YÜKSEK İDEALLER AÇISINDAN BEŞERÎ ANAYASALAR İLE İSLÂMİ ANAYASA ARASINDAKİ FARKLAR

Remzi Özer

Günümüzde ülkelerin kabul ettiği ve yürürlüğe koyduğu beşerî anayasalar incelendiğinde bu anayasaların özgürlük esası üzerinde laik, demokratik anayasalar olduğu görülür.

Batı medeniyetinin vazgeçilmezlerinden olan, adeta kutsal kabul edilen ve “kamu hürriyetleri” olarak ifade edilen inanç, fikir, mülkiyet ile şahsi özgürlükler konusu da beşerî anayasaların oluşumunda temel olarak kabul edilmiştir.

Bu özgürlüklerin teminatı olarak kabul edilen laiklik ilkesi de beşerî anayasaların olmazsa olmazlarındandır.

Yine egemenliği halka veren demokrasi de beşerî anayasalarda temel kaidelerden biridir.

Kısaca beşerî anayasalar, Orta Çağ sonrasında Batı’da gerçekleşen düşünce devriminin ortaya çıkardığı, insanın dar ve sınırlı aklı tarafından üretilen kapitalist ideoloji tarafından şekillendirilmiştir.

Yüksek idealler ve kıymetler açısından beşerî anayasalar ile İslâmi anayasa arasındaki farklardan ilki ve en önemlisi, çıkış kaynakları arasındaki farktır.

İslâmi anayasanın çıkış kaynağı âlemlerin Rabbi olan Allah’ın hükümleridir.

İslâmi anayasada kanun koyma, hukuk yapma yetkisi sadece Allah’a aittir.

[وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنْ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ وَلا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنْ الْحَقِّ] “Biz sana hak ile, kendisinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve onlara hâkim olup nesh edici olmak üzere Kitabı indirdik. O halde Allah'ın sana indirdikleri ile hükmet. Sana gelen haktan uzaklaşıp onların arzularına uyma. Ve onların arzularına uymayarak aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların seni Allah'ın indirdiğinin bir kısmından saptırmalarından sakın.”[1]

Beşerî anayasaların çıkış kaynağı ise insandır, insan aklıdır; kanun koyma yetkisi insana verilmiştir. Kurucu irade ya da parlamentolar yoluyla anayasa ve kanunları insanlar yapar.

Batı medeniyeti tarafından akıl kutsallaştırılmış, takdis sınırına gelinceye kadar yüceltilmiş, hüküm vermenin esasi kaynağı haline getirilmiş ve akıllarına aykırı olan her şey reddedilmiştir.

Peki, aklın hakikati nedir?

Akıl, yasama faaliyetlerinde bir kaynak olabilir mi?

İdeal bir zihin modeli var mı ya da insandan bağımsız bir zihin mümkün mü?

Akıl, tamamen tarafsız olabilir mi yoksa sahibinin içgüdüleri, ihtiyaçları, duyguları, çevresi ve bilgi birikiminden etkilenir mi?

Akıl bir yargıda bulunduğunda, bu bir soyut zihnin kararı mı yoksa bir insanın yorumunun ürünü mü?

Akıl farklılıkları kaçınılmazdır; bu nedenle gerçeğe ulaşmak ve zihinsel çatışmaları çözmek için başvurulacak kusursuz bir zihin mevcut değildir.

Parlamentolar ya da meclisler tarafından yasama yapılırken, insan mutluluğu, toplumun güvenliği, insan ve toplum için neyin iyi olduğu esas alınır.

Ölçütlerinin izafiliğine, akıllarının sınırlılığına, aklî kabiliyetlerinin, çevrelerinin, bilgilerinin egolarının ve kaprislerinin farklılığına göre eğer yasama parlamentodaki insanlara bırakılırsa, o zaman bu durum farklı ve birbiriyle çelişen yasalara yol açar, bu da insanlar için sefalet ve felakete neden olur.

İnsanlarda mükemmel akıl, soyut akıl ya da benzersiz akıl yoktur.

Bu nedenle akıl, yasama faaliyetlerinde yetersizdir.

Akıl, hukuk koyma, yasama yetkisine sahip değildir.

Bugün bütün insanlık, sınırlı aklın yaptığı yasalar nedeniyle acı çekmekte, sefalet içinde yaşamakta, felaketlerden felaketlere sürüklenmektedir.

İslâmi anayasa, insanların sadece Allah’ın kanunlarına göre yaşamalarını ve sadece Allah’a kulluk etmelerini sağlar.

[إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ أَمَرَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ] “Hüküm ancak Allah'ındır. O, Kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretti. İşte hak din budur, fakat insanların çoğu bilmez.”[2]

Beşerî anayasalar ise insanların, kendileri gibi olan insanlar tarafından yapılan kanunlara göre yaşamalarına, kendileri gibi olan insanlara kul olmalarına yol açar ve bir kula kulluk sistemi üreterek insanın şerefini elinden alır.

[بَلْ أَتَيْنَاهُمْ بِذِكْرِهِمْ فَهُمْ عَنْ ذِكْرِهِمْ مُعْرِضُونَ] “Biz onlara kendi şan ve şereflerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi şereflerinden yüz çevirmektedirler.”[3]

İslâmî anayasa, insanın kula kul olmak suretiyle yitirdiği onurunu yeniden kazandırmayı ve yalnızca Allah’a kulluk edilmesini sağlamak suretiyle bu onuru yüceltmeyi amaçlarken, beşerî anayasalar, insanı insana kul olmaya mahkûm ederek onur kaybına neden olmaktadır.

Beşerî anayasalarda din, temel kamu hürriyetleri olarak kabul edilen inanç, düşünce, mülkiyet ve kişisel özgürlüklerin önünde engel olarak görülmüş, özgürlüklerin korunmasının teminatı olarak dini, hayattan ve devletten ayıran laiklik ilkesi, beşerî anayasaların temel esasi kaidesi olarak kabul edilmiştir.

Yine laiklik ilkesinden doğan demokratik sistemde, toplumu oluşturan tüm insanlara bu özgürlüklerin sağlanması amaç edinilmiştir. Böylece halkın kendisi bizzat egemenlik hakkına sahip olabilsin, üzerinde herhangi bir baskı veya zorlama olmaksızın yöneticilerini ve temsilcilerini seçerek egemenliğini gerçekleştirebilmek için en ileri derecede bu özgürlükleri kullanabilsin.

Beşerî anayasaların, laiklik ilkesinin ve demokratik sistemin temelini oluşturan özgürlükler düşüncesi, insanlığın karşı karşıya kaldığı birçok felaketin nedenlerinden ve insanlığın başına gelen en büyük belâlardan biridir.

İnsanlığı hayvandan daha aşağı seviyelere düşüren, insanlığın alçaldıkça alçalmasına yol açan gerçek neden işte bu, özgürlükler düşüncesidir.

Özelikle kişisel özgürlükler düşüncesi, insanlığın hayvanlardan bile aşağı seviyelere düşmesinde rol oynayan önemli etkenlerin başında gelmektedir.

[رَأَيْتَ مَنْ اتَّخَذَ إِلَهَهُ هَوَاهُ أَفَأَنْتَ تَكُونُ عَلَيْهِ وَكِيلاأَمْ تَحْسَبُ أَنَّ أَكْثَرَهُمْ يَسْمَعُونَ أَوْ يَعْقِلُونَ إِنْ هُمْ إِلا كَالأنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ سَبِيلا] “Heva ve hevesini ilah edineni gördün mü? Ona sen mi vekil olacaksın? Onların çoğunun, hakkı işitip anladıklarını mı sanıyorsun? Onlar ancak hayvanlar gibidirler. Doğrusu onlardan daha fazla yolunu şaşırmışlardır.”[4]

Beşerî anayasaların ortaya çıkardığı laik-demokratik siyasal sistemlerde sapık cinsel ilişkilere parlamentolar tarafından yasal meşruiyet kazandırılmıştır.

Bu anlayış, erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkileri özgürlüğün en ileri derecesi olarak nitelemiş ve bu tür ilişkilere herhangi bir sınırlama getirmemiştir.

Hatta birçok Batı ülkesinde eşcinsel sapıklık, insan hakları kapsamına alınmış, erkekle erkeğin, kadınla kadının evlenmesine yasal statü kazandırılmıştır.

Hayvanlarla cinsel ilişki, aile içi 'ensest' olarak adlandırılan ilişkiler, halka açık ve kamusal alanlarda alenen gerçekleştirilen cinsel davranışlar ile aşırı düzeyde çıplaklık, giderek yaygınlaşmış ve normalleştirilmiştir.

Bu tür yaklaşımlar sonucunda, birçok cinsel hastalık yaygınlaşmış ve pek çok gayrimeşru doğum gerçekleşmiştir. Hatta, İngiltere nüfusunun %75'inin bu tür gayrimeşru ilişkilerden dünyaya geldiği yönünde iddialar bulunmaktayken resmî veriler bu oranın %51,4’tür. Bu oran, Avrupa ülkeleri arasında orta seviyede olup, Fransa (%63,5) ve İzlanda (%69,4) gibi ülkelerin altında, ancak Türkiye (%2,8) gibi ülkelerin oldukça üzerindedir.[5]

Kapitalizmin ileri düzeyi olan liberal anlayışın bireyciliği teşvik etmesiyle aile kurumu parçalanmış, her ferdin bir aile olduğu sapkın anlayışı sonucunda insan kendi yalnızlık hapishanesinin mahkûmu haline gelmiştir.

İslâmi anayasa hükümleri ise bu tür kişisel özgürlüklere tam anlamıyla karşı çıkar. İslâm'da kişisel özgürlük olmayıp Müslüman, davranışlarında, Allah'ın emir ve yasaklarına bağlı kalmakla yükümlüdür. Kişinin Allah'ın haram kıldığı bir işi yapması yasaklanmış, yapılmasını önlemek amacıyla da ağır müeyyideler konulmuştur.

İslâmi anayasa; zinayı, eşcinselliği, her türlü sapkın ilişkiyi, içkiyi, uyuşturucuyu, çıplaklığı ve insanın şerefini yok eden, onu hayvanlardan bile aşağı düşüren davranış çeşitlerini “günah” ve “suç” olarak tanımlayarak yasaklamıştır. İnsanları da bu suçları işlemekten caydırmak ve korumak için cezalar koymuştur.

İslâm, üstün bir ahlâka, övülmeye değer bir karaktere sahip olmayı emretmiştir. Dolayısıyla İslâmi anayasa uygulandığı takdirde, iffetli, temiz ve üstün değerlere sahip bir İslâm toplumu ortaya çıkaracaktır.

Beşerî anayasaların oluşumunda inanç ve düşünce özgürlüğü de önemli bir yer tutmaktadır. Bu anayasalara göre; insan, istediği şeye inanabilir, inancından vazgeçebilir, inancını değiştirebilir, bu konu da insan tamamen serbesttir.

Düşünce özgürlüğü ise özgürlükler konusu içinde kendisine en fazla önemin atfedildiği bir özgürlük çeşidi olarak “insanın düşüncelerini hiçbir sınırlama olmaksızın ifade edebilmesi” olarak tarif edilir.

Ne var ki inanç ve fikir özgürlüğü pek çok sapkın inanç ve fikir ortaya çıkarmış, bu inanç ve fikirlerin insanlık üzerinde oluşturduğu etkiler sebebiyle de çok çeşitli sapkın yaşam tarzları görülmeye başlanmış, insanlık, derin bir yozlaşmanın beraberinde getirdiği ağır bir toplumsal çöküntüye sürüklenmiştir.

İslâmi anayasada, İslâm, inancı koruma altına almıştır. Düşünce özgürlüğü ise Allah’ın emir ve yasakları ile sınırlandırılmıştır. İslâm’a aykırı, toplumu ifsat edecek hiçbir düşüncenin ifade edilmesine izin verilmemiştir.

Mülkiyet özgürlüğü, ekonomik alanda kapitalizmin ve sömürgeciliğin temelini oluşturmuştur. Bu özgürlük, bireyin hangi yöntemle olursa olsun mal edinme, biriktirme ve geliştirme hakkını ifade eder. Ancak bu durum, sömürgecilik, haksız kazanç, hırsızlık, stokçuluk, faizcilik, aldatma, dolandırıcılık, zina, kumar, eşcinsellik, kadın bedenini metalaştırma, içki üretimi ve satışı, rüşvet gibi etik ve ahlaki değerlerle çelişen yollarla da zenginlik edinmeyi mümkün kılmıştır.

İslâm'da mülk edinme ile ilgili hükümler, bu tür özgürlüklerle çelişki halindedir. İslâm, insanların sömürülmesi düşüncesine karşı savaş açar. Tıpkı faiz fikrine savaş açtığı gibi.

İslâm; mülk edinmeyi, mülk edinme ve onu sarf etme yollarını sınırlandırmıştır. Bu sınırların dışındaki yolları “haram” olarak kabul etmiş, yasaklamış ve mülkiyet konusunda insana özgürce hareket edebilme hakkı tanımamıştır. Aksine, malın yağmalanması, talan edilmesi, hırsızlık, rüşvet, faiz, kumar, zina, eşcinsellik veya kadın vücudunu bir meta haline getirme, kusurlu malları kusursuz gösterme, aldatmak, içki imalatı ve satımı gibi birçok konuda kazanç elde etmeyi ve bu yollarla kazanç arttırmayı haram kılarak yasaklamıştır.

Mülkiyet özgürlüğünün doğurduğu kapitalistleşme, gelir dağılımında derin bir adaletsizliğe yol açmış; servet ve kaynakların yalnızca küçük bir sermaye grubunun kontrolüne geçmesine sebep olmuştur. Bunun sonucunda, insanlığın büyük bir kısmı açlık ve sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmiştir. Kapitalizmin vahşi sömürgecilik anlayışı ise Batılı kapitalist ülkeleri, sanayileri için hammadde temin etmek ve ürettikleri mallar için yeni pazarlar oluşturmak amacıyla geri kalmış ülkeleri sömürgeleştirmeye yöneltmiştir. Bu ülkelerin servet ve kaynaklarını sömürmek için gösterdikleri hırs, her türlü insanî, ahlâkî ve manevî değerlerle açık bir çelişki içindedir.

Beşerî anayasalar, kapitalist ideolojinin birey, toplum, devlet ve hayat üzerindeki yansımaları olarak karşımıza çıkar. Kapitalizmde davranışların temel değer ölçüsü menfaattir. Bu nedenle menfaatçilik, birey, toplum ve devlet yaşamının temel bakış açısını oluşturmaktadır.

İnsan davranışları incelendiğinde, bu davranışların maddi, ruhi, ahlâkî ve insanî bir değer ürettiği görülür. Ancak, kapitalist anlayış, insan davranışlarını yalnızca maddi bir değer üretme amacına indirgemekte; böylece toplumda menfaatçiliği esas alan bir yapı meydana getirmektedir.

Anayasalar, insanlar arasındaki sürekli ilişkileri düzenleyen ve toplumsal hayatı tanzim eden temel yasalardır. İnsanlar arasındaki ilişkilerde menfaatçiliği ve yalnızca maddi bir kazanç elde etmeyi amaç edinmek, kapitalist bir toplum yapısını kaçınılmaz kılar.

Beşerî anayasaların oluşturduğu kapitalist toplum yapısında maddi kıymetleri elde etmenin dışında insani, ahlaki ve ruhi kıymetler ile bu kıymetleri elde etmeye çalışmanın hiçbir önemi yoktur.

İnsanın yaratıcısıyla bağ kurmasını sağlayan ve ruhi bir kıymet oluşturan davranışlar, yalan söylememek, dürüst olmak, vefalı davranmak ya da emanete riayet etmek gibi ahlâkî kıymetler ile yardım isteyene yardım etmek veya kendi hayatını tehlikeye atarak bir yangından insan kurtarmak gibi insanî kıymetler elde etmeye yönelik davranışların, beşerî anayasalar ve bu anayasaların ortaya çıkardığı birey, toplum ve devlet hayatında bir karşılığı yoktur.

Sadece maddi çıkar üzerine kurulu bir hayat anlayışı, hiçbir değere bağlı kalmaksızın bireyleri yalnızca maddi kazanç elde etmeye yöneltmiş; bu durum insan, toplum ve devlet düzeyinde derin bir yozlaşmaya neden olmuştur. Beşerî anayasaların neden olduğu, insanî, ruhi ve ahlâkî değerleri göz ardı eden bu derin yozlaşma, insanlığı büyük bir felakete sürüklemiştir.

Bu felaketin sonuçları, her alanda kendini göstermektedir:

  • İnsanda: Sadece kişisel çıkarlarını düşünen, bencil ve zevklerinden başka hiçbir şeyi önemsemeyen bireyler.
  • Ailede: Parçalanmış yapılar, bireyciliğe mahkûm edilmiş yaşamlar, eşcinsellik, pedofili, uyuşturucu ve alkol bağımlılığı.
  • Toplumda: Şiddet, taciz, tecavüz, güvensizlik, terör, açlık, sefalet, sürekli artan suç oranları; gelir dağılımında adaletsizlik ve sosyal, siyasal, hukuki, ahlâkî, ekonomik krizlerle çöküntü içinde bir yaşam.
  • Devlette: Halkına acımayan, zalim, zorba ve baskıcı rejimler. Zayıf ve geri kalmış halkların servet ve kaynaklarını ele geçirmek için ülkeler işgal eden, darbeler yaptıran, ajanlar devşiren, acımasızca milyonlarca insanı katleden; kendi değerlerine ve oluşturdukları uluslararası hukuka bile bağlı kalmayan sömürgeci devletler.

Bu çöküş, sömürgeci devletlere hizmet eden bir dünya düzenini ve uluslararası bir sistemi ortaya çıkarmıştır. Dahası, bu sisteme karşı çıkamayan, sömürgecilerin çıkarlarına hizmet eden, kendi halkını temsil etmeyen ve onları sömürgecilere köle eden şeref yoksunu devletler, bu düzenin devamını sağlamaktadır.

İslâmî anayasa, Allah’ın hükümlerinin birey, toplum, devlet ve hayat üzerindeki yansımaları olarak karşımıza çıkar.

İslâm’a göre, insan davranışlarının değer ölçüsü Allah’ın emir ve yasakları, helâl ve haramlar, şer’i hükümler ve Allah’ın rızasını kazanma arzusudur. Bu ölçüler, insanın hayatına hem maddi hem de manevi bir anlam kazandırır.

İnsanlar arasındaki sürekli ilişkilerde Allah’ın emir ve yasaklarının esas alınması, İslâmî bir toplumun inşa edilmesini sağlar. Bu toplum, bireyi, toplumu ve devleti yalnızca maddi değerlerle değil; aynı zamanda insanî, ahlâkî ve ruhi değerlerle de donatır. Böylelikle, insanın, toplumun ve devletin yüksek ideal ve hedeflere ulaşması mümkün olur.

Beşerî anayasaların referans olarak kabul ettiği kapitalist ideoloji, toplumu bireylerden oluşan bir yapı olarak görür ve bireyin korunması hâlinde toplumun da korunacağına inanır. Bu nedenle beşerî anayasalarda yalnızca bireyin korunmasına yönelik hükümlere yer verilmiş; toplumun korunmasına yönelik yüksek hedefler göz ardı edilmiştir.

İslâm ise toplumu, bölünmez bir bütün olarak ele alır ve bireyleri bu bütünün ayrılmaz bir parçası olarak görür. Toplumun korunması hâlinde bireylerin de korunacağını esas alır. Bu anlayış doğrultusunda İslâm, insan nev’inin, aklın, haysiyetin, özel hayatın, bireysel mülkiyetin, dinin, emniyetin ve devletin korunmasını, toplumun muhafazası için belirlenmiş sabit ve değiştirilemez yüksek hedefler olarak ortaya koyar. Bu hedefleri korumak, İslâmî anayasanın esaslarından biridir ve bu hedeflerin güvence altına alınması için hadler ve cezalar öngörülmüştür.

Yüksek idealler ve değerler açısından beşerî anayasalar ile İslâmî anayasa arasındaki en belirgin ve çarpıcı farklardan biri, beşerî anayasalarda hükümlerin sadece bir yasa niteliğinde olması ve herhangi bir inanç sistemiyle desteklenmemesidir. Bu durum, beşerî anayasalara bağlılık, sadakat, uyum ve anayasayı koruma konusunda bireylerde kesin bir kanaatin oluşmasını engellemekte ve sürekli anayasal problemlerin yaşanmasına yol açmaktadır. Sadece cezai yaptırımlarla bireylerin anayasaya uymasını sağlamaya çalışmak, beşerî anayasalardaki en büyük zaaflardan biridir.

İslâmî anayasa ise yasaların ötesinde, inanç temelli bir yapı sunar. İslâmî toplumun İslâmî anayasaya bağlılığı, sadakati ve uyumu, her şeyden önce bu anayasanın bireyin aklını ikna eden, kalbine güven veren ve fıtratına uygun ilahî bir kesin inanç olmasıyla ilgilidir. Allah’ın emir ve yasaklarına bağlı bir hayat sürmek ve İslâmî anayasanın hükümlerine uyarak Allah’ın rızasını kazanmak, Müslümanların hayattaki en temel hedef ve gayesidir.

Bir diğer yandan, Müslüman bir birey için İslâmî anayasa hükümlerine uymamak, Allah’ı razı edememek, Allah’ın hoşnutsuzluğuna uğramak ve cehenneme gitme korkusunu beraberinde getirir. Bu korku, Müslümanlar için cezai müeyyidelerden daha büyük ve öncelikli bir yaptırım niteliğindedir.  Bu durum, İslâmî anayasanın, bireyin davranışlarını sadece maddi yaptırımlarla değil, aynı zamanda manevi bir inanç ve sorumlulukla şekillendirdiğini göstermektedir.

İslâmî anayasaların yalnızca bir yasa niteliği taşımaması, aynı zamanda bir inanç sistemi olması, tek başına bile İslâmî anayasanın beşerî anayasalardan üstün olduğunu ortaya koymaktadır.

Tüm bu nedenlerle, beşerî anayasaların yerine İslâmî anayasanın yürürlüğe konulması hâlinde, İslâmî anayasa, beşerî anayasaların neden olduğu tahribat ve felaketlerden insanlığı kurtaracaktır. İnsanlığı, hayvandan daha aşağı bir seviyeye düşmekten kurtarıp yeniden kalkınmayı sağlayacak; kula kul olma ile kaybedilen şerefi insanlığa geri kazandıracaktır. Böylece, İslâmî anayasa, tüm insanlık için örnek teşkil eden seçkin bir İslâmî toplum ve hayatı yeniden inşa edecektir.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz