibi şekillendirme arzusuyla harekete geçti. 1991’de Sovyetler Birliğinin parçalanmasının ardından ilan ettiği “Yeni Dünya Düzeni” ile devletlerarası sahada ve uluslararası sistemde tek egemen güç haline geldi.

Ancak bu dönemde Amerikan iç siyasetinde ve dünyada yaşanan gelişmeler ve artan sorunlar, Amerika’nın kendi halkının ve insanlığın sorunlarına çözüm üretme konusunda yetersiz kaldığını ortaya çıkarmıştır.

Bulduğu çözümlerin, sorunlara çare olmadığı gibi onları daha da ağırlaştırması; Amerikan halkında ve insanlıkta öfkeye yol açmış, demokrasisi ve siyasal sistemi ile Amerika’nın dünya liderliği sorgulanır hale gelmiş ve siyasal açıdan iflas ettiğine yönelik yorumların çoğalmasına sebep olmuştur.

Ülkenin bileşenleri arasında doğru ve dengeli halk temsilinin sağlanması için en doğru bulguları ortaya koyduğu konusunda Amerikan siyasal sistemine duyulan güven, giderek azalmaktadır.

Yasama, yürütme ve yargı güçleri arasında denge ve ayrımın tam olarak yapılamaması, bu güçler arasında çatışma, gerilim ve egemenlik kavgalarının yaşanıyor olması, Amerikan siyasal sistemi ve çok övündükleri en gelişmiş demokrasi iddiaları hakkında şüphelerin çoğalmasına neden olmaktadır.

“Kapitalizmin kalesi” olarak kabul edilen Amerika bugün, farklı çıkar gruplarının bireyleri, toplumu, siyasal sistemi, devleti, devletin organ ve kurumlarını kendi çıkar ve amaçları doğrultusunda kullanmaya çalışmasının beraberinde getirdiği bir güçler arası çatışmaya tanıklık ediyor.

Amerika’nın tatbik ettiği kapitalist sistem her ne kadar kendisini “demokratik bir sistem” olarak adlandırsa da kapitalist sistemde egemenlik, halka değil sermaye sahiplerine aittir. Bu sistemde halkın ne istediğinden daha çok, sermaye sahibi kapitalist sınıfın ne istediği önemlidir. Kapitalist sermaye sahipleri, nüfusun az bir kısmını oluşturmalarına rağmen sistem üzerindeki egemenlik ve kontrolleri ile yönetime ve yöneticilerin seçilmesine etki ederek onlar üzerinden gerçekleştirmek istedikleri amaçlara ulaşmaya çalışıyorlar.

Tabi ki bu durum, “demokrasi” adını verdikleri; “halkın kendi kendisini yönetme” konusunun, kapitalistler tarafından sadece kendi iktidarlarını tesis etmede bir araç olarak kullanıldığı gerçeğinin artık gizlenemez bir şekilde açığa çıkmasına yol açıyor. Halkta da kapitalist sistem ile sermaye sahiplerine karşı kendilerini harekete geçmeye iten büyük bir güvensizlik ve hoşnutsuzluk doğuruyor.

Son dönemde Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti arasındaki, “ulusalcı” yaklaşımla “küreselci” yaklaşım arasındaki; enerji şirketleri ile teknoloji şirketleri arasındaki ayrışma, çatışma, politik farklılık ve hakimiyet kavgalarının şiddetli ve gizlenemez biçimde iç ve dış siyasete yansımaları artmaktadır.

ABD eski Başkanı ve bu yılın Kasım ayında yapılacak başkanlık seçimlerinin Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump’ın, Pennsylvania’daki seçim kampanyasında yaptığı konuşma sırasında uğradığı suikast girişimini bu çerçevede değerlendirmek isabetli olacaktır. Donald Trump’a yönelik suikast girişimi, Amerikan demokrasisinin çöküşünün işaretlerinden ve Amerikan tarihinde defalarca yaşanan siyasal şiddetin günümüzde daha da şiddetlenerek devam ettiğinin bir kanıtı olarak tarihteki yerini almıştır. Bu olay aynı zamanda Amerikan devleti ve toplumunda yaşanan bölünme, ayrışma ve kutuplaşmanın da önemli bir göstergesi olmaktadır.

Siyasi suikastlar; Amerika’nın iç siyasetinde keskin siyasi anlaşmazlıkları gidermeye yönelik asıl yaklaşımlardan ve sistemin çözüm üretemediği, siyasal araçları yetersiz kaldığı anlarda sürekli başvurulan kanlı yöntemlerden biridir. ABD eski başkanlarından Abraham Lincoln, James Garfield, William McKinley ve John F. Kennedy ile başkan adaylarından seçilmesine kesin gözüyle bakılan Robert F. Kennedy, suikast sonucu hayatını kaybetmiştir. Yine Andrew Jackson, Theodore Roosevelt, Franklin D. Roosevelt, Harry Truman, George Wallace, Gerald Ford, Ronald Reagan, George W. Bush ve son olarak Donald Trump, başarısız suikast girişimleri ile karşılaşmışlardır.

Amerika’da yaşanan son gelişmeler, siyasal çürümenin ve yozlaşmanın boyutlarını ifade ediyor. Artık siyasi rekabet, sadece rakibini siyasi açıdan etkisiz hale getirmenin de ötesine geçerek rakibini tümüyle yok etmeyi amaçlayan fiziksel bir şiddet aşamasına evriliyor.

2020 yılında yapılan başkanlık seçimleri sonrasında bizzat Başkan Trump tarafından yönlendirilen kitlelerin Washington D.C.’deki Amerikan Kongresine baskın yapmaları, siyasal şiddetin belirgin örnekleri arasındadır.

Bu durum, siyasal sistemin toplumu birleştirme ve halkın ihtiyaçlarını karşılama konusundaki varoluş amacına ulaşamadığına ve siyasal olarak iflas ettiğine atfedilmektedir.

Bununla birlikte fiziksel şiddet, halkın ve fertlerin memnuniyetsizliklerini, sisteme yönelik isyanlarını ifade etme aracı haline de gelmiştir.

Artan siyasal ve fiziksel şiddet olayları, siyasal sistemle birlikte siyasi partilerin iflasını, siyasetin ölümünü, siyasetçilerin kısırlığını, sorunların çözümünde ya da birbiriyle uyumsuz ve çatışan çıkarları karşılama ve gerçekleştirme konusunda siyasal araçların yetersizliğini ve siyasi krizin derinliğini gösteriyor.

Amerika’nın çöküşünün ve demokrasinin işlemediğinin dikkate değer yansımalarından bir diğeri de başkanlık seçimleri için yarışan adayların özellikleridir.

Zira teorik olarak özgür tercihe dayalı demokratik bir siyasi sistemin Biden ve Trump'tan “daha iyi” iki lider çıkaramadığını görmek, demokratik gerçekliğin insanlara anlatılan bir masaldan daha fazla olmadığını anlamamızı sağlıyor.

Dünyanın süper gücünün bu kadar kısır olması, akıl ve sağlık durumu Biden’dan daha iyi Demokrat bir aday ile adli ve davranışsal sicili Trump’tan daha iyi bir Cumhuriyetçi aday bulamamasının imkânsız olması akıl almaz. Biden’ın başkanlık yarışındaki performansının daha da kötüleşmesi ve kaybedeceğinin anlaşılması üzerine Demokratların Biden’ı adaylıktan çekmeleri ve yerine aday olarak göreve geldiğinden beri hayal kırıklığından başka bir şey üretmeyen düşük profilli Başkan Yardımcısı Kamala Harris’i aday göstermeleri de tam olarak süper gücün içine düştüğü derin çıkmazın habercisi.

Trump'ın başkanlık deneyimi ise sadece Amerika’ya değil aynı zamanda bütün dünyaya, onun tehlikeli bir şekilde daha fazla aşırıcılığa doğru ilerlediğini, tutum ve pozisyonlarının dost-düşman arasında ayrım yapmadığını, ilke, prensip ve kontrol edicileri tanımadığını, yasal çerçeve ve hukuka bağlı kalmadığını öğretti. 

Nüfusu 340 milyon olan büyük bir ülkede, ülkenin en büyük iki partisi olan Demokrat Parti ile Cumhuriyetçi Partinin kanını tazeleyecek, partisini ve ülkesini güvenle temsil edecek, sicili temiz, güvenilir, aşırılıklardan uzak, vizyoner fikirleri olan genç bir kuşağın bulunmaması düşünülemez.

Artık Amerika, büyük bir yalandan ibaret olduğu ortaya çıkan demokrasiden temel gerçekliği olan kapitalist despotluğa tam olarak geçiş aşamasında.

Amerika, siyasi iflas ve başarısızlıklarla dolu şartlar ile siyasi çürüme ve yozlaşmanın gölgesi altında. Devlet ve toplumdaki derin ayrışma, kutuplaşma, bölünmeyle; bir iç çatışma belki de bir iç savaşa sürüklenmenin riskleriyle karşı karşıya olduğu bir halde, modern tarihin en gergin dönemlerinden birini yaşıyor.

Amerika kendi içinde ölümünü taşımaktadır. Artık Amerika, kendisini birleştiren ve günümüzdeki büyüklüğüne ulaştıran kuruluş felsefesine, anayasasına ve değerlerine bağlılıktan çok uzaklaşmış ve iç sorunların kendini boğduğu geçmişine geri dönmeye çok yaklaşmıştır. Geçmişinde var olan, onun birliğinin ve büyük devlet olmasının önündeki en büyük engellerden; bölünme, kutuplaşma, ırkçılık ve ayrılıkçı zehirli fikirler, günbegün çoğalmakta ve onun için ölümcül bir kansere dönüşmektedir.

Amerika’nın durumu, sömürgeci Batı medeniyetindeki siyasi çürüme ve yozlaşmayı ifade etmekle kalmıyor; Batı ufkunun tıkandığını, “Batılı bir alternatif” üretme konusundaki çaresizliği de ifade ediyor.

Batı’nın, örnek gösterilen demokrasisinin kalbinde yaşananların bu düzeydeki yansımaları, güvenlik ve sansasyonel teorilerle birlikte iç siyasetin de ötesine geçerek, siyasal şiddetin uluslararası siyasette de zirveye, kritik ve tehlikeli bir seviyeye ulaşması demek. Bu da Amerika’da yaşanan siyasi krizin sadece bir siyasi krizden ibaret olmadığını, Batı’nın bir medeniyet olarak derin bir krizin içinde bocaladığını gösteriyor.

Peki, Amerika artan iç sorunlarıyla bir çöküşe doğru hızlıca ilerlerken dünyaya liderlik etmeye devam edebilir mi?

“Yeni Dünya Düzeni”ni ve uluslararası sistemi ayakta tutabilir mi?

Ya da artık, devletler arası siyasette bir boşluk oluştuğundan söz edebilir miyiz?

Devletler arasında siyasi boşluk; dünyaya liderlik eden devletin, devletler arası sahada ya da genel olarak insanlıkta var olan sorunlara çözüm üretememesi, devletler arası sahadaki etkisinin azalması ve halihazırda onun yerini dolduracak ve liderliği ele alacak başka bir devletin bulunmadığı durumlarda ortaya çıkar.

Sovyetler Birliğinin dağılması ve sosyalist ideolojinin kapitalizme bir alternatif olmaktan uzaklaşmasıyla birlikte Amerika’nın ilan ettiği Yeni Dünya Düzeni döneminde yaşananlar, devletler arası siyasette bir boşluğun oluştuğuna dair güçlü işaretler taşıyor.

•11 Eylül hadisesi sonrası Amerika’nın, yalanlar ve sahte delilerle uluslararası hukuku da açıkça ihlal ederek; akıl almaz katliamlar, işkenceler, savaş ve insanlık suçları gerçekleştirdiği Afganistan ve Irak’ı işgali…

•Irak Ebu Gureyb ile Küba Guantanamo hapishanelerinde tuttuğu esirlere yönelik işkence, insanlık ve hukuk dışı yaklaşımları…

•Arap Baharı’nda kendi halklarını katleden zalim diktatörlerin yanında yer alması ve onları desteklemesi…

•Orta Doğu’da, Afrika’da, Orta ve Güney Amerika ile Asya’da, kendi nüfuz ve çıkarları uğruna çok sayıda kanlı darbeye imza atması.

•Rusya’yı kuşatmak, sınırlandırmak ve zayıflatmak amacıyla Rusya-Ukrayna savaşında benimsediği rol ile Çin’i kuşatma ve sınırlandırmak için takip ettiği politikalar…

•Birleşmiş Milletler, uluslararası sistem, uluslararası hukuk, NATO, IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurum ve kuruluşları bir sömürgecilik aracı olarak kendi çıkarları uğrunda kullanması…

•En son 7 Ekim Aksa Tufanı sonrasında işgalci Yahudi varlığının Gazze’de gerçekleştirdiği, bütün dünyayı ayağa kaldıran katliam, soykırım ve insanlık suçları karşısında her alanda açıkça işgalci Yahudi varlığını desteklemesi…

•Gazze’nin bir ölüm ve imha kampına dönüştürülmesini engellememesi, bu konuda insanlıktan ve Müslümanlardan gelen talepleri yok sayması…

•Bütün dünyanın gözü önünde gerçekleştiği ve hakkında sayısız deliller bulunduğu halde Gazze’deki soykırımı inkâr etmesi.

•Amerikan üniversitelerinde Filistin lehine ve işgalci Yahudi varlığını lanetleyen protestoları aşırı güç kullanarak engellemesi…

•Epstein dosyası skandalının ortaya çıkardığı Amerikan siyasilerini, devlet adamlarını, bürokrasisini esir alan derin çürüme ve yozlaşma…

•İşgalci Yahudi varlığının soykırımcı başbakanı Netanyahu’yu Amerikan Kongresinde konuşturması ve alkışlatması.

Bütün bunlar, Amerika’yı dünyada liderliğe yükselten; özgürlük, adalet, eşitlik, insan hakları, demokrasi, halkların kendi kaderini tayin hakkı, uluslararası hukuka bağlılık gibi değerlerden vazgeçtiğini ve insanlığa artık söyleyecek bir sözünün kalmadığını ifşa etmiş, onun vahşi sömürgeci kapitalist bir despotluğa meyletmesini beraberinde getirmiştir.

Yine uygulamış olduğu kapitalist ideolojinin ürettiği siyasal yozlaşmaya eşlik eden toplumsal bir çöküntü, çürüme ve parçalanma, bencillik ve dar kişisel çıkarların her şeyin önüne geçmesi, gelir dağılımında ortaya çıkan büyük adaletsizlik, sürekli tekrarlanan ekonomik krizler karşısında ideolojisinin yetersiz kalması, çözüm üretme konusunda fikrî bir gerileme, kısırlık ve donuklukla karşı karşıya olduğunu açığa çıkarmıştır.

Kendi halkında, insanlıkta ve devletler arası sahada ortaya çıkan ve gittikçe artan ve ağırlaşan sorun ve krizlere, muhataplarını memnun ve razı edecek adil çözüm ve yaklaşım bulamayan Amerika’ya ve kapitalist ideolojiye karşı artık kendi halkında, insanlıkta ve diğer devletlerde öfke ve karşıtlık çoğalmıştır.

Bütün bu ve buna benzer nedenlerden dolayı Amerika, çöküşe sürüklenmektedir ve dünyaya liderlik etme vasıflarını kaybetmiştir.

Amerika’nın liderlik edememesinden ötürü ortaya çıkan devletler arası siyasi boşluğu ne Avrupa ne Rusya ne de Çin doldurabilecektir. Zira onlar da Amerika ile aynı kısır kapitalist ideolojiye sahiptirler; insanlığın ve dünyanın beklediği doğru ve adil çözümlerden, kapasite ve yetenekten yoksundurlar.

Şu var ki; devletlerarası siyasi boşluğu, kapitalizm ve sosyalizmden farklı bir ideolojiye, doğru ve adil çözümlere sahip, şu anda var olanların dışında başka bir güç dolduruncaya ve dünyaya liderlik etmeye başlayıncaya kadar Amerika, dünyaya liderlik etmeye devam edecektir.

Ancak Amerika ve kapitalist modelin küresel güç ve karar alma mekanizmaları üzerindeki hegemonyası ve kontrolü nedeniyle Amerika’nın yerini alacak bir güç ortaya çıkana, onun liderliğine son verene kadar çürüme ve yozlaşma daha da artacak, insanlığın yaşayacağı felaket ve trajedi çoğalarak sürüp gidecektir.

İnsanlığı korkunç bir yıkım ve felaketin eşiğine getiren kapitalist ideoloji ve Amerika’nın liderliğini yaptığı sömürgeci Batı medeniyetinin hegemonyası ve tahakkümünden insanlığı kurtaracak, devletler arası siyasi boşluğu dolduracak olan tek alternatif, dünyanın önünde duran yegâne seçenek ise Allah’ın hükümlerini tatbik ederek doğru ve adil çözümlerle dünyaya liderlik edecek olan büyük güç Râşidî Hilâfet olacaktır.

Bugün, Müslümanlar ve insanlık için en büyük tehdit, tehlike ve düşman olduğu gizlenemez bir gerçek olarak ortaya çıkan sömürgeci Batı medeniyeti ile mücadele edebilecek, onun dünyadaki kötülük ve etkilerini ortadan kaldıracak, İslam medeniyetinin hayat sahasında yeniden ortaya çıkmasını sağlayacak Hilâfet’i tesis etmek için çalışmak, bütün Müslümanların öncelikli görev ve sorumluluğu olmalıdır.

[فَإِمَّا يَأْتِيَنَّكُم مِّنِّي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقَى وَمَنْ أَعْرَضَ عَن ذِكْرِي فَإِنَّ لَهُ مَعِيشَةً ضَنكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ أَعْمَى] “Artık benden size hidayet geldiğinde, kim benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz. Kim de beni zikrimden yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.”[1]

 

 

 



[1] Ta-Ha 123-124


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz