İFLASIN EŞİĞİNDEKİ “YENİ DÜNYA DÜZENİ”

Yusuf Yavuzkan

Kuşkusuz ABD, dünyanın en büyük süper gücü ve birinci devleti. 1991 yılında Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte tek kutuplu dünya sisteminin yaygın bir kanaat haline gelmesinden bu yana süregelen ABD’nin tartışmasız üstünlüğü, 11 Eylül sonrasında giriştiği Afganistan ve Irak maceralarının fiyaskoyla sonuçlanmasıyla birlikte daha yüksek sesle tartışılır hale geldi. ABD’nin gücünün gerilemeye başladığı, çok kutuplu sisteme doğru bir eğilimin baş gösterdiği, dış dünyaya müdahale yeteneklerinin azaldığı, dolayısıyla devletlerarası düzende bir karadelik oluşmaya başladığı gibi söylemler sıkça gündeme geldi. Bunun bir “abartı olduğunu iddia edenler” ile bir “hakikat olduğunu iddia edenler” arasında ciddi bir mukayese yapılırsa nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Asıl soru bu! ABD’nin sömürgeci politikalarına ve hegemonik üstünlüğüne gösterilen nefret, askerî, ekonomik ve teknolojik gücüne ilişkin hatalı ölçeklendirme ve liderliğini yaptığı kapitalist ideolojinin yol açtığı ifsadın sonuçları, acaba temenniler ile gerçeklerin iç içe geçmesine yol açıyor olabilir mi?

ABD’nin “karşı konulmaz bir imparatorluk” sıfatıyla gücünün gerilemeye başladığı iddialarını abartılı bulan bazı Amerikalı analistlere göre, ABD’nin askerî üstünlük, denizler üzerindeki kontrol, geniş ittifak ağı, küresel finans sistemine etkisi ve dünya zenginliğinin önemli bir kısmına sahip olması gibi faktörler, ABD’nin halen güçlü bir imparatorluk olduğunun göstergesi. Üstelik sadece kendi büyüklüğü, gücü, stratejik varlıkları ve coğrafi konumuyla değil, aynı zamanda adını burada sayamayacağımız onlarca uluslararası kurum ve kuruluş aracılığıyla uluslararası düzen, uluslararası ekonomi, uluslararası hukuk, uluslararası askerî ittifaklar ve daha da önemlisi birer piyon, hatta lejyoner gibi kullandığı kukla ulus devletler üzerindeki kontrol sayesinde, kimilerince “dünyanın jandarması” denilen hegemonik ve rakipsiz süper güç sıfatını sürdürüyor. Tek başına dünya ekonomisinin %30’undan fazlasını elinde tutuyor. Diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etme kabiliyetine sahip neredeyse tek devlet olarak öne çıkıyor. Dünyanın pek çok yerinde sahip olduğu askerî üsler ve filolar sayesinde sıcak çatışma alanlarını kontrol altında tutuyor, dilediğinde doğrudan veya dolaylı askerî müdahalelerde bulunabiliyor. Kendi dış politik hedeflerine sarsılmaz bağlılık gösteren müttefik rejimleri iktidarda tutabiliyor, işlevsiz hale gelenleri veya çıkarlarını tehdit edenleri alaşağı edebiliyor. Sahip olduğu muazzam güç dengesiyle diğer devletleri kendisine karşı meydan okumaktan caydırabiliyor.

Devletler arası rekabet açısından da ABD’nin karşısında durabilecek, “birinci devlet” konumunu sarsabilecek, -sözde- çok kutuplu sistemin kutuplarından biri haline gelebilecek herhangi bir güç/devlet de söz konusu değil. Avrupa Birliği, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Hindistan gibi devletlerin “küresel güç” olarak ortaya çıkacağına dair öngörüler de gerçekleşmiş değil. ABD’nin bu devletler karşısındaki gücü mukayese edilemeyecek derecede fazla. Avrupa Birliği, adındaki birliği sağlayamadı ve bu gidişle de sağlayamayacak, hatta belki de İngiltere’nin Birlikten ayrıldığı “Brexit” sonrasında yeni parçalanma dalgalarıyla karşı karşıya kalacak. İngiltere’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da, Fransa’nın Afrika’da ABD karşısında uğradığı kayıplar, büyük güç olma potansiyeline sahip Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nın şokundan halen çıkamamış olması, diğer irili ufaklı Avrupa devletlerinin Birliğe muhtaç veya angaje olması, Avrupa Birliği’nin ve Birliğin lokomotifi olan devletlerin ABD karşısında durabilecek bir süper güç olma, eski imparatorluk günlerine geri dönme hayalini suya düşürmüş durumda. Rusya, Ukrayna savaşından sonra içine düştüğü bataklıkta debelenmeye devam ediyor ve Putin dönemiyle başlayan Çarlık Rusyasına dönüş umudu, ilelebet sönmüş durumda. Geriye ABD’li analistlerin, küresel düzeni etkileyen en önemli faktör olarak gördükleri Çin kalıyor. ABD Çin’in yükselişini engellemek için çeşitli yaptırımlar uygulamaya ve önceki Trump döneminde iyice kızışan bir ticaret savaşına girişmeye başladı, ancak dünyanın en büyük tedarikçilerinden biri olan Çin’in ekonomik gücü istenen ölçüde kırılamadı.

Sonuçta; “ABD’nin gücünün gerilemeye başladığı iddialarına” sert bir şekilde karşı çıkan kesimler, ABD’nin halen “dünyanın en büyük imparatorluğu” olduğunu savunmakla birlikte, ABD-Çin rekabetini küresel düzenin şekillenmesindeki en önemli belirleyici ve ABD hegemonyası önündeki en büyük tehdit olarak görmeye devam ediyorlar.

Buraya kadar anlatılanlar, hepimizin de az çok bildiği, aşina olduğu, bir kısmına katılıp bir kısmına katılmadığı, bildik şeyler. Peki bunlar, gerçekten ABD’nin gücünün gerilemediği, ilelebet birinci devlet konumunda kalacağı ve karşısına alternatif yeni bir süper güç çıkamayacağı anlamına mı geliyor?

Biraz gerilere gidelim… Tarihte, tek bir devletin dünya üzerindeki güç dengesini belirlediği ve diğer devletlerin bu güce boyun eğdiği veya uyum sağladığı dönemler olmuştur. Pers İmparatorluğu, Roma İmparatorluğu, İslâm Hilâfeti, Moğol İmparatorluğu, İngiliz İmparatorluğu gibi devletler, birinci devlet konumuna yükselmiştir. Fakat bu devletlerin hepsi bir şekilde diğer büyük devletler tarafından sınırlandırılmıştı. Örneğin; Osmanlı Devleti uzun süre boyunca İran’daki Safevi Hanedanlığı ve Hindistan’daki Babür İmparatorluğu şeklindeki iki rakibiyle arka bahçesinde mücadele etmek zorunda kalmıştı. Avrupa’nın hüküm sürdüğü 18. yüzyıldaki sömürge döneminin zirvesinde bile, Britanya İmparatorluğu, Fransa tarafından sınırlandırılıp dengelenirken, İngilizler ve Fransızlar da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından sınırlandırılmıştı. 20. yüzyılın başlarında, Britanya İmparatorluğu başka bir süper güç olan Almanya ile iki kez karşı karşıya gelmek zorunda kalmış, bu da iki dünya savaşına yol açmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yükselişe geçen ABD hegemonyası, o zamanlar yeni bir süper güç olan Sovyetler Birliği tarafından sınırlandırılıp dengelenmişti. Bu da Soğuk Savaş dönemi boyunca “iki kutuplu dünya düzeni”ne yol açmıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD liderliğinde ortaya çıkan tek kutuplu dünya düzeni ise tarihte benzerine az rastlanır bir dönem oldu. Çünkü ABD’yi sınırlandırıp dengeleyebilecek bir güç kalmadı. Öyle ki ABD, artık “tarihin sonu”nun geldiğini, dünyanın yegâne hâkimi olduğunu, aynı anda birden fazla cephede savaşabileceğini, dünyanın tüm coğrafyalarına ayak basabileceğini, gerektiğinde uluslararası hukuku ve güçler dengesini ayaklar altına alabileceğini iddia etmeye başladı. Bu muazzam kibir ve küstahlık sonucu “yeni dünya düzeni” idealini ortaya atarak, dünyaya demokrasi götüreceği hezeyanına kapılarak ve -ileride değineceğimiz gibi- yeni tehdit olarak İslâm’ı ileri sürerek harekete geçti. 11 Eylül sonrasında giriştiği Afganistan ve Irak işgalleri, 2008 küresel finans krizi, 2010 “Arap Baharı” devrimleri ve sonrasında yaşanan tüm gelişmeler, ABD’nin dünya liderliğinde ve dış politika hedeflerinde büyük bir zafiyete yol açtı. Kendisini sınırlandırıp dengeleyeceği bir güç olmasa da kibir, küstahlık ve aşırı özgüveni, zirveden tepetaklak aşağı yuvarlanmasına neden oldu. Sahip olduğu devasa güç araçlarına, siyasi nüfuzuna, askerî üstünlüğüne, ekonomik hakimiyetine rağmen, hem de karşısında adamakıllı bir rakip devlet olmamasına rağmen, güç zehirlenmesinden kurtulamadı, gerileyişini önleyemedi.

ABD’nin gerilemesi, sadece dünya hakimiyeti ve sömürgecilikteki liderliği açısından değil kendi iç düzeni açısından da barizleşti. Kapitalist ideolojinin saçtığı ifrazatın yanı sıra dış politik başarısızlıkları, ülke içinde de sessiz ve derinden ilerleyen kronik krizleri tetikledi. Ulusal borcu 35 trilyon doları aşmış durumda.[1] Diğer büyük güçler de hızla artan bir borç batağında.[2] ABD’de borcun GSYİH’ye oranı %120’yi aşmış durumda ve 2028 yılına kadar %150’ye ulaşması bekleniyor. Artan borçların yanı sıra sosyal güvenlik, yaşlı bakım hizmetleri ve çocuk sağlık sigortası gibi devasa karşılanmamış yükümlülükler, ülkenin mali istikrarını ciddi şekilde tehdit ediyor. Ekonomik eşitsizlik giderek artıyor ve orta sınıf küçülüyor, ev sahipliği ise birçok kişi için giderek ulaşılmaz hale geliyor. Yüksek kiralar yüzünden milyonlarca evsiz insan sokaklarda, insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkûm oluyor. Zengin ve fakir arasındaki uçurum büyüdükçe, sosyal hareketlilik azalıyor ve bu durum, toplumsal gerginlikler ile ekonomik istikrarsızlığa yol açıyor.

Özellikle Siyahilere, Hispaniklere ve Müslümanlara yönelik ırkçılığın yükselişiyle birlikte “birleşik bir Amerikan kimliği” kavramı zayıflıyor, genç ve daha çeşitli nüfuslar arasında vatanseverlik azalıyor. Bu ortak kimlik kaybı, toplumsal parçalanmayı artırıyor ve ülkenin bütünlüğünü kırılgan hale getiriyor. Sanılanın aksine ABD’de sağlık ve eğitim sistemi iflas çanları çalıyor. Milyonlarca insan, sosyal güvencesi olmadığı için sağlık sisteminden yararlanamıyor; ilk ve orta öğretim öğrencilerinin matematik yeterliliği %20’lere düşmüş durumda. Evlilik ve doğum oranlarının dramatik biçimde düşmesi, diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, nüfusta artan bir yaşlanma krizine işaret ediyor. Gençler arasında artan uyuşturucu madde kullanımı, işsizlik, şiddet olayları, intihar eğilimleri ve ruhsal sağlık sorunları çok ciddi bir toplumsal krize dönüşüyor.

Siyasi kutuplaşma ve siyasi sisteme duyulan hayal kırıklığı, daha önce hiç olmadığı kadar yüksek seviyelere ulaşmış durumda. Önümüzdeki seçimlerde Biden ile Trump rövanşı konusundaki memnuniyetsizlik ve bunadığı kesinleşen Biden yerine Harris’in getirilmesi, siyasi sistemden duyulan umutsuzluğu artırdığı gibi, yaşlı politikacıların hakimiyeti anlamına gelen “gerontokrasi” sorununu da kızıştırmış görünüyor. Yüz yıldan fazladır “Cumhuriyetçi Parti” ve “Demokrat Parti” arasında el değiştiren ABD iktidarının sınırlı bir “çıkar grupları” kesimi tarafından kontrol edildiği gerçeği, yalnızca Amerikan devletinin yönetimi açısından değil aynı zamanda dünya liderliği ve “hegemonik süper güç” olma vasfı açısından da şüpheye yol açıyor; daha da önemlisi ciddi bir itibar ve prestij kaybına neden oluyor. Gallup’un yaptığı bir ankete göre; Amerikalıların %67’si ülkenin bugünkü dünya sahnesindeki durumundan hiç memnun değil. Bu oran, 2000 yılında %35’ti. Üstelik Amerika’nın iç siyasi ve toplumsal bozulmaları henüz büyük bir iç savaşa yol açmasa da -Irak ve Afganistan işgallerindeki asker kayıplarında ya da bugün Gazze’de Yahudi varlığını pervasızca savunmasında ve alenen desteklemesinde olduğu gibi- yanlış dış politika hesaplamaları ciddi sonuçlar doğurabilir. Bu dinamikler, dünyanın en güçlü devletinin ve ulusunun düşüşte olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Kuşkusuz Amerikalı düşünürler, analistler ve politika üreticileri de bunların farkında. Ancak önerdikleri seçenekler köklü bir değişim içermediği gibi sorunların çözümüne katkıda da bulunmuyor. Sistem değişmediği sürece bulunması da beklenmiyor. Sistemin değişmesine yönelik radikal bir alternatif de bulunmuyor. O halde bütün bunlar; birbirine bağlı ekonomik, toplumsal ve siyasi sorunlar, düşüşün sadece geçici bir aksaklık olmadığına, daha derin ve geri döndürülemez bir değişime işaret ediyor olabilir mi?

Hegemonik süper güç vasfını korumaya devam ettiği halde ABD’nin hem içeride hem de küresel ölçekte güç kaybettiği, bunun da devletlerarası düzende bir boşluk oluşturduğu kesin. Bu durumda bir başka soru gündeme geliyor: Acaba ABD’nin bu güç kaybı zamanla düzelebilecek geçici bir düşüş mü, yoksa artık geri döndürülemez çöküşün ilk aşaması mı? Temennimiz olmakla birlikte yukarıdaki realitelerin gösterdiği kesin gerçek şu ki; ABD, ulaştığı zirveden aşağı düşmeye başladı ve aşağı doğru ilerledikçe bu çöküş daha da ivmelenecek. ABD’nin şu anda yaptığı, bu çöküşü geri döndürülebilir hale getirip tekrar zirveye yükselmek değil artan düşüş hızını yavaşlatmaya yönelik adımlar atmaktan ibaret. Bu nedenle, askerî yönden doğrudan savaşlara giremez hale gelerek vekalet savaşlarına yöneldi; siyasi yönden denge politikasına yeniden yönelmeye başladı; uluslararası kurumları çiğnemekten vazgeçmeye başladı; ekonomik yönden doların itibarını kurtarmaya çalışıyor ve Çin ile ticaret savaşından kaçınmaya başladı. Coğrafyamızdaki Sisi, Muhammed bin Selman, Erdoğan ve İran’ın molla rejimi gibi müttefiklerine daha çok bel bağlamaya başladı.

Burada bir başka soru gündeme geliyor: Peki, diyelim ki; ABD güç kaybediyor, zirveden aşağı düşüyor, yokuş aşağı yuvarlanıyor. Sonra ne olacak? ABD, süper güç niteliğini mi kaybedecek? Birinci devlet konumunu mu kaybedecek? Yükselen rakip güçlerin oluşturacağı birçok kutuplu düzenin parçası mı olacak?

Mevcut devletlerarası düzende ABD’nin karşısında durabilecek alternatif bir güç olmadığına ve halihazırdaki büyük devletlerin ABD’yi birinci devlet konumundan ve dünya hakimiyetinden indirmekten aciz olduğuna bakılırsa ABD’nin zayıflaması sadece bir zayıflama olmaktan öte geçmeyecek, diğer aciz devletler karşısında büyük ve süper güç olarak görünmeye ve tek kutuplu düzeni sürdürmeye devam edecektir.

İşte bunun tek bir istisnası var! ABD’ye meydan okuyabilecek, küresel hegemonyasını kırabilecek, ekonomik ve askerî güç kabiliyetlerini dumura uğratabilecek, tektonik bir sarsıntı kaçınılmaz hale geldi. Devletlerarası düzende süregelen boşluk, enerji yüklü fay hatlarının tetiklediği bir depreme gebe. Dünya tarihinde imparatorlukların yükseliş ve çöküşlerini inceleyen pek çok eserde ele alındığı gibi, devletler arası ilişkiler ve dünya düzeni, ilelebet sabit kalamaz. Günümüzde şahit olduğumuz dünya sahnesi, köklü bir değişimin arifesinde olduğumuza işaret ediyor. Hiç kuşkusuz böylesi bir değişim ancak yeni bir alternatif ideoloji ile gerçekleşebilir ki bu İslâm’dan başkası değildir. -Yukarıda işaret ettiğimiz gibi- ABD’nin Soğuk Savaş henüz sona ermeden önce hazırlanan uzun vadeli planlarında yeni tehdit olarak İslâm’ın seçilmesi, işte bundandır. Yeni dünya düzeni idealinde ilk hedef olarak Ortadoğu’nun kalbi olan Irak ve Güneydoğu Asya’nın zayıf halkası olan Afganistan’ın seçilmesi, Arap Baharı sırasında bölgedeki dikta rejimlerinin hunharca desteklenerek yıkımdan kurtarılması, Yahudi varlığının vahşetine açık çek verilmesi ve Müslümanların başındaki rejimleri ısrarla ayakta tutması işte bundandır.

Bilhassa güç, iktidar ve otorite sahiplerinin idrak etmesi gereken hakikat şu ki; ABD, güçlü olduğu için güçlü değil. Bilakis karşısında “güçlü” olmadığı için öyle görünüyor. Zayıf ulus devletleri korkutmayı ve sindirmeyi başardığı için güçlü görünüyor. Desteklediği diktatörler sayesinde başka ülkelerin topraklarını, servetlerini ve imkanlarını kullanarak güçleniyor, güç gösterisi yapabiliyor. Bölge ülkelerinin desteği olmasaydı; ABD’nin ne Irak veya Afganistan’ı işgal etmesi, ne de Yahudi varlığı gibi bir virüsü barındırması mümkün olabilirdi.

Allah’ın izni ve ümmetin desteğiyle Râşidî Hilâfet Devleti kurulduğu zaman, başımızdaki bu ulus devletlerin kartondan devletçikler olduğu, İslâm Devleti’nin devletlerarası düzendeki boşluktan fazlasını doldurarak dünyanın süper gücü haline geleceği, ABD’nin kendi kabuğuna geri çekilmek zorunda kalacağı ve yepyeni bir çağ başlayacağı, sadece Müslümanların ve küfrün karanlıklarında ezilen milletlerin arzusu ve temennisinden ibaret değil, sadece fay hatlarındaki tektonik hareketliliği okuyabilenlerin öngörülerinden ibaret değil, aynı zamanda âlemlerin Rabbinin vaadi ve Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müjdesi olduğunu göreceklerdir.

 



[1] bkz. ABD Borç Sayacı: www.usdebtclock.org

[2] bkz. Dünya Borç Sayacı: www.usdebtclock.org/world-debt-clock.html


Yorumlar

  1. Hüseyin Sayim

    Çok isabetli Bir tesbit aynen katılıyorum

Yorum Yaz