YENİ ANAYASA TARTIŞMALARININ SİYASİ ARKA PLANI

Yusuf Yavuzkan

Geçici bir geçerliliği olan 1921 anayasasını saymazsak Cumhuriyet döneminde Türkiye'de üç anayasa çıkarılmıştır: 1924, 1961 ve 1982. Kronolojik bir değerlendirme yapıldığında; ortalama her 20 yılda bir yeni anayasa yapıldığı, bu anayasaların hepsinin askerler tarafından hazırlandığı, son ikisinin darbe anayasaları olduğu ve Soğuk Savaş döneminde yürürlükte olduğu, son 40 yıldan fazladır Türkiye'de yeni bir anayasa yapılamadığı ve sivillerin hazırladığı hiçbir anayasa bulunmadığı varsayımları çıkarılabilir. Tarihsel tartışmalar bir yana, anayasa üzerindeki güncel tartışmalar özellikle 1982 Anayasası üzerine odaklanır. Zira peş peşe gelen iktidarlar, "darbe anayasası" yaftasını ortadan kaldırmak, sivil bir anayasa hazırlamak, Soğuk Savaş sonrası yeni döneme ve Avrupa Birliği üyeliğine uyarlanmış bir anayasa çıkarmak için çok çaba harcadılar. Ancak anayasa maddeleri üzerindeki değişiklikler ve referandumlar haricinde günümüze kadar tam anlamıyla yeni ve sivil bir anayasa hazırlamayı başaramadılar.

Anayasa, devlet yönetiminin temel metni kabul edilir. Anayasa temel alınarak yasalar, yönetmelikler ve düzenlemeler yapılır. Devletin yönetim sistemi ve esasları belirlenir. Literatürde “toplumsal sözleşme” olarak kabul edilir, ancak Türkiye gibi ülkelerin anayasalarının böyle bir niteliğe sahip olmadığı açıkça görülür. Esas açısından değerlendirildiğinde; devletin temelleri, ilkeleri ve değerleri ile Müslüman halkın inançları, değerleri ve tarihsel kökenleri arasında hiçbir ilişki olmadığı gibi, görünüm itibarıyla da ülkenin yönetimi, bir avuç elitist kesim tarafından biçimlendirilmiştir. Zira halka rağmen dayatılmış bir otoriter rejim ve sonrasındaki tek parti iktidarına dayalıdır. Bu durum, devlet ile millet arasındaki kopukluğun resmî belgesidir aslında. Bu yönüyle “toplumsal sözleşme” veya “mutabakat” olarak kabul edilmesi mümkün değildir.

Anayasa tartışmalarının temelinde, devletin milletin inancına ve değerlerine -daha açık ifade etmek gerekirse İslâm’a- aykırı bir anayasaya sahip olması değil, anayasanın menşei, maksadı ve muhtevası üzerindeki anlaşmazlıklar vardır. Başka bir ifadeyle, anayasanın söz konusu toplumsal sözleşme haline getirilmesi ve halkın inançlarına uyumlu hale getirilmesi gündemde değildir. Bu durum, ancak İslâmî bir anayasa tasarısının tartışmaya açılmasıyla mümkün olabilir ki anayasa tartışmalarını yürüten elitlerin böyle bir niyeti yoktur. Ancak yeni ve sivil bir anayasa söylemine bu toplumsal sözleşme vasfını kazandırmak amacıyla hazırlanan anayasa taslaklarının kamuoyuna sunulması, ilgili kesimlerin görüşlerinin alınması veya referandum gibi yöntemler kullanılmaktadır ki bu uygulamaların anayasanın varlık amacını gerçekleştirmesi mümkün değildir. Zira bu mutabakat ancak halkın inanç ve değerlerine uygun bir anayasa tasarısıyla mümkündür.

İçerisinde bulunduğumuz son 40 yılı saymazsak, bu böyle olduğu için ortalama 20 yılda bir yeni anayasa çıkarılmış, ara dönemlerde anayasa değişiklikleri gündeme getirilmiştir. Zira mevcut anayasanın krizlere yol açtığı, toplumsal değişime ayak uyduramadığı, gelişen koşulların farklı gereksinimler ortaya çıkardığı iddia edilmiştir. Örneğin; 1961 anayasası, dışsal bir faktör olarak II. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni konjonktüre bir yanıt, içsel bir faktör olarak Amerikan nüfuzuna karşı koyma aracı olarak hazırlanmışken, 1982 Anayasası 70’li yıllara damgasını vuran sağ-sol olaylarının ardından Soğuk Savaş’ın sona ermesine bir hazırlık niteliğinde ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren orduya, Cumhuriyeti müdafaa ve muhafaza misyonu verildiği ve onlara göre siyasal iktidarların rejimi yıprattığı veya rejimin yönünü saptırdığı her dönemin sonunda askerler tarafından yapılan darbelerin sonucunda yeni bir anayasa çıkarılmıştır. Daha yalın bir ifadeyle, askerler 1961 ve 1982 anayasalarıyla siyasal sisteme ayar vermiş, bugün “askerî vesayet” olarak tanımlanan güç, on yıllar boyunca ülkede paralel ve derin bir otorite teşkil etmiştir. İktidara gelen partiler ise gerek iç dinamikler gerekse dış dinamiklerin etkisiyle, askerî vesayeti kışkırtmayacak şekilde birtakım anayasal değişikliklerle kısıtlanmak durumunda kalmıştır.

“Dış dinamikler” derken, bir yandan eski sömürgeci İngiltere’nin Türkiye’deki nüfuzunu pekiştirmek için yaptığı müdahaleleri, diğer yandan yeni sömürgeci Amerika’nın Türkiye’de nüfuz kazanmak için yaptığı müdahaleleri kast ediyoruz. İngiltere, 1950’li yıllardaki Menderes iktidarına ve dolayısıyla ordu içine Amerika’nın nüfuz etmesinden duyduğu endişeyle 1960 darbesini teşvik etmiş, teşvik etmekle kalmayıp askerî darbelere ihtiyaç duyulmasını engelleyecek veya öteleyecek düzenlemeleri içeren 1961 anayasasının önünü açmıştır. Keza Amerika, 1980’li yıllarda Özal iktidarında ülkenin dışa açılımını ve küresel sisteme entegrasyonunu sağlayacak düzenlemeleri teşvik etmiş, 2000’li yıllarda başından itibaren AK Parti döneminde “Avrupa Birliği’ne üyelik” gerekçesiyle İngiliz nüfuzunu tırpanlayacak ve kendisine alan açacak düzenlemeleri desteklemiştir.

Dolayısıyla yeni ve sivil anayasa tartışmalarının odağı, kesinlikle Müslüman halkın inançları, değerleri veya beklentileri değildir, olamaz da. Zira bu, Batı’dan ithal edilmiş demokratik-laik sistemin kökten değiştirilmesi ve İslâmi bir anayasa temelinde yeni bir devletin kurulması anlamına gelir. Geçmiştekilerde olduğu gibi, mevcut siyasi aktörlerde de böyle bir niyetin olmadığı su götürmez bir hakikattir. Bunu bir tarafa koyalım.

Diğer taraftan, tartışmaların asıl maksadını anlamak için bazı sorulara yanıt aramak gerekir: Sistem değişikliği ve devletin laik-demokratik Batılı niteliğinde bir değişim söz konusu olmadığına göre neden yeni bir anayasaya ihtiyaç var? Yürürlükteki 1982 Anayasası neden değiştirilmek isteniyor? Ya da gerçekten değiştirilmek isteniyor mu?

Kamuoyunda paylaşılan görüşlere bakıldığında, tüm siyasi partiler nezdinde anayasanın değiştirilmesi konusunda mutabakat olduğu, ancak değişikliğin nasıl olacağı konusunda ihtilaf olduğu anlaşılıyor. Mutabakatın nedeni, 1982 Anayasasının eskidiği, günümüz koşullarına uygun olmadığı, son 40 yılda yapılan anayasal değişikliklerin yeterli olmadığı, 1982 Anayasasının askerler tarafından çıkarılmış bir darbe anayasası olduğu, oysa sözde demokratik bir ülkede sivil anayasanın gerekli olduğu gibi nedenler sıralanıyor. Burada bir soru daha gündeme geliyor: Askerî vesayetin 15 yıl kadar önce sona erdiği varsayılırsa, madem darbe anayasası bu kadar kötü, anti-demokratik ve tüm partiler arasında sivil anayasa konusunda tam bir mutabakat var, o halde neden 40 yıldan fazladır hâlâ yürürlükte ve neden bugüne kadar değiştirilemedi? Meclisteki partilerin uzlaşamamasının nedeni nedir?

Cumhuriyetin kuruluş kodlarına yerleştirilmiş ve günümüze kadar etkileri süren birtakım kronik sorunların varlığı malumdur. Bunların başında hiç kuşkusuz İslâm gelmektedir. Laik-Kemalist kesimin İslâm’ın bu topraklara yeniden hâkim olmasından, Hilâfet’in geri gelmesinden ve kurulu Batılı düzenlerinin yok olmasından duydukları endişe, uykularını kaçırmaktadır. Tıpkı Rabbimizin ayette (mealen) buyurduğu gibi: “Onlar her gürültüyü kendi aleyhlerinde kabul ederler.” On yıllar boyunca yapılan anayasal ve yasal düzenlemelerle, temel hak ve özgürlüklerin ısrarla kısıtlanması, İslâm’ın yeniden hakimiyeti adına yapılan tüm faaliyetlerin cezalandırılması, bu korkunun sonucudur. Dolayısıyla “yeni”, “sivil”, “özgürlükçü” diye tanımlanan herhangi bir anayasanın, Müslümanların sesini yükseltmesine, Cumhuriyetin temel ilkelerinin sarsılmasına, karanlık ve şaibeli geçmişlerinin sorgulanmasına yol açacağından kuşku duyarlar. Anayasanın ilk dört maddesi üzerinde dönen polemik de buradan ileri gelir. Şu hâlde anayasa mutabakatı önündeki başlıca engellerden biri budur.

Bir diğer kronik sorun, Kürt meselesidir. Cumhuriyetin kurulduğu dönemde, başta Şeyh Said kıyamı ve Berzenci isyanları olmak üzere Kürt isyan hareketlerinin sömürgeci İngilizlerin başına bela olmasıyla başlayan ve Cumhuriyetin ilk 15 yılında 40’tan fazla isyanın patlak vermesine neden olan bu süreç, son 40 yılda kanlı ve örgütsel bir boyut kazanıp devletin başlıca milli güvenlik meselelerinden biri haline gelmiştir. Güncel anayasa tartışmalarındaki mutabakatın önündeki bir diğer engel de kronikleşen Kürt meselesinin nasıl çözümleneceği noktasındadır. Oysa mesele, Kürt meselesi olmaktan ziyade ulus-devletçi ve aşırı milliyetçi Cumhuriyet rejiminin ifrazatlarından biridir. Yoksa 6 asırlık Osmanlı Hilâfeti döneminde devlete karşı tek bir isyan bile görülmemişken şu anda böylesine kronikleşmiş bir sorunun ortaya çıkmış olması, neyle izah edilebilir?

Ülke içinde süregelen kronik sorunların yanı sıra bulunduğumuz bölgeden kaynaklanan ve Türkiye’nin komşularıyla bağlantılı sorunlar yumağı ve sömürgeci devletlerin bölgeye yönelik nüfuz arayışları da ülkedeki siyasi aktörlerin tutum ve davranışları üzerinde etkilidir. Her bir partiyi tek tek ele almaya lüzum olmasa da her birinin farklı düşüncelere dayalı olduğu, farklı gündemlere ve önceliklere sahip olduğu, bunların kaynağının da beslendikleri dış odaklar olduğu şüpheye yer bırakmayacak kadar açıktır. Zira bu ülkenin on yıllardır Amerikan-İngiliz nüfuz çatışmasına maruz kaldığı, bu amaçla siyasi ve paramiliter aktörleri hoyratça kullandığı, küresel sisteme bağımlılık sayesinde ülkeyi askerî, siyasi, ekonomik ve sosyal yönlerden esir aldığı açıktır.

Tüm bu faktörler, anayasal mutabakat konusundaki ihtilafların izahı için yeterli olmakla birlikte, güncel tartışmalar üzerinden ele alırsak meselenin farklı yönlerinin bulunduğu da görülecektir. Nitekim AK Parti, 2002 yılında iktidara geldiğinden bu yana anayasal ve yasal değişiklikler üzerinde durmaktadır. Başlangıçta atılan adımlar, koalisyonların egemen olduğu karanlık 1990’lı yıllar, bilhassa 28 Şubat post-modern darbesi sonrasında devletin temellerinin çökmesi, kurumlarının yıpranması ve devlet-millet köprülerinin yıkılmasına bir yanıt niteliğindeydi. AK Parti, devleti yeniden canlandırmak ve güçlendirmek için “Avrupa Birliği’ne üyelik” gerekçesiyle pek çok düzenlemelere girişti. Fakat Erdoğan’ın “iktidar olduk ama muktedir olamadık” sözüyle ifadesini bulan askerî vesayetin baskısı sonucu sınırlı kalan bu değişiklikler, Ergenekon-Balyoz operasyonları ve orduda yapılan tasfiyeler sonucu giderek hız kazanmaya başladı. Hükümet, sözünü ettiğimiz kronik sorunlar üzerinden yeni tartışmalar başlatarak kamuoyunu bu değişikliklere hazırladı. Başörtüsü yasağının kaldırılması, askerî vesayetin güç aldığı maddelerin değiştirilmesi ve Kürt meselesine yeni bir çözüm sürecinin başlatılması gibi adımlar, yeni, sivil ve demokratik anayasa tartışmalarının zeminini teşkil etti. Nitekim o dönemde yeni anayasa tasarıları hazırlandı, anayasa hukukçuları toplandı ve “Türkiye’nin darbe anayasasından bir an önce kurtarılacağı” iddia edildi. Fakat gerek ülke içinde 15 Temmuz kalkışması, gerekse bölge ülkelerinde yaşanan Arap Baharı gibi gelişmeler, bu süreci akamete uğrattı.

2017 yılına gelindiğinde, İngiliz tipi parlamenter sistemden Amerikan tipi başkanlık sistemine geçiş için bir fırsat doğdu ve hükümet, referandum yoluyla bunu başardı. Oysa tam da o sırada, kamuoyu bu kadar hazır hale gelmişken yeni bir anayasa çıkarılması mümkündü. Bir yanda Cumhurbaşkanının geniş yetkileri, diğer yanda 15 Temmuz sonrası olağanüstü hâl koşullarının sürdürülmesi, hükümetin eline müthiş bir güç verdi ve anayasayı tümüyle değiştirmeye lüzum dahi görmedi. Aslında sadece bu husus bile yeni anayasa arayışlarının, söz konusu toplumsal mutabakatı meydana getirmeye yönelik olmadığını anlamak için kâfidir. Zaten ülke, özellikle son 10 yıldır keskin bir kutuplaşma üzerinden yönetiliyor, toplum adeta “hükümet yanlıları” ve “karşıtları” şeklinde ikiye bölünmüş durumda, şiddetli bir ayrışma ve keskin söylemler hiç gündemden düşmüyor. Böyle bir ortamda farklı eğilimlere ve iltisaklara müntesip siyasi aktörlerin aynı masa etrafında oturup bu ülkenin ve halkının iyiliğine ve yararına bir anayasa üzerinde uzlaşmaya varmalarını beklemek hayaldir.

Kısaca özetlemek gerekirse; bugünkü anayasa tartışmalarının temelinde acil ihtiyaçların doğurduğu zorunluluklardan başka bir şey yoktur. Bu da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir kez daha adaylığının önünü açmakla ilgilidir. “İlk dört madde” polemiğinden başlayıp Öcalan’ın serbest bırakılmasına doğru evrilen gündemler, anayasal değişiklik için yeterli sandalye sahibi olmayan Cumhur ittifakının muhalefeti ayartma çabalarından başka bir şey değildir. Hükümetin elindeki imkanlar, araçlar ve kozlar, zaten parçalanmış ve her meselede birbirlerine düşen siyasi partiler ve kendi içlerinde yaşadıkları kaos, önümüzdeki süreçte ya bir erken seçim olasılığı ya da anayasal değişikliğe doğru gidecek gibi görünüyor.

Velhasıl; yeni anayasa tartışmalarının Müslüman Türkiye halkının menfaatleri, geleceği ve refahı ile herhangi bir alakası olduğunu kimse iddia edemez. Mesele, tamamen siyasi aktörlerin kendi koltuk ve gelecek kaygılarıyla ve süregelen sömürgecilik nüfuzunun pekiştirilmesiyle ilgilidir. Cumhuriyetin, kuruluşundan bu yana yürürlükte olan temel kodlarında hiçbir değişim olmayacağı gibi böyle bir niyet de söz konusu değildir. Adı ister askerî vesayet ister tek adam rejimi ister parlamenter sistem veya başkanlık sistemi olsun, laik-Kemalist rejim, dokunulmazlığını koruyacak, hiçbir rejim tartışması olmayacak ve ülkenin kronik sorunları, şekil ve üslup değiştirse de, olduğu gibi kalmaya devam edecektir. Bununla birlikte geri döndürülemez çöküntü ve yaşlılık bu tür değişikliklerle tersine çevrilemez. Bunamış, beli bükülmüş ve çoklu organ yetmezliği çeken bir hastayı yirmilik delikanlıya dönüştürecek ne bir tabip ne de bir ilaç vardır.

Yazıktır ki asırlar boyu İslâm ümmetine liderlik etmiş bu necip millet, sahip olduğu muazzam güç potansiyellerine rağmen tarihinin en zayıf ve en zelil dönemini yaşıyor. İnancına, değerlerine ve tarihsel prestijine layık İslâmi bir anayasa temelinde İslâmi Devleti’ne kavuştuğunda yeniden küllerinden doğacağı ve tekrar dünyanın liderliğini eline alacağı güneş gibi parlak bir hakikattir. Hiç bitmeyecekmişçesine gecemizi boğan bu zifiri karanlık bir şafak vakti güneşin aydınlığıyla mutlaka parçalanacaktır. Zira Allah vaadinden asla dönmez!


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz