Anayasa fikrinin tarihsel sürecini
incelediğimizde, köklerinin Milattan Önce'ye (MÖ) dayandığına ilişkin veriler
çıkmaktadır. Bazı kaynaklarda, MÖ 18. yüzyılda Babil'de uygulamaya konan
“Hammurabi Kanunları” ilk anayasa örneği olarak kabul edilmektedir. Diğer bazı
kaynaklar ise, MÖ 6. yüzyılda Solon tarafından yazılan ve bir Yunan anayasası
olarak kabul edilen “Solon Anayasası” ile Roma Hukukunun temelini oluşturan,
günümüz Batı hukukunun da referans alındığı kabul edilen MÖ 5. yüzyıldaki “12
Levha Kanunları”nı da ilk anayasa örnekleri arasında saymaktadır. Daha sonraları
Birleşik Krallık’ta; ilk defa kralın yetkilerinin kısıtlandığı 1215 Magna
Carta, 1628 Haklar Dilekçesi ve 1689 Haklar Beyannamesi gibi toplumsal
sözleşmeler de ilk anayasa metinlerine örnek olarak kabul edilir.
Aslında, yukarıda ilk anayasa örnekleri olarak
bahsettiğimiz bu kanunname ve sözleşme statüsündeki metinlerin hiç birisi, “anayasa”
kavramının içeriğini doldurabilecek niteliklere sahip değildir. Bu nedenle; ilk
anayasa fikrinin ortaya çıkışıyla ilgili kaynaklarda tarihsel süreçten
bahsedilirken, “modern dönem” vurgusu yapılarak 18. yüzyıl ve sonrasına ait
anayasa yapma çalışmalarına ilişkin veriler, kayda değer veriler olarak kabul
edilir. 1789'da Fransa'da hazırlanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ile 1776'da ilan
edilen “Amerikan Bağımsızlık Bildirisi” anayasa konusunda modern
zamanlara geçişin de ilkleri olarak kabul edilir. Yine aynı dönemin ürünü olan
“1787 Amerika Birleşik Devletleri Anayasası” ise şu an yürürlükte bulunan dünyadaki
en eski anayasadır.
Gerçekte ise dünyada
anayasa niteliğini taşıyan ilk toplumsal sözleşme, Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem'in Medine’de İslâm Devleti’ni ikame etmesinin ardından hazırlamış
olduğu, Milattan Sonra (MS) 622 tarihli “Medine Vesikası”dır. Bu vesika,
anayasa fikri ve bunun pratiğe konulması açısından ilk düşünce ve uygulamadır.
Sonuç olarak, anayasa fikri ve tarihi açısından İslâm Devleti’nin kuruluşundaki
anayasası olan “Medine Vesikası”, hem İslâm tarihinin hem de dünya tarihinin
ilk nitelikli anayasasıdır.
18. yüzyıl sonrası “Modern Dönem”(!) anayasaları, kapitalist ideolojinin ortaya
çıkmasıyla birlikte demokrasi fikrinin bir neticesi ve aynı zamanda hayat
sahasındaki teminatı olarak kabul edilirler. Bu anayasalar ayrıca “millet egemenliği, hukukun üstünlüğü, insan
hakları” gibi bu ideolojiye ait kulağa hoş gelen ancak içi boş söylemlerin
de varlık sebebi ve teminatıdırlar. Bugün özellikle kapitalist dünyanın işgali
ve sömürüsü altında inleyen, isimleri “2.
ve 3. Dünya Ülkeleri” olarak zikredilen ülkelerdeki “bağımsız ve sivil bir
anayasa” dayatmaları, onlardaki bağımsızlık ateşini söndürmek ve üzerlerindeki
işgal ve sömürüyü perdelemek içindir. Dolayısıyla kendilerini bu işin öncüsü
olarak gören sömürgeci kâfir batı için, anayasa fikri ve uygulaması açısından
yalnızca 18. yüzyıl ve sonrası geçerli kabul edilir.
Anayasalar, bir devletin temel kanunu olarak
kabul edilen, o devletin yönetim biçimini, vatandaşların hak ve yetkilerini,
devlet organlarının yetkilerini ve sınırlarını belirleyen yazılı metinler veya
teamüle dayalı kurallardır. Bu metinler/kurallar, “toplumsal sözleşme”
olarak kabul edilirler ve ülke üzerindeki egemenlik haklarının içeriğinde
belirtildiği üzere devlet tarafından işletildiğinin kabulünü ifade ederler.
Anayasalar ifade ettikleri bu hususlarla birlikte; hazırlanma, içerik/metin,
kabul edilme, tatbik ve denetlenme konularında çeşitlilik oluştururlar.
Anayasalar, hazırlama ve metin açısından yazılı
ve yazılı olmayan (teamüli) anayasalar olmak üzere ikiye ayrılırlar. Yazılı
anayasalar, devletin yetkili organı tarafından hazırlanan ve kabul edilme ve
yürürlüğe girme prosedürlerinin yine anayasada belirtildiği şekliyle
uygulandığı anayasalardır. Yazılı olmayanlar ise uzun yıllar süresince
uygulanması sebebiyle toplumda gelenek haline dönüşmüş ve bünyesinde tüm
toplumun üzerinde hemfikir olduğu teamülleri barındıran anayasalardır. Bu
sebeple “Geleneksel” ya da “Teamüli” anayasalar olarak
isimlendirilirler. Şu an dünya üzerinde İngiltere ve onun işgal mirası üzerine
şekillenmiş Yeni Zelanda, yazılı olmayan anayasalara sahip olan ülkelerdir.
Bunun yanında, sömürgeci kafir devletler tarafından siyasi bir proje olarak İslâm
toprakları üzerine yerleştirilmiş işgalci Yahudi Varlığı’nın da yazılı bir
anayasası yoktur. Bunların dışında kalan ülkelerin ise anayasaları yazılı
metinler şeklindedir.
Metinlerinin ve maddelerinin değiştirilmesi
açısından da anayasalar iki kısma ayrılır. Bunlardan “yumuşak” diye tabir edilen anayasalarda
metin ve maddeleri değiştirmek herhangi bir yasayı değiştirmek gibidir.
Mecliste yasa yapma yeterliliği anayasayı değiştirebilme yeterliliği ile
aynıdır. Bu tip anayasalar genel olarak rejimin toplumla kavgalı olmadığı ve
toplumun akidesiyle devletin üzerine kurulu olduğu akidenin aynı olduğu ülkelere
ait anayasalardır. Batı Avrupa ülkeleri bu gruba örnek olarak gösterilebilir.
Zira bu ülkelerde anayasa değişikliği neredeyse hiç olmaz ya da sadece siyasi,
ekonomik ve hukuki açıdan toplumsal işleyişte bir aksama görüldüğü durumlarda
olur.
“Katı” veya “sert” olarak tabir edilen anayasalara gelince; bunlar, rejimin toplumla
kavgalı olduğu, toplumun akidesiyle devletin üzerine kurulmuş olduğu akidenin
taban tabana zıt olduğu ülkelerin anayasalarıdır. Bu gibi ülkelerde anayasayı,
metinlerini ya da maddelerini değiştirmek, zorlu yolları aşmayı gerektirir.
Anayasayı doğrudan değiştirebilmek için mecliste 2/3 çoğunluğa sahip olmak veya
referanduma/halkoylamasına götürebilmek için 3/5 çoğunluğu elde etmek
kaçınılmazdır. Ayrıca sistemi koruma refleksiyle hazırlandıkları için bu gibi
ülkelerin anayasalarında “değiştirilemez,
değiştirilmesi teklif dahi edilemez” türden maddeler bulunur. Nedenine
gelince:
“Uydu” ve “tâbi devletler” olarak nitelendirilen
Türkiye ve benzeri ülkeler, anayasaları açısından bu kategoriye dâhil olan
ülkelerdir. Zira genelini İslâm beldelerinin oluşturduğu bu ülkeler;
toplumlarının akidesi İslâm iken kendilerine kapitalist nizamın dayatıldığı ve “büyük
devlet” olarak adlandırılan sömürgeci kâfirlerin tasallutu altında varlıklarını
sürdürmeye çalışan yapılardan ibarettirler. Dolayısıyla üzerlerinde devamlı olarak
büyük devletlerin/sömürgeci kâfirlerin nüfuz mücadeleleri vardır ve bu
mücadelede baskın olan taraf diğerinin nüfuzunu kalıcı olarak kırmak ve kendi
nüfuzunu sürekli hale getirmek için en kestirme yol olarak anayasa
değişikliğini görür. Bu sebeple nüfuzu ele geçiren devletler, yine anayasa
maddelerini kullanarak kolay anayasa değişikliklerinin önüne engeller koymaya
çalışırlar.
Katı/sert anayasalar, Hilâfet’in ilgasından bugüne kadar kapitalizmin
öncüsü olan ve sömürgeciliği yayılma
metodu olarak kullanan bu devletlerin (ABD, İngiltere ve Fransa) özellikle İslâm
beldeleri üzerindeki nüfuzları ve bu nüfuzlarının bekası için kullanılmıştır.
Onlar bu tip anayasaları; hem nüfuz mücadelesinde birbirlerine karşı, hem de
ümmetin yeniden uyanıp kendi akidesinden kaynaklanan hayat nizamına yani İslâmi hayata ve bunu tesis
edebilecek yegâne yapı olan Hilâfet Devleti’nin yeniden ikamesine karşı bir
tedbir vasıtası olarak kullanmışlardır ve kullanmaya da devam etmektedirler. Bu
tip anayasalar, ağırlıklı olarak İslâm beldelerinde olsa da “üçüncü dünya ülkesi” olarak
adlandırılan ve yüzyıllardır sömürünün pençesinde kıvranan Afrika ülkelerinde de mevcuttur.
Anayasalar, soyutluk ve kapsamlılık açısından da
iki çeşide ayrılır. Soyut anayasalar, kısa ve öz hükümlerden oluşan genel bir
çerçeveden ibarettir. Bu sebeple “Çerçeve Anayasa" ismini de alırlar.
Bunun zıttı olan “Kazuistik Anayasa" olarak tabir edilen anayasalar ise
uzun ve ayrıntılı kurallardan oluşan, kesin hükümlerin belirlendiği
anayasalardır.
Anayasaların bir başka çeşidi de kurumların ve
kanunların anayasaya uygunluğunu denetleme makamı açısından oluşturdukları
çeşittir. Bu tür anayasalar, “Avrupa” ve “Amerika” modeli olmak üzere ikiye
ayrılır. İçerisine Türkiye’nin de dâhil olduğu Avrupa modelinde, uygunluk
denetimini yapma görevi yine anayasal bir kurum olan “Anayasa Mahkemeleri"
vasıtasıyla gerçekleştirilir. Türkiye’de Anayasa Mahkemesi, 1960 askerî
darbesinin ardından yürürlüğe giren 1961 Anayasası’yla kurulmuştur. Avrupa’da
ise örnekleri 1920’li yıllara dayanmaktadır. Amerikan modelinde ise, kurum ve
kanunların anayasaya uygunluğunu denetleme görevi genel yargıya, yani normal
mahkemelere aittir.
Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız anayasa
türleri, “modern dönem anayasaları" olarak kabul edilen 18. yüzyıl ve
sonrası ortaya çıkan Batı anayasaları ile onların nüfuzları altında bulunan
bölgeler için oluşturulan anayasalar açısından geçerlidir. Bu nedenle, bizim
bir Müslüman olarak anayasa türleri içerisinde bakışlarımızı odaklamamız
gereken tek nokta, anayasanın kaynağı/fikrî temeli, yani üzerine oturtulduğu
akidedir.
İşte bu açıdan anayasa türleri mutlak şekilde
"hak" ve "batıl" olarak ikiye ayrılır. "Batıl"
olanlar; bugün “modern dünya” olarak tabir edilen kapitalizmin egemen olduğu
dünyada, niteliği tam bağımsızlık, millet iradesi, demokrasi, insan hakları vs.
olan ve ne şekilde ifade edilirse edilsin insan aklının ürünü bütün anayasalar
olup bunların her biri, birer küfür anayasasıdır. "Hak" olanlar ise
tektir, kaynağı yalnızca İslâm akidesi ve ondan sadır olan fikir ve naslar olan
İslâm anayasasıdır. İşte anayasa çeşitleri, bir Müslümanın sahip olduğu akide,
o akideden kaynaklanan bakış açısı ve o akidenin ortaya koyduğu hayat nizamı açısından
bu şekildedir. Bir Müslüman açısından "batıl" olanların hepsi,
istisnasız reddedilmesi ve şiddetle kendisinden kaçınılması gereken
anayasalardır. Bu anayasalar, ümmet üzerindeki tesirleri yok edilip yerlerine
İslâmî anayasanın ve yönetiminin tesis edilmesinin vacip olduğu birer genel
kültür malumatından başka bir şey değildir.
Küfür anayasaları için bir Müslüman açısından
geçerli olan hassasiyetlerin hepsi, küfür kanun ve nizamları açısından da
aynıdır. Çünkü sahip olduğu anayasa bir devletin esasi kanunudur. Anayasalar,
temel hatlarıyla hâkimiyetin kaynağını, devletin yapısını, yetki sınırlarını ve
tebaası üzerindeki hak, görev ve sorumluluklarını, tebaanın da devlete karşı
yükümlülüklerini belirleyen kanunlardır. Dolayısıyla anayasa da, bir devletin
bütün kurum ve kuruluşlarının oluşumuna ve insanların uymakla zorunlu
kılındıkları kanunların yapılmasına temel oluşturan bir kanundur. Bu bağlamda,
devlet içinde oluşturulan tüm kurum ve kuruluşlar ile yapılan bütün kanunların
anayasaya aykırılık teşkil etmemesi gerekir. Kısacası, küfür anayasası üzerine
inşa edilmiş ve insanların uymakla zorunlu kılındığı bütün kanun ve nizamlar da
küfürdür.
Çünkü en basit ifadeyle kanun, otoritenin
tebaasına yönelik emridir. Nitekim kanun ıstılahta: “Sultanın/otoritenin insanları, karşılıklı alâkalarında uymaya mecbur
ettiği kaideler toplamı” olarak tanımlanır. Batıl batı rejimlerinde bu
kaideleri/kanunları oluşturma yetkisi bazı ufak uygulama farklılıkları olmakla
birlikte meclislere bırakılmıştır. Meclisler, egemenliğin sahibi olan millet
adına yasama faaliyetini yürütürler ve insanların alakalarında uymakla zorunlu
oldukları yasaları/kanunları yaparlar. Bu yasama işlemi hangi cezbedici
ifadelerle anlatılırsa anlatılsın, hükmün kaynağı İslâm akidesi yerine insan
aklı olduğu için kesinlikle küfürdür.
Çünkü en basit ifadeyle kanun, otoritenin
tebaasına yönelik emridir. "Kanun" ıstılahta; "Sultanın/otoritenin
insanları, karşılıklı alâkalarında uymaya mecbur ettiği kaideler toplamı" olarak
tanımlanır. Batıl Batı rejimlerinde bu kaideleri/kanunları oluşturma yetkisi,
bazı ufak uygulama farklılıkları olmakla birlikte meclislere bırakılmıştır.
Meclisler, egemenliğin sahibi olan millet adına yasama faaliyetini yürütürler
ve insanların alâkalarında uymakla zorunlu oldukları yasaları/kanunları
yaparlar. Bu yasama işlemi hangi cezbedici ifadelerle anlatılırsa anlatılsın,
hükmün kaynağı İslâm akidesi yerine insan aklı olduğu için kesinlikle küfürdür.
İslâm’da ise, ister anayasa isterse kanunlar
olsun, hükmün kaynağı mutlak şekilde İslâm akidesinden sadır olan İslâm
şeriatıdır, yani Allah Subhanehu ve Teâlâ'dır. Özetle, halifenin şer’i naslara bağlı kalarak benimsemiş ve emretmiş olduğu hükümler kanun
hâlini alır ve insanların uymasını zorunlu kılar. İşte anayasa ve kanun
türleri, bir Müslümanın bakmasını gerektiren İslâm akidesi açısından
bakıldığında “hak” ve “batıl” olmak üzere sadece iki tanedir. “Anayasa” ve “kanun”
kelimeleri ıstılahî açıdan evrensel bir anlama sahip olsalar da, hükmün kaynağı
açısından onları hak ya da batıl yapan fark, geceyle gündüzün farkı gibidir.
[وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ اِذَا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَمْرًا اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْۜ وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُب۪ينًا] “Allah ve Rasulü herhangi bir konuda hüküm verdiklerinde artık mümin bir
erkek veya kadın için işlerinde tercih hakları yoktur. Allah’ın ve Rasulü’nün
emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.” [Ahzâb Suresi 36]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış