Günümüzde ülkelerin kabul
ettiği ve yürürlüğe koyduğu beşerî anayasalar incelendiğinde bu anayasaların
özgürlük esası üzerinde laik, demokratik anayasalar olduğu görülür.
Batı medeniyetinin vazgeçilmezlerinden olan,
adeta kutsal kabul edilen ve “kamu hürriyetleri” olarak
ifade edilen inanç, fikir, mülkiyet ile şahsi özgürlükler konusu da beşerî
anayasaların oluşumunda temel olarak kabul edilmiştir.
Bu özgürlüklerin teminatı olarak kabul edilen
laiklik ilkesi de beşerî anayasaların olmazsa olmazlarındandır.
Yine egemenliği halka veren demokrasi de beşerî
anayasalarda temel kaidelerden biridir.
Kısaca beşerî anayasalar, Orta Çağ sonrasında
Batı’da gerçekleşen düşünce devriminin ortaya çıkardığı, insanın dar ve sınırlı
aklı tarafından üretilen kapitalist ideoloji tarafından şekillendirilmiştir.
Yüksek idealler ve kıymetler
açısından beşerî anayasalar ile İslâmi anayasa arasındaki farklardan ilki ve en
önemlisi, çıkış kaynakları arasındaki farktır.
İslâmi anayasanın çıkış kaynağı âlemlerin Rabbi
olan Allah’ın hükümleridir.
İslâmi anayasada kanun koyma, hukuk yapma yetkisi
sadece Allah’a aittir.
[وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنْ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ وَلا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنْ الْحَقِّ] “Biz sana hak ile, kendisinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve
onlara hâkim olup nesh edici olmak üzere Kitabı indirdik. O halde Allah'ın sana
indirdikleri ile hükmet. Sana gelen haktan uzaklaşıp onların arzularına uyma.
Ve onların arzularına uymayarak aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve
onların seni Allah'ın indirdiğinin bir kısmından saptırmalarından sakın.”[1]
Beşerî anayasaların çıkış kaynağı ise insandır,
insan aklıdır; kanun koyma yetkisi insana verilmiştir. Kurucu irade ya da
parlamentolar yoluyla anayasa ve kanunları insanlar yapar.
Batı medeniyeti tarafından akıl
kutsallaştırılmış, takdis sınırına gelinceye kadar yüceltilmiş, hüküm vermenin
esasi kaynağı haline getirilmiş ve akıllarına aykırı olan her şey
reddedilmiştir.
Peki, aklın hakikati nedir?
Akıl, yasama faaliyetlerinde bir kaynak olabilir
mi?
İdeal bir zihin modeli var mı ya da insandan
bağımsız bir zihin mümkün mü?
Akıl, tamamen tarafsız olabilir mi yoksa
sahibinin içgüdüleri, ihtiyaçları, duyguları, çevresi ve bilgi birikiminden
etkilenir mi?
Akıl bir yargıda bulunduğunda, bu bir soyut zihnin
kararı mı yoksa bir insanın yorumunun ürünü mü?
Akıl farklılıkları kaçınılmazdır; bu nedenle
gerçeğe ulaşmak ve zihinsel çatışmaları çözmek için başvurulacak kusursuz bir
zihin mevcut değildir.
Parlamentolar ya da meclisler tarafından yasama
yapılırken, insan mutluluğu, toplumun güvenliği, insan ve toplum için neyin iyi
olduğu esas alınır.
Ölçütlerinin izafiliğine, akıllarının sınırlılığına,
aklî kabiliyetlerinin, çevrelerinin, bilgilerinin egolarının ve kaprislerinin
farklılığına göre eğer yasama parlamentodaki insanlara bırakılırsa, o zaman bu
durum farklı ve birbiriyle çelişen yasalara yol açar, bu da insanlar için
sefalet ve felakete neden olur.
İnsanlarda mükemmel akıl, soyut akıl ya da
benzersiz akıl yoktur.
Bu nedenle akıl, yasama faaliyetlerinde
yetersizdir.
Akıl, hukuk koyma, yasama yetkisine sahip
değildir.
Bugün bütün insanlık, sınırlı aklın yaptığı
yasalar nedeniyle acı çekmekte, sefalet içinde yaşamakta, felaketlerden
felaketlere sürüklenmektedir.
İslâmi anayasa, insanların sadece Allah’ın kanunlarına
göre yaşamalarını ve sadece Allah’a kulluk etmelerini sağlar.
[إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ أَمَرَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ] “Hüküm ancak Allah'ındır. O, Kendisinden başkasına kulluk
etmemenizi emretti. İşte hak din budur, fakat insanların çoğu bilmez.”[2]
Beşerî anayasalar ise insanların, kendileri gibi
olan insanlar tarafından yapılan kanunlara göre yaşamalarına, kendileri gibi olan
insanlara kul olmalarına yol açar ve bir kula kulluk sistemi üreterek insanın
şerefini elinden alır.
[بَلْ أَتَيْنَاهُمْ بِذِكْرِهِمْ فَهُمْ عَنْ ذِكْرِهِمْ مُعْرِضُونَ] “Biz onlara kendi şan ve şereflerini getirmiş
bulunuyoruz, fakat onlar kendi şereflerinden yüz çevirmektedirler.”[3]
İslâmî anayasa, insanın kula kul olmak suretiyle
yitirdiği onurunu yeniden kazandırmayı ve yalnızca Allah’a kulluk edilmesini
sağlamak suretiyle bu onuru yüceltmeyi amaçlarken, beşerî anayasalar, insanı
insana kul olmaya mahkûm ederek onur kaybına neden olmaktadır.
Beşerî anayasalarda din, temel kamu hürriyetleri
olarak kabul edilen inanç, düşünce, mülkiyet ve kişisel özgürlüklerin önünde
engel olarak görülmüş, özgürlüklerin korunmasının teminatı olarak dini,
hayattan ve devletten ayıran laiklik ilkesi, beşerî anayasaların temel esasi
kaidesi olarak kabul edilmiştir.
Yine laiklik ilkesinden doğan demokratik
sistemde, toplumu oluşturan tüm insanlara bu özgürlüklerin sağlanması amaç
edinilmiştir. Böylece halkın kendisi bizzat egemenlik hakkına sahip olabilsin,
üzerinde herhangi bir baskı veya zorlama olmaksızın yöneticilerini ve
temsilcilerini seçerek egemenliğini gerçekleştirebilmek için en ileri derecede
bu özgürlükleri kullanabilsin.
Beşerî anayasaların, laiklik ilkesinin ve
demokratik sistemin temelini oluşturan özgürlükler düşüncesi, insanlığın karşı
karşıya kaldığı birçok felaketin nedenlerinden ve insanlığın başına gelen en
büyük belâlardan biridir.
İnsanlığı hayvandan daha aşağı seviyelere
düşüren, insanlığın alçaldıkça alçalmasına yol açan gerçek neden işte bu, özgürlükler düşüncesidir.
Özelikle kişisel özgürlükler düşüncesi, insanlığın hayvanlardan bile aşağı
seviyelere düşmesinde rol oynayan önemli etkenlerin başında gelmektedir.
[رَأَيْتَ مَنْ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلاأَمْ تَحْسَبُ أَنَّ أَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلا كَالأنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلا] “Heva ve hevesini ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın?
Onların çoğunun, hakkı işitip anladıklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar
gibidirler. Doğrusu onlardan daha fazla yolunu şaşırmışlardır.”[4]
Beşerî anayasaların ortaya çıkardığı laik-demokratik
siyasal sistemlerde sapık cinsel ilişkilere parlamentolar tarafından yasal
meşruiyet kazandırılmıştır.
Bu anlayış, erkeklerle kadınlar arasındaki
ilişkileri özgürlüğün en ileri derecesi olarak nitelemiş ve bu tür ilişkilere
herhangi bir sınırlama getirmemiştir.
Hatta birçok Batı ülkesinde eşcinsel sapıklık,
insan hakları kapsamına alınmış, erkekle erkeğin, kadınla kadının evlenmesine
yasal statü kazandırılmıştır.
Hayvanlarla cinsel ilişki, aile içi 'ensest'
olarak adlandırılan ilişkiler, halka açık ve kamusal alanlarda alenen
gerçekleştirilen cinsel davranışlar ile aşırı düzeyde çıplaklık, giderek
yaygınlaşmış ve normalleştirilmiştir.
Bu tür yaklaşımlar sonucunda, birçok cinsel
hastalık yaygınlaşmış ve pek çok gayrimeşru doğum gerçekleşmiştir. Hatta,
İngiltere nüfusunun %75'inin bu tür gayrimeşru ilişkilerden dünyaya geldiği
yönünde iddialar bulunmaktayken resmî veriler bu oranın %51,4’tür. Bu oran,
Avrupa ülkeleri arasında orta seviyede olup, Fransa (%63,5) ve İzlanda (%69,4)
gibi ülkelerin altında, ancak Türkiye (%2,8) gibi ülkelerin oldukça
üzerindedir.[5]
Kapitalizmin ileri düzeyi olan liberal anlayışın
bireyciliği teşvik etmesiyle aile kurumu parçalanmış, her ferdin bir aile
olduğu sapkın anlayışı sonucunda insan kendi yalnızlık hapishanesinin mahkûmu
haline gelmiştir.
İslâmi anayasa hükümleri ise bu tür kişisel
özgürlüklere tam anlamıyla karşı çıkar. İslâm'da kişisel özgürlük olmayıp
Müslüman, davranışlarında, Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı kalmakla
yükümlüdür. Kişinin Allah'ın haram kıldığı bir işi yapması yasaklanmış,
yapılmasını önlemek amacıyla da ağır müeyyideler konulmuştur.
İslâmi anayasa; zinayı, eşcinselliği, her türlü
sapkın ilişkiyi, içkiyi, uyuşturucuyu, çıplaklığı ve insanın şerefini yok eden,
onu hayvanlardan bile aşağı düşüren davranış çeşitlerini “günah” ve “suç”
olarak tanımlayarak yasaklamıştır. İnsanları da bu suçları işlemekten caydırmak
ve korumak için cezalar koymuştur.
İslâm, üstün bir ahlâka, övülmeye değer bir
karaktere sahip olmayı emretmiştir. Dolayısıyla İslâmi anayasa uygulandığı
takdirde, iffetli, temiz ve üstün değerlere sahip bir İslâm toplumu ortaya
çıkaracaktır.
Beşerî anayasaların oluşumunda inanç ve düşünce özgürlüğü de önemli
bir yer tutmaktadır. Bu anayasalara göre; insan, istediği şeye inanabilir,
inancından vazgeçebilir, inancını değiştirebilir, bu konu da insan tamamen
serbesttir.
Düşünce özgürlüğü ise özgürlükler konusu içinde
kendisine en fazla önemin atfedildiği bir özgürlük çeşidi olarak “insanın
düşüncelerini hiçbir sınırlama olmaksızın ifade edebilmesi” olarak tarif edilir.
Ne var ki inanç ve fikir özgürlüğü pek çok sapkın
inanç ve fikir ortaya çıkarmış, bu inanç ve fikirlerin insanlık üzerinde
oluşturduğu etkiler sebebiyle de çok çeşitli sapkın yaşam tarzları görülmeye
başlanmış, insanlık, derin bir yozlaşmanın beraberinde getirdiği ağır bir
toplumsal çöküntüye sürüklenmiştir.
İslâmi anayasada, İslâm, inancı koruma altına
almıştır. Düşünce özgürlüğü ise Allah’ın emir ve yasakları ile
sınırlandırılmıştır. İslâm’a aykırı, toplumu ifsat edecek hiçbir düşüncenin
ifade edilmesine izin verilmemiştir.
Mülkiyet özgürlüğü, ekonomik alanda kapitalizmin ve sömürgeciliğin
temelini oluşturmuştur. Bu özgürlük, bireyin hangi yöntemle olursa olsun mal
edinme, biriktirme ve geliştirme hakkını ifade eder. Ancak bu durum,
sömürgecilik, haksız kazanç, hırsızlık, stokçuluk, faizcilik, aldatma,
dolandırıcılık, zina, kumar, eşcinsellik, kadın bedenini metalaştırma, içki
üretimi ve satışı, rüşvet gibi etik ve ahlaki değerlerle çelişen yollarla da
zenginlik edinmeyi mümkün kılmıştır.
İslâm'da mülk edinme ile ilgili hükümler, bu tür
özgürlüklerle çelişki halindedir. İslâm, insanların sömürülmesi düşüncesine
karşı savaş açar. Tıpkı faiz fikrine savaş açtığı gibi.
İslâm; mülk edinmeyi, mülk edinme ve onu sarf
etme yollarını sınırlandırmıştır. Bu sınırların dışındaki yolları “haram”
olarak kabul etmiş, yasaklamış ve mülkiyet konusunda insana özgürce hareket
edebilme hakkı tanımamıştır. Aksine, malın yağmalanması, talan edilmesi,
hırsızlık, rüşvet, faiz, kumar, zina, eşcinsellik veya kadın vücudunu bir meta
haline getirme, kusurlu malları kusursuz gösterme, aldatmak, içki imalatı ve
satımı gibi birçok konuda kazanç elde etmeyi ve bu yollarla kazanç arttırmayı
haram kılarak yasaklamıştır.
Mülkiyet
özgürlüğünün doğurduğu kapitalistleşme, gelir dağılımında derin bir
adaletsizliğe yol açmış; servet ve kaynakların yalnızca küçük bir sermaye
grubunun kontrolüne geçmesine sebep olmuştur. Bunun sonucunda, insanlığın büyük
bir kısmı açlık ve sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmiştir. Kapitalizmin
vahşi sömürgecilik anlayışı ise Batılı kapitalist ülkeleri, sanayileri için
hammadde temin etmek ve ürettikleri mallar için yeni pazarlar oluşturmak amacıyla
geri kalmış ülkeleri sömürgeleştirmeye yöneltmiştir. Bu ülkelerin servet ve
kaynaklarını sömürmek için gösterdikleri hırs, her türlü insanî, ahlâkî ve
manevî değerlerle açık bir çelişki içindedir.
Beşerî
anayasalar, kapitalist ideolojinin birey, toplum, devlet ve hayat üzerindeki
yansımaları olarak karşımıza çıkar. Kapitalizmde davranışların temel değer
ölçüsü menfaattir. Bu nedenle menfaatçilik, birey, toplum ve devlet yaşamının
temel bakış açısını oluşturmaktadır.
İnsan
davranışları incelendiğinde, bu davranışların maddi, ruhi, ahlâkî ve insanî bir
değer ürettiği görülür. Ancak, kapitalist anlayış, insan davranışlarını
yalnızca maddi bir değer üretme amacına indirgemekte; böylece toplumda
menfaatçiliği esas alan bir yapı meydana getirmektedir.
Anayasalar,
insanlar arasındaki sürekli ilişkileri düzenleyen ve toplumsal hayatı tanzim
eden temel yasalardır. İnsanlar arasındaki ilişkilerde menfaatçiliği ve
yalnızca maddi bir kazanç elde etmeyi amaç edinmek, kapitalist bir toplum
yapısını kaçınılmaz kılar.
Beşerî
anayasaların oluşturduğu kapitalist toplum yapısında maddi kıymetleri elde
etmenin dışında insani, ahlaki ve ruhi kıymetler ile bu kıymetleri elde etmeye
çalışmanın hiçbir önemi yoktur.
İnsanın yaratıcısıyla
bağ kurmasını sağlayan ve ruhi bir kıymet oluşturan davranışlar, yalan
söylememek, dürüst olmak, vefalı davranmak ya da emanete riayet etmek gibi
ahlâkî kıymetler ile yardım isteyene yardım etmek veya kendi hayatını tehlikeye
atarak bir yangından insan kurtarmak gibi insanî kıymetler elde etmeye yönelik
davranışların, beşerî anayasalar ve bu anayasaların ortaya çıkardığı birey,
toplum ve devlet hayatında bir karşılığı yoktur.
Sadece
maddi çıkar üzerine kurulu bir hayat anlayışı, hiçbir değere bağlı kalmaksızın
bireyleri yalnızca maddi kazanç elde etmeye yöneltmiş; bu durum insan, toplum
ve devlet düzeyinde derin bir yozlaşmaya neden olmuştur. Beşerî anayasaların
neden olduğu, insanî, ruhi ve ahlâkî değerleri göz ardı eden bu derin yozlaşma,
insanlığı büyük bir felakete sürüklemiştir.
Bu
felaketin sonuçları, her alanda kendini göstermektedir:
- İnsanda: Sadece kişisel çıkarlarını düşünen, bencil ve zevklerinden başka
hiçbir şeyi önemsemeyen bireyler.
- Ailede: Parçalanmış yapılar, bireyciliğe mahkûm edilmiş yaşamlar,
eşcinsellik, pedofili, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı.
- Toplumda: Şiddet, taciz, tecavüz, güvensizlik, terör, açlık, sefalet,
sürekli artan suç oranları; gelir dağılımında adaletsizlik ve sosyal, siyasal,
hukuki, ahlâkî, ekonomik krizlerle çöküntü içinde bir yaşam.
- Devlette: Halkına acımayan, zalim, zorba ve baskıcı rejimler. Zayıf ve geri
kalmış halkların servet ve kaynaklarını ele geçirmek için ülkeler işgal
eden, darbeler yaptıran, ajanlar devşiren, acımasızca milyonlarca insanı
katleden; kendi değerlerine ve oluşturdukları uluslararası hukuka bile
bağlı kalmayan sömürgeci devletler.
Bu çöküş,
sömürgeci devletlere hizmet eden bir dünya düzenini ve uluslararası bir sistemi
ortaya çıkarmıştır. Dahası, bu sisteme karşı çıkamayan, sömürgecilerin
çıkarlarına hizmet eden, kendi halkını temsil etmeyen ve onları sömürgecilere
köle eden şeref yoksunu devletler, bu düzenin devamını sağlamaktadır.
İslâmî
anayasa, Allah’ın hükümlerinin birey, toplum, devlet ve hayat üzerindeki
yansımaları olarak karşımıza çıkar.
İslâm’a
göre, insan davranışlarının değer ölçüsü Allah’ın emir ve yasakları, helâl ve
haramlar, şer’i hükümler ve Allah’ın rızasını kazanma arzusudur. Bu ölçüler,
insanın hayatına hem maddi hem de manevi bir anlam kazandırır.
İnsanlar
arasındaki sürekli ilişkilerde Allah’ın emir ve yasaklarının esas alınması,
İslâmî bir toplumun inşa edilmesini sağlar. Bu toplum, bireyi, toplumu ve
devleti yalnızca maddi değerlerle değil; aynı zamanda insanî, ahlâkî ve ruhi
değerlerle de donatır. Böylelikle, insanın, toplumun ve devletin yüksek ideal
ve hedeflere ulaşması mümkün olur.
Beşerî anayasaların referans olarak kabul ettiği
kapitalist ideoloji, toplumu bireylerden oluşan bir yapı olarak görür ve
bireyin korunması hâlinde toplumun da korunacağına inanır. Bu nedenle beşerî
anayasalarda yalnızca bireyin korunmasına yönelik hükümlere yer verilmiş;
toplumun korunmasına yönelik yüksek hedefler göz ardı edilmiştir.
İslâm ise toplumu, bölünmez bir bütün olarak ele
alır ve bireyleri bu bütünün ayrılmaz bir parçası olarak görür. Toplumun
korunması hâlinde bireylerin de korunacağını esas alır. Bu anlayış
doğrultusunda İslâm, insan nev’inin, aklın, haysiyetin, özel hayatın, bireysel
mülkiyetin, dinin, emniyetin ve devletin korunmasını, toplumun muhafazası için
belirlenmiş sabit ve değiştirilemez yüksek hedefler olarak ortaya koyar. Bu
hedefleri korumak, İslâmî anayasanın esaslarından biridir ve bu hedeflerin
güvence altına alınması için hadler ve cezalar öngörülmüştür.
Yüksek idealler ve değerler açısından beşerî
anayasalar ile İslâmî anayasa arasındaki en belirgin ve çarpıcı farklardan
biri, beşerî anayasalarda hükümlerin sadece bir yasa niteliğinde olması ve
herhangi bir inanç sistemiyle desteklenmemesidir. Bu durum, beşerî anayasalara
bağlılık, sadakat, uyum ve anayasayı koruma konusunda bireylerde kesin bir
kanaatin oluşmasını engellemekte ve sürekli anayasal problemlerin yaşanmasına
yol açmaktadır. Sadece cezai yaptırımlarla bireylerin anayasaya uymasını
sağlamaya çalışmak, beşerî anayasalardaki en büyük zaaflardan biridir.
İslâmî anayasa ise yasaların ötesinde, inanç temelli
bir yapı sunar. İslâmî toplumun İslâmî anayasaya bağlılığı, sadakati ve uyumu,
her şeyden önce bu anayasanın bireyin aklını ikna eden, kalbine güven veren ve
fıtratına uygun ilahî bir kesin inanç olmasıyla ilgilidir. Allah’ın emir ve
yasaklarına bağlı bir hayat sürmek ve İslâmî anayasanın hükümlerine uyarak
Allah’ın rızasını kazanmak, Müslümanların hayattaki en temel hedef ve
gayesidir.
Bir diğer yandan, Müslüman bir birey için İslâmî
anayasa hükümlerine uymamak, Allah’ı razı edememek, Allah’ın hoşnutsuzluğuna
uğramak ve cehenneme gitme korkusunu beraberinde getirir. Bu korku, Müslümanlar
için cezai müeyyidelerden daha büyük ve öncelikli bir yaptırım niteliğindedir.
Bu durum, İslâmî anayasanın, bireyin davranışlarını sadece maddi
yaptırımlarla değil, aynı zamanda manevi bir inanç ve sorumlulukla
şekillendirdiğini göstermektedir.
İslâmî anayasaların yalnızca bir yasa niteliği
taşımaması, aynı zamanda bir inanç sistemi olması, tek başına bile İslâmî
anayasanın beşerî anayasalardan üstün olduğunu ortaya koymaktadır.
Tüm bu nedenlerle, beşerî anayasaların yerine
İslâmî anayasanın yürürlüğe konulması hâlinde, İslâmî anayasa, beşerî
anayasaların neden olduğu tahribat ve felaketlerden insanlığı kurtaracaktır.
İnsanlığı, hayvandan daha aşağı bir seviyeye düşmekten kurtarıp yeniden
kalkınmayı sağlayacak; kula kul olma ile kaybedilen şerefi insanlığa geri
kazandıracaktır. Böylece, İslâmî anayasa, tüm insanlık için örnek teşkil eden
seçkin bir İslâmî toplum ve hayatı yeniden inşa edecektir.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış