MÜSLÜMANLAR İÇİN ANAYASA TASARISINDAN BİR KESİT

Muhammed Emin Yıldırım

Türkiye’de siyasi atmosfer, bir kez daha yeni anayasa girişimlerine ve tartışmalarına sahne olmaktadır. Kurtuluş(!) Savaşı’ndan hemen sonra, 1921’de yürürlüğe konulan ilk anayasa, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’ndan itibaren defalarca değişikliğe uğrayan Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, iktidar sahiplerine bir türlü kendisini beğendirememiş; adeta bir yapboz tahtası gibi siyasilerin elinde oyuncak hâline gelmiştir.

Osmanlı Hilâfet Devleti’nin enkazı üzerine kurulan Türkiye’nin tarihî önemi, kültürü, toplum yapısı, coğrafi ve stratejik konumu gibi kendine münhasır birçok özelliği bünyesinde barındırması, anayasa değişimlerine önemli bir motivasyon sağlamaktadır. Özellikle ABD ve İngiltere gibi Batılı sömürgeci devletlerin Türkiye üzerindeki nüfuz mücadelesinin, zaman zaman anayasa değişikliği şeklinde tezahür ettiği yadsınamaz bir gerçektir. Zira her anayasa değişikliği, gücü ele geçirenlerin iktidarlarını tahkim etmesinin yanı sıra Türkiye’nin politik yönünü nereye çevireceği konusunda belirleyici olmuştur. Örneğin, 2001 yılında Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde yapılan değişiklikler Avrupa hayranlığını ifade ederken, 2017 referandumuyla Amerika’dan ilham alınarak getirilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi anayasada köklü değişikliklere yol açmıştır. Türkiye’de bugüne kadar yapılan anayasal düzenlemelerin en önemli özelliği ise askerî darbeler sonrası hazırlanmış olmalarıdır.

Diğer taraftan, ister darbeciler tarafından hazırlanmış olsun ister sivil iktidarlar tarafından değişikliğe uğrayarak bugüne gelmiş olsun, anayasanın halkın maslahatı için yapılmadığı görülmektedir. Aynı bağlamda, altı çizilmesi gereken diğer bir husus ise anayasanın insan yapımı olmasından dolayı tüm kesimler tarafından değersiz görülmesi ve toplumun sorunlarını çözmeye muktedir olamayışıdır. Cumhuriyet’in kuruluşundan bugüne kadar dört ana anayasa hazırlanması, 12 kez değişime uğraması, keyfe keder çiğnenmesi ve her daim tartışma ve istismar konusu olması, bu durumun asıl sebebidir.

Dolayısıyla, Müslüman halkın inancıyla çelişmeyen, vahiy kaynaklı, değer verilen, adalet ve kalkınmayı tesis edecek İslâmî bir anayasa tasarısı sunmak kaçınılmaz olmaktadır. Peki, dünya üzerinde “Kur’an anayasamızdır” gibi vakıaya mutabık olmayan bir söylemin ötesine geçen; Kur’an, Sünnet, Sahabe İcmaı ve Şer’î Kıyastan istinbat edilmiş, tamamen İslâmî referanslarla hazırlanmış bir anayasa tasarısı var mıdır? Cevap: Evet. İslâmî siyasi parti Hizb-ut Tahrir, 191 maddeden oluşan bir anayasa tasarısı hazırlamış ve bu anayasayı esbab-ı mucibesi ile birlikte İslâm ümmetine sunmuştur. Bu anayasada, Râşidî Hilâfet Devleti -Allah’ın izniyle- çok yakında yeniden kurulduğunda; nasıl bir toplumun var edileceği, günümüzün hâkim ideolojisi kapitalizmin çözüm üretemediği kronikleşmiş sorunların İslâm ahkâmıyla nasıl çözüleceği tafsilatıyla açıklanmıştır.

Bu makalede, söz konusu anayasa tasarısından bazı kesitler sunacağız. Böylece, İslâm’ın hayatın her alanını kuşattığı, üzerimize hiçbir şeyi eksik bırakmadığı, İslâm hukukunda herhangi bir belirsizliğin olmadığı Müslümanlar tarafından anlaşılmış olsun. Zulümle adalet arasındaki çizgi net olarak görülsün ve adil bir yönetici ile zalim bir yönetici birbirinden kolayca ayrılabilsin. En önemlisi de Müslümanlar, İslâmî bir anayasadan başkasına kalben razı olmadıkları gibi fiilen de razı olmasınlar.

Şimdi, müstakbel Hilâfet Devleti Anayasa Tasarısı’ndan bazı örnekler verelim…

Öncelikle, küçük bir azınlık hariç, küresel kapitalist sistemin gölgesinde yaşayan herkesin, özellikle de İslâm beldelerinde varlık içinde yokluğa mahkûm edilen Müslümanların mustarip olduğu temel ihtiyaçların karşılanması meselesiyle başlayalım:

Madde 125: Fert fert herkesin temel ihtiyaçlarının tam bir şekilde doyurulması garanti edilmelidir. Her ferdin lüks ihtiyaçlarını, mümkün mertebe en yüksek seviyede karşılamasına imkân verilmesi de garanti edilmelidir.

Bu madde iki şıktan ibarettir:

Birincisi: Temel ihtiyaçların karşılanmasının garanti edilmesi.

İkincisi: Lüks ihtiyaçların karşılanmasına imkân tanınması.

Birinci şıkka gelince, bunun birçok delili vardır. Şâri’, kazanmaya, rızkı talep etmeye ve çalışmaya teşvik etmiş; kişinin, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ihtiyaçlarını temin etmesi için muktedir olduğu takdirde çalışmasını farz kılmıştır. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

[كَفَى بِالْمَرْءِ إِثْمًا أَنْ يُضَيِّعَ مَنْ يَقُوتُ] “Bakmakla yükümlü olduğu kişileri (sorumluluklarını ihmal ederek) zayi etmesi kişiye günah olarak yeter.” [1]

İnsanın tüm temel ihtiyaçlarını kendi kazancından karşılamasını garanti etmede birinci unsur budur. Bu sorumluluğu yerine getirmeyen kişi, her farzda olduğu gibi cezalandırılır. Kadınlara ve yaşlı erkeklere gelince; Allah, onlara nafaka verilmesini farz kılmış, bunu gerekli bir hak olarak belirlemiş ve bunun şeriata göre tahsil edilmesini devlete yüklemiştir.

Mesela, kadının nafakasını kocasına farz kılmıştır. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

[إِنَّ لَهُنَّ عَلَيْكُمْ حَقًّا أَنْ تُطْعِمُوهُنَّ إِذَا طَعِمْتُمْ، وَتَكْسُوهُنَّ إِذَا اكْتَسَيْتُمْ] “Onların sizin üzerinizdeki hakları, marufa göre yedirmeniz ve giydirmenizdir.”[2] Çocukların nafakasını babaya farz kılmıştır. Çocukların nafakasını ise babaya farz kılmıştır. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:

[وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ] “Onların marufa göre yedirilmesi ve giydirilmesi babaya aittir.”[3]

Ayrıca Allah Subhânehu ve Teâlâ, insanın erkek veya kadın, Müslüman veya kâfir olup olmadığına bakılmaksızın temel ihtiyaçlarının temin edilmesini devlete farz kılmıştır. Temel ihtiyaçlarını karşılamaya güç yetiremeyen ve nafakasını temin edecek kimsesi olmayan yaşlılar, çocuklar ve kadınların bakımı ise devlete aittir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:

[مَنْ تَرَكَ مَالًا فَلِوَرَثَتِهِ، وَمَنْ تَرَكَ كَلًّا فَإِلَيْنَا] “Kim öldükten sonra geride bir mal bırakırsa o mal varislerinindir. Kim de bakıma muhtaç birisini bırakırsa onun bakımı bize aittir.”[4]

Böylece İslâmî yönetim, aciz kimselerin maddi güvenliğini sağlar; onları iktisadî sıkıntılarla yüz yüze bırakmaz ve kendi hâline terk etmez. Buna ilave olarak, devlet, ekonominin geliştirilmesine ve insanların ekonomik durumlarının iyileştirilmesine çalışır.

Bu maddede geçen hususları Hilâfet Devleti, servetin ve paranın insanlar arasında adil bir şekilde dağıtılmasını garanti eden eşsiz İslâm iktisat nizamını tatbik ederek gerçekleştirecektir. Aynı şekilde, faizi ve paranın az bir kesimin elinde birikmesini yasaklayan hükümlerle bu hedeflere ulaşır. Haram olan faizin yasaklanmasıyla para piyasada serbestçe dolaşır; fertlerin harcamalar yapmalarını ve parayı saklamak yerine yatırım yapmalarını sağlar ve sürekli olarak çalışma fırsatları oluşturur. Yine devlet, küresel mali kuruluşlardan alınan faizli borçları derhâl durduracak ve bu büyük meblağlar toplumdaki fakirliğin giderilmesinde, eğitim ve sağlık seviyesinin yükseltilmesinde ve diğer ihtiyaçların karşılanmasında kullanılacaktır.

Bunların yanında, Hilâfet Devleti; doğalgaz ve petrol gibi doğal kaynakların ve suyun özelleştirilmesini yasaklayacak, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisi gereğince bu kaynakları tüm toplumun mülkü hâline getirecektir:

[النَّاسُ شُرَكَاءُ فِي ثَلَاثٍ: الْمَاءِ وَالْكَلَإِ وَالنَّارِ] “İnsanlar üç şeyde ortaktır: Su, mera ve ateş (enerji).”[5]

Aynı şekilde, ülkede yaşayan insanların omuzlarında ağır bir yük oluşturan vergi sistemi ilga edilecek; böylelikle insanlar üzerindeki mevcut baskılar hafifleyecek ve insanlar yatırımlara ile harcamalara teşvik edilmiş olacaktır. Yine, İslâmî Anayasa tasarısındaki hükümlere göre, devlet tüm erkek vatandaşlarına iş fırsatı garanti etmek zorundadır. Nitekim Hizb-ut Tahrir tarafından hazırlanan Anayasa Tasarısının 153. maddesinde, devletin tabiiyetini taşıyan herkese iş temin etmekle mükellef olduğu belirtilmektedir.

Ayrıca, temel ihtiyaçların karşılanması kapsamında eğitim, sağlık ve güvenlik konularındaki sorumluluk da şu hadisin gereği olarak devletin üzerine vacip kılınmıştır:

[الإِمَامُ رَاعٍ وَهُوَ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ“İmam (Halife) bir çobandır ve o, raiyyesinden mesuldür.”[6] 

Kadınların Şiddete Karşı Korunması

Kadının onur ve güvenliğinin korunması, İslâm’ın emrettiği gibi, devlet politikasının köşe taşını oluşturur. Hizb-ut Tahrir’in Anayasa Tasarısı kitabının 112. maddesine göre, “Kadın, korunması gereken bir namustur.” Devlet, toplumda kadınlara saygı fikrini yerleştirmek için siyaset, eğitim ve medya organlarını yoğun olarak kullanacaktır. Tüm bunlar, kadınlarla iyi geçinmeyi erkeklere farz kılan şeriatın emirlerine göre olacaktır. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ“Onlarla iyi geçinin.”[7] Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurdu:

[خَيْرُكُمْ خَيْرُكُمْ لِأَهْلِهِ، وَأَنَا خَيْرُكُمْ لِأَهْلِي“Sizin en hayırlınız, ailesine karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım.”[8]

Dolayısıyla, devlet, kadınlara karşı her türlü şiddeti, istismarı veya değerini düşüren eylemleri yasaklayacak; toplumda Allah korkusu temelinde İslâmî şahsiyeti inşa eden İslâmî eğitim sistemini uygulayarak, erkek-kadın ilişkilerinde saygı kavramına dair bilinçli bir akliyeti geliştirecek ve kadınları aşağılayan ya da onlardan İslâmi haklarını söküp alan tüm kültürel davranışları değiştirmek için çalışacaktır.

Devlet, topluma sızan ve kadınların değerini düşüren, şehveti uyandıran; kadınlara karşı şiddet ve baskıyı daha da artıran bütün fikir, görüntü, kitap, dergi veya müziği yasaklayacaktır.

İslâm Devleti, İslâm’ın içtimai sistemini uyguladığı bu politika ile kadın-erkek birlikteliğini meşru evlilik üzerine bina ederek kadın-erkek arasındaki ilişkinin saflığını korumaya özen gösterir. Bu ilişki sadece şehvet ile sınırlandırılmadığı için doğal olarak hayatın her alanında kadınlar ile erkekler arasında sağlıklı ve verimli bir iş birliği doğurur. Tüm bunlar, kadına karşı saygı atmosferinin korunmasına yardımcı olduğu için şiddet ve benzeri suçların azalmasına neden olur.

Son olarak, Hilâfet sistemi, başta şiddet ve tecavüz olmak üzere kadınlara karşı işlenen tüm suçları ağır şekilde cezalandırır.

Toplumsal Ahlakın Korunması

Madde 119: Her erkek ve kadın, ahlaki tehlike içeren, toplumu ifsat edici iş yapmaktan men edilir.

Bu madde, hem erkeklerin hem de kadınların ahlâki tehlike barındıran ve toplumu ifsat eden işlerde çalışmasını yasaklamaktadır. Bu hüküm, Rifâ’a İbn Râfi’den nakledilen şu hadisle temellendirilmiştir:

[نَهَانَا رَسُولُ اللَّهِ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- عَنْ كَسْبِ الأَمَةِ إِلاَّ مَا عَمِلَتْ بِيَدِهَا، وَأَشَارَ إِلَى نَحْوِ الْخُبْزِ وَالْغَزْلِ وَالنَّقْشِ] “Rasulullah, bizi elleriyle çalışması dışında cariyenin kazancından nehyetti ve parmaklarıyla ekmek yapmaya, ip eğirmeye, nakış örmeye işaret etti.”[9]

Hadiste, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in cariyelerin yalnızca kendi elleriyle ürettikleri -örneğin, ekmek yapma, ip eğirme gibi- işlerden kazanç sağlamalarına izin verdiği, ancak kadınlıklarının istismar edilmesine yol açabilecek işlerden men ettiği ifade edilmektedir. Bu, kadınların onurlarını korumayı ve emeğin istismar edilmesini engellemeyi amaçlayan bir uygulamadır.

Maddenin dayandığı temel ilkelerden biri de “Harama vesile olan şey haramdır” şer’i kaidesine binaen, zann-ı galip ile de olsa harama götüren her işin men edilmesidir. Yine, “Mubahın kollarından bir kol zarara götürdüğünde, sadece bu kol yasaklanır ve iş, mubah olarak kalmaya devam eder” şer’î kaidesi de, erkek olsun kadın olsun her şahsın, kadın ve erkek için mubah olan bir işte çalışmasının, o işin kendisine, ümmete veya topluma zarara neden olduğu durumlarda -bu zararın türü ne olursa olsun- men edilmesini öngörmektedir.

Eğer bir işin belirli bir boyutu bireysel veya toplumsal zarar doğuruyorsa, sadece o yön yasaklanır; işin genel mubah olma durumu ise korunur.

Gayrimüslimlerin Yaşam ve İbadet Hakları

İslâm Devleti ile ilgili en çok tartışılan konulardan biri de gayrimüslimlerin yaşamlarını nasıl sürdüreceği meselesidir. Bu konu, İslâmî Anayasa tasarısında özel hükümlerle düzenlenmiştir.

Madde 5: İslâmi tabiiyeti (uyruğu) taşıyan herkes, şer’i haklara sahiptir ve şer’i yükümlülüklerle sorumludur.

Madde 6: Devletin, yönetimde, yargıda, işlerin güdülmesinde ya da benzeri konularda tebaanın fertleri arasında herhangi bir ayrım yapması caiz değildir. Bilakis ırk, din, renk ve benzeri özelliklere bakmadan herkese tek bir bakışla bakmalıdır.

Hilâfet Devleti, İslâm çatısı altında yaşayan tebaasına, etnik veya ırkî açıdan değil, insan olmalarından kaynaklanan bir değerle bakar. Dolayısıyla İslâm toprakları içinde yaşayan herkese, din, renk veya ırk gözetmeksizin tebaası/vatandaşı olarak itibar eder. Hilâfet topraklarında daimî ikamet eden herkes, ırkı veya dini gözetilmeksizin devletin vatandaşıdır.

Hilâfet Devleti’nde yaşayan gayrimüslimleri şeriat, “zimmi” olarak tanımlar. “Zimmi” kelimesi, “ahit” manasına gelen “zimmet” kelimesinden anlamını alır. İslâm’a göre, Müslümanların zimmetinde olan zimmiler, Müslümanların sahip oldukları hakların aynılarına sahiptir ve Müslümanlar için geçerli olan kurallar onların da hayatlarında geçerlidir. Merhamet ve adalet, Müslümanlara tanınan haklar gibi zimmiler için de tanınmıştır. Bu durum, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın şu emrinin genel olmasından kaynaklanmaktadır:

[إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ] “İnsanlar arasında hükmettiğinizde, adaletle hükmedin.”[10]

Özetle, Hilâfet Devleti zimmilerin inançlarına veya ibadetlerine karışmaz. Başka bir ifadeyle, onları dinlerini terk etmeye zorlamaz ve inandıkları dine göre ibadetlerini yapmalarına müsaade eder. Yine zimmiler, kendi dinlerine göre evlilik ve boşanma işlerini düzenlerler. Gayrimüslimlerin yiyecek ve giyecekleri hususunda, kendi dinlerine göre muamele etmelerine şer’i hükümler çerçevesinde izin verilir. Tüm diğer şer’i meselelere, yani muamelat, ukubat, beyyinat, yönetim nizamı, ekonomi ve benzerleri gibi konulara gelince, devlet, bunların tamamını hem Müslümanlara hem de gayrimüslim tebaaya hiçbir ayrım yapmaksızın uygular.

Zimmilere iyi davranmayı emreden, onlara kötü davranmayı ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmayı yasaklayan birçok hadis bulunmaktadır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

[أَلَا مَنْ ظَلَمَ مُعَاهِدًا، أَوِ انْتَقَصَهُ حَقَّهُ، أَوْ كَلَّفَهُ فَوْقَ طَاقَتِهِ، أَوْ أَخَذَ مِنْهُ شَيْئًا بِغَيْرِ طِيبِ نَفْسٍ، فَأَنَا حَجِيجُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ“Haberiniz olsun! Kim bir muahide zulmeder, hakkını eksik verir, ona takatinin üstünde bir yük yükler veya haksız yere ondan bir şey alırsa, kıyamet günü ben onun hasmıyım.”[11] İngiliz tarihçi T. W. Arnold, İslâm’ın Tebliğ Tarihi adlı kitabında Osmanlı Hilâfeti’nde yaşayan gayrimüslimlere muameleyi şöyle ifade etmiştir:

“İmparatorluğun Avrupa’daki bölgelerinde Yunanlar sayıca Türklerden çok fazla olmalarına rağmen, kendilerine tanınan dinî hoşgörü, canlarının ve mallarının korunması, onların kısa bir sürede Sultan'ın hakimiyetini Hıristiyan güçlerin hakimiyetine tercih etmelerine neden olmuştur.”

Kısacası, Hilâfet topraklarında yaşayan kâfirler, [لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ“Dinde zorlama yoktur!”[12] ayet-i kerimesi gereği İslâm dinine girmeye zorlanmazlar. Kendi dinlerini yaşama hakkına sahiptirler. Cizye verip tebaa olmayı kabul ettikleri için onların malları ve canları İslâm Hilâfet Devleti’ne emanettir. 

Sonuç olarak;

İslâmî Anayasa, yalnızca bir yönetim belgesi olmanın ötesinde, toplumsal huzurun ve adaletin sağlanmasına yönelik bir garantördür. Devletin, halkın refahını sağlama, işsizlere iş temin etme, yoksullara yardım etme, güvenlik, eğitim ve sağlık hizmetleri sunma gibi görevleri, İslâmî Anayasa ile hukuki bir çerçeveye kavuşturulur. İslâmî Anayasa, toplumun huzurunu ve adaletini sağlamak için gerekli tüm sorumlulukları devlete yükler. İslâm Devleti, sadece yönetim gücünü elinde bulundurmakla kalmaz, aynı zamanda toplumunun ihtiyaçlarını gözetir, onların yaşam kalitesini yükseltir ve adaletin tecelli etmesini sağlar.

Bu sebeple, İslâm ümmeti olarak sorunlarımızın çözümlerini yalnızca İslâm’da aramalıyız. Dikkatimizi, umutlarımızı ve gayretlerimizi, İslâmî Anayasa’yı tatbik edecek olan nübüvvet metodu üzere ikinci Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulması çalışması üzerinde yoğunlaştırmalıyız. Zira Hilâfet, doğru kalkınmanın ve insanca yaşamanın yegâne garantörüdür. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:

[فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقٰى وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى“Eğer tarafımdan size bir yol gösterici gelir de, kim Benim yol göstericime uyarsa artık o, ne sapar ne de sıkıntı çeker. Her kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim vardır. Bir de onu Kıyamet Günü’nde kör olarak haşrederiz.”[13]

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



[1] Ebu Davud

[2] Muslim, Hac 147

[3] Bakara 233

[4] Buhari, Ferâiz 20; Muslim, Feraiz 37

[5] Ebu Davud, Büyû’ 60; İbn Mace, Ruhûn 16

[6] Buhari, Ahkâm 1; Muslim, İmare 20

[7] Nisa Suresi 19

[8] Tirmizi

[9] Ebu Davud, Büyû’ 7; İbn Mace, Ticarat 11

[10] Nisa 58

[11] Ebu Davud, İmare 33; Tirmizi, Siyer 30

[12] Bakara 256

[13] Ta-Ha Suresi 123-124


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz