ANAYASA FİKRİ, TÜRLERİ VE TARİHSEL SÜRECİ

İbrahim Er

Anayasa fikrinin tarihsel sürecini incelediğimizde, köklerinin Milattan Önce'ye (MÖ) dayandığına ilişkin veriler çıkmaktadır. Bazı kaynaklarda, MÖ 18. yüzyılda Babil'de uygulamaya konan “Hammurabi Kanunları” ilk anayasa örneği olarak kabul edilmektedir. Diğer bazı kaynaklar ise, MÖ 6. yüzyılda Solon tarafından yazılan ve bir Yunan anayasası olarak kabul edilen “Solon Anayasası” ile Roma Hukukunun temelini oluşturan, günümüz Batı hukukunun da referans alındığı kabul edilen MÖ 5. yüzyıldaki “12 Levha Kanunları”nı da ilk anayasa örnekleri arasında saymaktadır. Daha sonraları Birleşik Krallık’ta; ilk defa kralın yetkilerinin kısıtlandığı 1215 Magna Carta, 1628 Haklar Dilekçesi ve 1689 Haklar Beyannamesi gibi toplumsal sözleşmeler de ilk anayasa metinlerine örnek olarak kabul edilir.

Aslında, yukarıda ilk anayasa örnekleri olarak bahsettiğimiz bu kanunname ve sözleşme statüsündeki metinlerin hiç birisi, “anayasa” kavramının içeriğini doldurabilecek niteliklere sahip değildir. Bu nedenle; ilk anayasa fikrinin ortaya çıkışıyla ilgili kaynaklarda tarihsel süreçten bahsedilirken, “modern dönem” vurgusu yapılarak 18. yüzyıl ve sonrasına ait anayasa yapma çalışmalarına ilişkin veriler, kayda değer veriler olarak kabul edilir. 1789'da Fransa'da hazırlanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi” ile 1776'da ilan edilen “Amerikan Bağımsızlık Bildirisi” anayasa konusunda modern zamanlara geçişin de ilkleri olarak kabul edilir. Yine aynı dönemin ürünü olan “1787 Amerika Birleşik Devletleri Anayasası” ise şu an yürürlükte bulunan dünyadaki en eski anayasadır.

Gerçekte ise dünyada anayasa niteliğini taşıyan ilk toplumsal sözleşme, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem'in Medine’de İslâm Devleti’ni ikame etmesinin ardından hazırlamış olduğu, Milattan Sonra (MS) 622 tarihli “Medine Vesikası”dır. Bu vesika, anayasa fikri ve bunun pratiğe konulması açısından ilk düşünce ve uygulamadır. Sonuç olarak, anayasa fikri ve tarihi açısından İslâm Devleti’nin kuruluşundaki anayasası olan “Medine Vesikası”, hem İslâm tarihinin hem de dünya tarihinin ilk nitelikli anayasasıdır.

18. yüzyıl sonrası “Modern Dönem”(!) anayasaları, kapitalist ideolojinin ortaya çıkmasıyla birlikte demokrasi fikrinin bir neticesi ve aynı zamanda hayat sahasındaki teminatı olarak kabul edilirler. Bu anayasalar ayrıca “millet egemenliği, hukukun üstünlüğü, insan hakları” gibi bu ideolojiye ait kulağa hoş gelen ancak içi boş söylemlerin de varlık sebebi ve teminatıdırlar. Bugün özellikle kapitalist dünyanın işgali ve sömürüsü altında inleyen, isimleri “2. ve 3. Dünya Ülkeleri” olarak zikredilen ülkelerdeki “bağımsız ve sivil bir anayasa” dayatmaları, onlardaki bağımsızlık ateşini söndürmek ve üzerlerindeki işgal ve sömürüyü perdelemek içindir. Dolayısıyla kendilerini bu işin öncüsü olarak gören sömürgeci kâfir batı için, anayasa fikri ve uygulaması açısından yalnızca 18. yüzyıl ve sonrası geçerli kabul edilir.    

Anayasalar, bir devletin temel kanunu olarak kabul edilen, o devletin yönetim biçimini, vatandaşların hak ve yetkilerini, devlet organlarının yetkilerini ve sınırlarını belirleyen yazılı metinler veya teamüle dayalı kurallardır.  Bu metinler/kurallar, “toplumsal sözleşme” olarak kabul edilirler ve ülke üzerindeki egemenlik haklarının içeriğinde belirtildiği üzere devlet tarafından işletildiğinin kabulünü ifade ederler. Anayasalar ifade ettikleri bu hususlarla birlikte; hazırlanma, içerik/metin, kabul edilme, tatbik ve denetlenme konularında çeşitlilik oluştururlar.

Anayasalar, hazırlama ve metin açısından yazılı ve yazılı olmayan (teamüli) anayasalar olmak üzere ikiye ayrılırlar. Yazılı anayasalar, devletin yetkili organı tarafından hazırlanan ve kabul edilme ve yürürlüğe girme prosedürlerinin yine anayasada belirtildiği şekliyle uygulandığı anayasalardır. Yazılı olmayanlar ise uzun yıllar süresince uygulanması sebebiyle toplumda gelenek haline dönüşmüş ve bünyesinde tüm toplumun üzerinde hemfikir olduğu teamülleri barındıran anayasalardır. Bu sebeple “Geleneksel” ya da “Teamüli” anayasalar olarak isimlendirilirler. Şu an dünya üzerinde İngiltere ve onun işgal mirası üzerine şekillenmiş Yeni Zelanda, yazılı olmayan anayasalara sahip olan ülkelerdir. Bunun yanında, sömürgeci kafir devletler tarafından siyasi bir proje olarak İslâm toprakları üzerine yerleştirilmiş işgalci Yahudi Varlığı’nın da yazılı bir anayasası yoktur. Bunların dışında kalan ülkelerin ise anayasaları yazılı metinler şeklindedir.

Metinlerinin ve maddelerinin değiştirilmesi açısından da anayasalar iki kısma ayrılır. Bunlardan “yumuşak” diye tabir edilen anayasalarda metin ve maddeleri değiştirmek herhangi bir yasayı değiştirmek gibidir. Mecliste yasa yapma yeterliliği anayasayı değiştirebilme yeterliliği ile aynıdır. Bu tip anayasalar genel olarak rejimin toplumla kavgalı olmadığı ve toplumun akidesiyle devletin üzerine kurulu olduğu akidenin aynı olduğu ülkelere ait anayasalardır. Batı Avrupa ülkeleri bu gruba örnek olarak gösterilebilir. Zira bu ülkelerde anayasa değişikliği neredeyse hiç olmaz ya da sadece siyasi, ekonomik ve hukuki açıdan toplumsal işleyişte bir aksama görüldüğü durumlarda olur.

“Katı” veya “sert” olarak tabir edilen anayasalara gelince; bunlar, rejimin toplumla kavgalı olduğu, toplumun akidesiyle devletin üzerine kurulmuş olduğu akidenin taban tabana zıt olduğu ülkelerin anayasalarıdır. Bu gibi ülkelerde anayasayı, metinlerini ya da maddelerini değiştirmek, zorlu yolları aşmayı gerektirir. Anayasayı doğrudan değiştirebilmek için mecliste 2/3 çoğunluğa sahip olmak veya referanduma/halkoylamasına götürebilmek için 3/5 çoğunluğu elde etmek kaçınılmazdır. Ayrıca sistemi koruma refleksiyle hazırlandıkları için bu gibi ülkelerin anayasalarında “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” türden maddeler bulunur. Nedenine gelince:

“Uydu” ve “tâbi devletler” olarak nitelendirilen Türkiye ve benzeri ülkeler, anayasaları açısından bu kategoriye dâhil olan ülkelerdir. Zira genelini İslâm beldelerinin oluşturduğu bu ülkeler; toplumlarının akidesi İslâm iken kendilerine kapitalist nizamın dayatıldığı ve “büyük devlet” olarak adlandırılan sömürgeci kâfirlerin tasallutu altında varlıklarını sürdürmeye çalışan yapılardan ibarettirler. Dolayısıyla üzerlerinde devamlı olarak büyük devletlerin/sömürgeci kâfirlerin nüfuz mücadeleleri vardır ve bu mücadelede baskın olan taraf diğerinin nüfuzunu kalıcı olarak kırmak ve kendi nüfuzunu sürekli hale getirmek için en kestirme yol olarak anayasa değişikliğini görür. Bu sebeple nüfuzu ele geçiren devletler, yine anayasa maddelerini kullanarak kolay anayasa değişikliklerinin önüne engeller koymaya çalışırlar.

Katı/sert anayasalar, Hilâfet’in ilgasından bugüne kadar kapitalizmin öncüsü olan ve sömürgeciliği yayılma metodu olarak kullanan bu devletlerin (ABD, İngiltere ve Fransa) özellikle İslâm beldeleri üzerindeki nüfuzları ve bu nüfuzlarının bekası için kullanılmıştır. Onlar bu tip anayasaları; hem nüfuz mücadelesinde birbirlerine karşı, hem de ümmetin yeniden uyanıp kendi akidesinden kaynaklanan hayat nizamına yani İslâmi hayata ve bunu tesis edebilecek yegâne yapı olan Hilâfet Devleti’nin yeniden ikamesine karşı bir tedbir vasıtası olarak kullanmışlardır ve kullanmaya da devam etmektedirler. Bu tip anayasalar, ağırlıklı olarak İslâm beldelerinde olsa da “üçüncü dünya ülkesi” olarak adlandırılan ve yüzyıllardır sömürünün pençesinde kıvranan Afrika ülkelerinde de mevcuttur.

Anayasalar, soyutluk ve kapsamlılık açısından da iki çeşide ayrılır. Soyut anayasalar, kısa ve öz hükümlerden oluşan genel bir çerçeveden ibarettir. Bu sebeple “Çerçeve Anayasa" ismini de alırlar. Bunun zıttı olan “Kazuistik Anayasa" olarak tabir edilen anayasalar ise uzun ve ayrıntılı kurallardan oluşan, kesin hükümlerin belirlendiği anayasalardır.

Anayasaların bir başka çeşidi de kurumların ve kanunların anayasaya uygunluğunu denetleme makamı açısından oluşturdukları çeşittir. Bu tür anayasalar, “Avrupa” ve “Amerika” modeli olmak üzere ikiye ayrılır. İçerisine Türkiye’nin de dâhil olduğu Avrupa modelinde, uygunluk denetimini yapma görevi yine anayasal bir kurum olan “Anayasa Mahkemeleri" vasıtasıyla gerçekleştirilir. Türkiye’de Anayasa Mahkemesi, 1960 askerî darbesinin ardından yürürlüğe giren 1961 Anayasası’yla kurulmuştur. Avrupa’da ise örnekleri 1920’li yıllara dayanmaktadır. Amerikan modelinde ise, kurum ve kanunların anayasaya uygunluğunu denetleme görevi genel yargıya, yani normal mahkemelere aittir.

Buraya kadar anlatmaya çalıştığımız anayasa türleri, “modern dönem anayasaları" olarak kabul edilen 18. yüzyıl ve sonrası ortaya çıkan Batı anayasaları ile onların nüfuzları altında bulunan bölgeler için oluşturulan anayasalar açısından geçerlidir. Bu nedenle, bizim bir Müslüman olarak anayasa türleri içerisinde bakışlarımızı odaklamamız gereken tek nokta, anayasanın kaynağı/fikrî temeli, yani üzerine oturtulduğu akidedir.

İşte bu açıdan anayasa türleri mutlak şekilde "hak" ve "batıl" olarak ikiye ayrılır. "Batıl" olanlar; bugün “modern dünya” olarak tabir edilen kapitalizmin egemen olduğu dünyada, niteliği tam bağımsızlık, millet iradesi, demokrasi, insan hakları vs. olan ve ne şekilde ifade edilirse edilsin insan aklının ürünü bütün anayasalar olup bunların her biri, birer küfür anayasasıdır. "Hak" olanlar ise tektir, kaynağı yalnızca İslâm akidesi ve ondan sadır olan fikir ve naslar olan İslâm anayasasıdır. İşte anayasa çeşitleri, bir Müslümanın sahip olduğu akide, o akideden kaynaklanan bakış açısı ve o akidenin ortaya koyduğu hayat nizamı açısından bu şekildedir. Bir Müslüman açısından "batıl" olanların hepsi, istisnasız reddedilmesi ve şiddetle kendisinden kaçınılması gereken anayasalardır. Bu anayasalar, ümmet üzerindeki tesirleri yok edilip yerlerine İslâmî anayasanın ve yönetiminin tesis edilmesinin vacip olduğu birer genel kültür malumatından başka bir şey değildir.

Küfür anayasaları için bir Müslüman açısından geçerli olan hassasiyetlerin hepsi, küfür kanun ve nizamları açısından da aynıdır. Çünkü sahip olduğu anayasa bir devletin esasi kanunudur. Anayasalar, temel hatlarıyla hâkimiyetin kaynağını, devletin yapısını, yetki sınırlarını ve tebaası üzerindeki hak, görev ve sorumluluklarını, tebaanın da devlete karşı yükümlülüklerini belirleyen kanunlardır. Dolayısıyla anayasa da, bir devletin bütün kurum ve kuruluşlarının oluşumuna ve insanların uymakla zorunlu kılındıkları kanunların yapılmasına temel oluşturan bir kanundur. Bu bağlamda, devlet içinde oluşturulan tüm kurum ve kuruluşlar ile yapılan bütün kanunların anayasaya aykırılık teşkil etmemesi gerekir. Kısacası, küfür anayasası üzerine inşa edilmiş ve insanların uymakla zorunlu kılındığı bütün kanun ve nizamlar da küfürdür.

Çünkü en basit ifadeyle kanun, otoritenin tebaasına yönelik emridir. Nitekim kanun ıstılahta: “Sultanın/otoritenin insanları, karşılıklı alâkalarında uymaya mecbur ettiği kaideler toplamı” olarak tanımlanır. Batıl batı rejimlerinde bu kaideleri/kanunları oluşturma yetkisi bazı ufak uygulama farklılıkları olmakla birlikte meclislere bırakılmıştır. Meclisler, egemenliğin sahibi olan millet adına yasama faaliyetini yürütürler ve insanların alakalarında uymakla zorunlu oldukları yasaları/kanunları yaparlar. Bu yasama işlemi hangi cezbedici ifadelerle anlatılırsa anlatılsın, hükmün kaynağı İslâm akidesi yerine insan aklı olduğu için kesinlikle küfürdür.

Çünkü en basit ifadeyle kanun, otoritenin tebaasına yönelik emridir. "Kanun" ıstılahta; "Sultanın/otoritenin insanları, karşılıklı alâkalarında uymaya mecbur ettiği kaideler toplamı" olarak tanımlanır. Batıl Batı rejimlerinde bu kaideleri/kanunları oluşturma yetkisi, bazı ufak uygulama farklılıkları olmakla birlikte meclislere bırakılmıştır. Meclisler, egemenliğin sahibi olan millet adına yasama faaliyetini yürütürler ve insanların alâkalarında uymakla zorunlu oldukları yasaları/kanunları yaparlar. Bu yasama işlemi hangi cezbedici ifadelerle anlatılırsa anlatılsın, hükmün kaynağı İslâm akidesi yerine insan aklı olduğu için kesinlikle küfürdür.

İslâm’da ise, ister anayasa isterse kanunlar olsun, hükmün kaynağı mutlak şekilde İslâm akidesinden sadır olan İslâm şeriatıdır, yani Allah Subhanehu ve Teâlâ'dır. Özetle, halifenin şer’i naslara bağlı kalarak benimsemiş ve emretmiş olduğu hükümler kanun hâlini alır ve insanların uymasını zorunlu kılar. İşte anayasa ve kanun türleri, bir Müslümanın bakmasını gerektiren İslâm akidesi açısından bakıldığında “hak” ve “batıl” olmak üzere sadece iki tanedir. “Anayasa” ve “kanun” kelimeleri ıstılahî açıdan evrensel bir anlama sahip olsalar da, hükmün kaynağı açısından onları hak ya da batıl yapan fark, geceyle gündüzün farkı gibidir.

    [وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ اِذَا قَضَى اللّٰهُ وَرَسُولُهُٓ اَمْرًا اَنْ يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ اَمْرِهِمْۜ وَمَنْ يَعْصِ اللّٰهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُب۪ينًا] “Allah ve Rasulü herhangi bir konuda hüküm verdiklerinde artık mümin bir erkek veya kadın için işlerinde tercih hakları yoktur. Allah’ın ve Rasulü’nün emrine itaat etmeyenler doğru yoldan açıkça sapmışlardır.” [Ahzâb Suresi 36]


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz