Kuşkusuz ABD, dünyanın en büyük süper gücü ve
birinci devleti. 1991 yılında Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte tek
kutuplu dünya sisteminin yaygın bir kanaat haline gelmesinden bu yana süregelen
ABD’nin tartışmasız üstünlüğü, 11 Eylül sonrasında giriştiği Afganistan ve Irak
maceralarının fiyaskoyla sonuçlanmasıyla birlikte daha yüksek sesle tartışılır
hale geldi. ABD’nin gücünün gerilemeye başladığı, çok kutuplu sisteme doğru bir
eğilimin baş gösterdiği, dış dünyaya müdahale yeteneklerinin azaldığı, dolayısıyla
devletlerarası düzende bir karadelik oluşmaya başladığı gibi söylemler sıkça gündeme
geldi. Bunun bir “abartı olduğunu iddia edenler” ile bir “hakikat olduğunu iddia
edenler” arasında ciddi bir mukayese yapılırsa nasıl bir sonuç ortaya çıkar?
Asıl soru bu! ABD’nin sömürgeci politikalarına ve hegemonik üstünlüğüne
gösterilen nefret, askerî, ekonomik ve teknolojik gücüne ilişkin hatalı
ölçeklendirme ve liderliğini yaptığı kapitalist ideolojinin yol açtığı ifsadın
sonuçları, acaba temenniler ile gerçeklerin iç içe geçmesine yol açıyor
olabilir mi?
ABD’nin “karşı konulmaz bir imparatorluk”
sıfatıyla gücünün gerilemeye başladığı iddialarını abartılı bulan bazı Amerikalı
analistlere göre, ABD’nin askerî üstünlük, denizler üzerindeki kontrol, geniş
ittifak ağı, küresel finans sistemine etkisi ve dünya zenginliğinin önemli bir
kısmına sahip olması gibi faktörler, ABD’nin halen güçlü bir imparatorluk
olduğunun göstergesi. Üstelik sadece kendi büyüklüğü, gücü, stratejik
varlıkları ve coğrafi konumuyla değil, aynı zamanda adını burada
sayamayacağımız onlarca uluslararası kurum ve kuruluş aracılığıyla uluslararası
düzen, uluslararası ekonomi, uluslararası hukuk, uluslararası askerî ittifaklar
ve daha da önemlisi birer piyon, hatta lejyoner gibi kullandığı kukla ulus
devletler üzerindeki kontrol sayesinde, kimilerince “dünyanın jandarması”
denilen hegemonik ve rakipsiz süper güç sıfatını sürdürüyor. Tek başına dünya ekonomisinin
%30’undan fazlasını elinde tutuyor. Diğer ülkelerin iç işlerine müdahale etme
kabiliyetine sahip neredeyse tek devlet olarak öne çıkıyor. Dünyanın pek çok
yerinde sahip olduğu askerî üsler ve filolar sayesinde sıcak çatışma alanlarını
kontrol altında tutuyor, dilediğinde doğrudan veya dolaylı askerî müdahalelerde
bulunabiliyor. Kendi dış politik hedeflerine sarsılmaz bağlılık gösteren
müttefik rejimleri iktidarda tutabiliyor, işlevsiz hale gelenleri veya
çıkarlarını tehdit edenleri alaşağı edebiliyor. Sahip olduğu muazzam güç
dengesiyle diğer devletleri kendisine karşı meydan okumaktan caydırabiliyor.
Devletler arası rekabet açısından da ABD’nin
karşısında durabilecek, “birinci devlet” konumunu sarsabilecek, -sözde- çok
kutuplu sistemin kutuplarından biri haline gelebilecek herhangi bir güç/devlet
de söz konusu değil. Avrupa Birliği, İngiltere, Fransa, Rusya, Çin ve Hindistan
gibi devletlerin “küresel güç” olarak ortaya çıkacağına dair öngörüler de
gerçekleşmiş değil. ABD’nin bu devletler karşısındaki gücü mukayese
edilemeyecek derecede fazla. Avrupa Birliği, adındaki birliği sağlayamadı ve bu
gidişle de sağlayamayacak, hatta belki de İngiltere’nin Birlikten ayrıldığı “Brexit”
sonrasında yeni parçalanma dalgalarıyla karşı karşıya kalacak. İngiltere’nin Ortadoğu
ve Kuzey Afrika’da, Fransa’nın Afrika’da ABD karşısında uğradığı kayıplar,
büyük güç olma potansiyeline sahip Almanya’nın II. Dünya Savaşı’nın şokundan
halen çıkamamış olması, diğer irili ufaklı Avrupa devletlerinin Birliğe muhtaç
veya angaje olması, Avrupa Birliği’nin ve Birliğin lokomotifi olan devletlerin
ABD karşısında durabilecek bir süper güç olma, eski imparatorluk günlerine geri
dönme hayalini suya düşürmüş durumda. Rusya, Ukrayna savaşından sonra içine
düştüğü bataklıkta debelenmeye devam ediyor ve Putin dönemiyle başlayan Çarlık
Rusyasına dönüş umudu, ilelebet sönmüş durumda. Geriye ABD’li analistlerin,
küresel düzeni etkileyen en önemli faktör olarak gördükleri Çin kalıyor. ABD
Çin’in yükselişini engellemek için çeşitli yaptırımlar uygulamaya ve önceki
Trump döneminde iyice kızışan bir ticaret savaşına girişmeye başladı, ancak dünyanın
en büyük tedarikçilerinden biri olan Çin’in ekonomik gücü istenen ölçüde
kırılamadı.
Sonuçta; “ABD’nin gücünün gerilemeye başladığı
iddialarına” sert bir şekilde karşı çıkan kesimler, ABD’nin halen “dünyanın en
büyük imparatorluğu” olduğunu savunmakla birlikte, ABD-Çin rekabetini küresel
düzenin şekillenmesindeki en önemli belirleyici ve ABD hegemonyası önündeki en
büyük tehdit olarak görmeye devam ediyorlar.
Buraya kadar anlatılanlar, hepimizin de az çok
bildiği, aşina olduğu, bir kısmına katılıp bir kısmına katılmadığı, bildik
şeyler. Peki bunlar, gerçekten ABD’nin gücünün gerilemediği, ilelebet birinci
devlet konumunda kalacağı ve karşısına alternatif yeni bir süper güç
çıkamayacağı anlamına mı geliyor?
Biraz gerilere gidelim… Tarihte, tek bir devletin
dünya üzerindeki güç dengesini belirlediği ve diğer devletlerin bu güce boyun
eğdiği veya uyum sağladığı dönemler olmuştur. Pers İmparatorluğu, Roma
İmparatorluğu, İslâm Hilâfeti, Moğol İmparatorluğu, İngiliz İmparatorluğu gibi
devletler, birinci devlet konumuna yükselmiştir. Fakat bu devletlerin hepsi bir
şekilde diğer büyük devletler tarafından sınırlandırılmıştı. Örneğin; Osmanlı
Devleti uzun süre boyunca İran’daki Safevi Hanedanlığı ve Hindistan’daki Babür
İmparatorluğu şeklindeki iki rakibiyle arka bahçesinde mücadele etmek zorunda
kalmıştı. Avrupa’nın hüküm sürdüğü 18. yüzyıldaki sömürge döneminin zirvesinde
bile, Britanya İmparatorluğu, Fransa tarafından sınırlandırılıp dengelenirken, İngilizler
ve Fransızlar da Avusturya-Macaristan İmparatorluğu tarafından sınırlandırılmıştı.
20. yüzyılın başlarında, Britanya İmparatorluğu başka bir süper güç olan
Almanya ile iki kez karşı karşıya gelmek zorunda kalmış, bu da iki dünya
savaşına yol açmıştı. II. Dünya Savaşı’ndan sonra yükselişe geçen ABD hegemonyası,
o zamanlar yeni bir süper güç olan Sovyetler Birliği tarafından sınırlandırılıp
dengelenmişti. Bu da Soğuk Savaş dönemi boyunca “iki kutuplu dünya düzeni”ne
yol açmıştı. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ABD liderliğinde ortaya
çıkan tek kutuplu dünya düzeni ise tarihte benzerine az rastlanır bir dönem
oldu. Çünkü ABD’yi sınırlandırıp dengeleyebilecek bir güç kalmadı. Öyle ki ABD,
artık “tarihin sonu”nun geldiğini, dünyanın yegâne hâkimi olduğunu, aynı anda
birden fazla cephede savaşabileceğini, dünyanın tüm coğrafyalarına ayak
basabileceğini, gerektiğinde uluslararası hukuku ve güçler dengesini ayaklar
altına alabileceğini iddia etmeye başladı. Bu muazzam kibir ve küstahlık sonucu
“yeni dünya düzeni” idealini ortaya atarak, dünyaya demokrasi götüreceği
hezeyanına kapılarak ve -ileride değineceğimiz gibi- yeni tehdit olarak İslâm’ı
ileri sürerek harekete geçti. 11 Eylül sonrasında giriştiği Afganistan ve Irak
işgalleri, 2008 küresel finans krizi, 2010 “Arap Baharı” devrimleri ve
sonrasında yaşanan tüm gelişmeler, ABD’nin dünya liderliğinde ve dış politika
hedeflerinde büyük bir zafiyete yol açtı. Kendisini sınırlandırıp dengeleyeceği
bir güç olmasa da kibir, küstahlık ve aşırı özgüveni, zirveden tepetaklak aşağı
yuvarlanmasına neden oldu. Sahip olduğu devasa güç araçlarına, siyasi nüfuzuna,
askerî üstünlüğüne, ekonomik hakimiyetine rağmen, hem de karşısında adamakıllı
bir rakip devlet olmamasına rağmen, güç zehirlenmesinden kurtulamadı,
gerileyişini önleyemedi.
ABD’nin gerilemesi, sadece dünya hakimiyeti ve
sömürgecilikteki liderliği açısından değil kendi iç düzeni açısından da
barizleşti. Kapitalist ideolojinin saçtığı ifrazatın yanı sıra dış politik
başarısızlıkları, ülke içinde de sessiz ve derinden ilerleyen kronik krizleri
tetikledi. Ulusal borcu 35 trilyon doları aşmış durumda.[1] Diğer
büyük güçler de hızla artan bir borç batağında.[2] ABD’de
borcun GSYİH’ye oranı %120’yi aşmış durumda ve 2028 yılına kadar %150’ye
ulaşması bekleniyor. Artan borçların yanı sıra sosyal güvenlik, yaşlı bakım
hizmetleri ve çocuk sağlık sigortası gibi devasa karşılanmamış yükümlülükler,
ülkenin mali istikrarını ciddi şekilde tehdit ediyor. Ekonomik eşitsizlik
giderek artıyor ve orta sınıf küçülüyor, ev sahipliği ise birçok kişi için
giderek ulaşılmaz hale geliyor. Yüksek kiralar yüzünden milyonlarca evsiz insan
sokaklarda, insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkûm oluyor. Zengin ve fakir
arasındaki uçurum büyüdükçe, sosyal hareketlilik azalıyor ve bu durum,
toplumsal gerginlikler ile ekonomik istikrarsızlığa yol açıyor.
Özellikle Siyahilere, Hispaniklere ve
Müslümanlara yönelik ırkçılığın yükselişiyle birlikte “birleşik bir Amerikan
kimliği” kavramı zayıflıyor, genç ve daha çeşitli nüfuslar arasında
vatanseverlik azalıyor. Bu ortak kimlik kaybı, toplumsal parçalanmayı artırıyor
ve ülkenin bütünlüğünü kırılgan hale getiriyor. Sanılanın aksine ABD’de sağlık
ve eğitim sistemi iflas çanları çalıyor. Milyonlarca insan, sosyal güvencesi
olmadığı için sağlık sisteminden yararlanamıyor; ilk ve orta öğretim öğrencilerinin
matematik yeterliliği %20’lere düşmüş durumda. Evlilik ve doğum oranlarının
dramatik biçimde düşmesi, diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, nüfusta artan
bir yaşlanma krizine işaret ediyor. Gençler arasında artan uyuşturucu madde
kullanımı, işsizlik, şiddet olayları, intihar eğilimleri ve ruhsal sağlık
sorunları çok ciddi bir toplumsal krize dönüşüyor.
Siyasi kutuplaşma ve siyasi sisteme duyulan hayal
kırıklığı, daha önce hiç olmadığı kadar yüksek seviyelere ulaşmış durumda. Önümüzdeki
seçimlerde Biden ile Trump rövanşı konusundaki memnuniyetsizlik ve bunadığı
kesinleşen Biden yerine Harris’in getirilmesi, siyasi sistemden duyulan
umutsuzluğu artırdığı gibi, yaşlı politikacıların hakimiyeti anlamına gelen “gerontokrasi”
sorununu da kızıştırmış görünüyor. Yüz yıldan fazladır “Cumhuriyetçi Parti” ve “Demokrat
Parti” arasında el değiştiren ABD iktidarının sınırlı bir “çıkar grupları”
kesimi tarafından kontrol edildiği gerçeği, yalnızca Amerikan devletinin
yönetimi açısından değil aynı zamanda dünya liderliği ve “hegemonik süper güç”
olma vasfı açısından da şüpheye yol açıyor; daha da önemlisi ciddi bir itibar
ve prestij kaybına neden oluyor. Gallup’un yaptığı bir ankete göre;
Amerikalıların %67’si ülkenin bugünkü dünya sahnesindeki durumundan hiç memnun
değil. Bu oran, 2000 yılında %35’ti. Üstelik Amerika’nın iç siyasi ve toplumsal
bozulmaları henüz büyük bir iç savaşa yol açmasa da -Irak ve Afganistan
işgallerindeki asker kayıplarında ya da bugün Gazze’de Yahudi varlığını
pervasızca savunmasında ve alenen desteklemesinde olduğu gibi- yanlış dış
politika hesaplamaları ciddi sonuçlar doğurabilir. Bu dinamikler, dünyanın en
güçlü devletinin ve ulusunun düşüşte olduğu gerçeğini ortaya koyuyor. Kuşkusuz Amerikalı
düşünürler, analistler ve politika üreticileri de bunların farkında. Ancak
önerdikleri seçenekler köklü bir değişim içermediği gibi sorunların çözümüne
katkıda da bulunmuyor. Sistem değişmediği sürece bulunması da beklenmiyor.
Sistemin değişmesine yönelik radikal bir alternatif de bulunmuyor. O halde bütün
bunlar; birbirine bağlı ekonomik, toplumsal ve siyasi sorunlar, düşüşün sadece
geçici bir aksaklık olmadığına, daha derin ve geri döndürülemez bir değişime
işaret ediyor olabilir mi?
Hegemonik süper güç vasfını korumaya devam ettiği
halde ABD’nin hem içeride hem de küresel ölçekte güç kaybettiği, bunun da
devletlerarası düzende bir boşluk oluşturduğu kesin. Bu durumda bir başka soru
gündeme geliyor: Acaba ABD’nin bu güç kaybı zamanla düzelebilecek geçici bir
düşüş mü, yoksa artık geri döndürülemez çöküşün ilk aşaması mı? Temennimiz
olmakla birlikte yukarıdaki realitelerin gösterdiği kesin gerçek şu ki; ABD,
ulaştığı zirveden aşağı düşmeye başladı ve aşağı doğru ilerledikçe bu çöküş
daha da ivmelenecek. ABD’nin şu anda yaptığı, bu çöküşü geri döndürülebilir
hale getirip tekrar zirveye yükselmek değil artan düşüş hızını yavaşlatmaya
yönelik adımlar atmaktan ibaret. Bu nedenle, askerî yönden doğrudan savaşlara
giremez hale gelerek vekalet savaşlarına yöneldi; siyasi yönden denge
politikasına yeniden yönelmeye başladı; uluslararası kurumları çiğnemekten
vazgeçmeye başladı; ekonomik yönden doların itibarını kurtarmaya çalışıyor ve
Çin ile ticaret savaşından kaçınmaya başladı. Coğrafyamızdaki Sisi, Muhammed
bin Selman, Erdoğan ve İran’ın molla rejimi gibi müttefiklerine daha çok bel
bağlamaya başladı.
Burada bir başka soru gündeme geliyor: Peki,
diyelim ki; ABD güç kaybediyor, zirveden aşağı düşüyor, yokuş aşağı
yuvarlanıyor. Sonra ne olacak? ABD, süper güç niteliğini mi kaybedecek? Birinci
devlet konumunu mu kaybedecek? Yükselen rakip güçlerin oluşturacağı birçok
kutuplu düzenin parçası mı olacak?
Mevcut devletlerarası düzende ABD’nin karşısında
durabilecek alternatif bir güç olmadığına ve halihazırdaki büyük devletlerin
ABD’yi birinci devlet konumundan ve dünya hakimiyetinden indirmekten aciz
olduğuna bakılırsa ABD’nin zayıflaması sadece bir zayıflama olmaktan öte
geçmeyecek, diğer aciz devletler karşısında büyük ve süper güç olarak görünmeye
ve tek kutuplu düzeni sürdürmeye devam edecektir.
İşte bunun tek bir istisnası var! ABD’ye meydan
okuyabilecek, küresel hegemonyasını kırabilecek, ekonomik ve askerî güç
kabiliyetlerini dumura uğratabilecek, tektonik bir sarsıntı kaçınılmaz hale
geldi. Devletlerarası düzende süregelen boşluk, enerji yüklü fay hatlarının
tetiklediği bir depreme gebe. Dünya tarihinde imparatorlukların yükseliş ve
çöküşlerini inceleyen pek çok eserde ele alındığı gibi, devletler arası
ilişkiler ve dünya düzeni, ilelebet sabit kalamaz. Günümüzde şahit olduğumuz
dünya sahnesi, köklü bir değişimin arifesinde olduğumuza işaret ediyor. Hiç
kuşkusuz böylesi bir değişim ancak yeni bir alternatif ideoloji ile
gerçekleşebilir ki bu İslâm’dan başkası değildir. -Yukarıda işaret ettiğimiz
gibi- ABD’nin Soğuk Savaş henüz sona ermeden önce hazırlanan uzun vadeli planlarında
yeni tehdit olarak İslâm’ın seçilmesi, işte bundandır. Yeni dünya düzeni
idealinde ilk hedef olarak Ortadoğu’nun kalbi olan Irak ve Güneydoğu Asya’nın
zayıf halkası olan Afganistan’ın seçilmesi, Arap Baharı sırasında bölgedeki
dikta rejimlerinin hunharca desteklenerek yıkımdan kurtarılması, Yahudi
varlığının vahşetine açık çek verilmesi ve Müslümanların başındaki rejimleri ısrarla
ayakta tutması işte bundandır.
Bilhassa güç, iktidar ve otorite sahiplerinin
idrak etmesi gereken hakikat şu ki; ABD, güçlü olduğu için güçlü değil. Bilakis
karşısında “güçlü” olmadığı için öyle görünüyor. Zayıf ulus devletleri
korkutmayı ve sindirmeyi başardığı için güçlü görünüyor. Desteklediği diktatörler
sayesinde başka ülkelerin topraklarını, servetlerini ve imkanlarını kullanarak
güçleniyor, güç gösterisi yapabiliyor. Bölge ülkelerinin desteği olmasaydı;
ABD’nin ne Irak veya Afganistan’ı işgal etmesi, ne de Yahudi varlığı gibi bir
virüsü barındırması mümkün olabilirdi.
Allah’ın izni ve ümmetin desteğiyle Râşidî Hilâfet
Devleti kurulduğu zaman, başımızdaki bu ulus devletlerin kartondan devletçikler
olduğu, İslâm Devleti’nin devletlerarası düzendeki boşluktan fazlasını
doldurarak dünyanın süper gücü haline geleceği, ABD’nin kendi kabuğuna geri
çekilmek zorunda kalacağı ve yepyeni bir çağ başlayacağı, sadece Müslümanların
ve küfrün karanlıklarında ezilen milletlerin arzusu ve temennisinden ibaret
değil, sadece fay hatlarındaki tektonik hareketliliği okuyabilenlerin
öngörülerinden ibaret değil, aynı zamanda âlemlerin Rabbinin vaadi ve Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in müjdesi olduğunu göreceklerdir.
[1]
bkz. ABD Borç Sayacı: www.usdebtclock.org
[2]
bkz. Dünya Borç
Sayacı: www.usdebtclock.org/world-debt-clock.html


Yorumlar