Türkiye’de siyasi atmosfer, bir kez daha yeni
anayasa girişimlerine ve tartışmalarına sahne olmaktadır. Kurtuluş(!)
Savaşı’ndan hemen sonra, 1921’de yürürlüğe konulan ilk anayasa, Teşkilat-ı
Esasiye Kanunu’ndan itibaren defalarca değişikliğe uğrayan Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası, iktidar sahiplerine bir türlü kendisini beğendirememiş; adeta bir
yapboz tahtası gibi siyasilerin elinde oyuncak hâline gelmiştir.
Osmanlı Hilâfet Devleti’nin enkazı üzerine
kurulan Türkiye’nin tarihî önemi, kültürü, toplum yapısı, coğrafi ve stratejik
konumu gibi kendine münhasır birçok özelliği bünyesinde barındırması, anayasa
değişimlerine önemli bir motivasyon sağlamaktadır. Özellikle ABD ve İngiltere
gibi Batılı sömürgeci devletlerin Türkiye üzerindeki nüfuz mücadelesinin, zaman
zaman anayasa değişikliği şeklinde tezahür ettiği yadsınamaz bir gerçektir.
Zira her anayasa değişikliği, gücü ele geçirenlerin iktidarlarını tahkim
etmesinin yanı sıra Türkiye’nin politik yönünü nereye çevireceği konusunda belirleyici
olmuştur. Örneğin, 2001 yılında Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde
yapılan değişiklikler Avrupa hayranlığını ifade ederken, 2017 referandumuyla
Amerika’dan ilham alınarak getirilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi anayasada
köklü değişikliklere yol açmıştır. Türkiye’de bugüne kadar yapılan anayasal
düzenlemelerin en önemli özelliği ise askerî darbeler sonrası hazırlanmış
olmalarıdır.
Diğer taraftan, ister darbeciler tarafından
hazırlanmış olsun ister sivil iktidarlar tarafından değişikliğe uğrayarak
bugüne gelmiş olsun, anayasanın halkın maslahatı için yapılmadığı
görülmektedir. Aynı bağlamda, altı çizilmesi gereken diğer bir husus ise
anayasanın insan yapımı olmasından dolayı tüm kesimler tarafından değersiz
görülmesi ve toplumun sorunlarını çözmeye muktedir olamayışıdır. Cumhuriyet’in
kuruluşundan bugüne kadar dört ana anayasa hazırlanması, 12 kez değişime
uğraması, keyfe keder çiğnenmesi ve her daim tartışma ve istismar konusu
olması, bu durumun asıl sebebidir.
Dolayısıyla, Müslüman halkın inancıyla
çelişmeyen, vahiy kaynaklı, değer verilen, adalet ve kalkınmayı tesis edecek
İslâmî bir anayasa tasarısı sunmak kaçınılmaz olmaktadır. Peki, dünya üzerinde “Kur’an
anayasamızdır” gibi vakıaya mutabık olmayan bir söylemin ötesine geçen;
Kur’an, Sünnet, Sahabe İcmaı ve Şer’î Kıyastan istinbat edilmiş, tamamen İslâmî
referanslarla hazırlanmış bir anayasa tasarısı var mıdır? Cevap: Evet. İslâmî
siyasi parti Hizb-ut Tahrir, 191 maddeden oluşan bir anayasa tasarısı
hazırlamış ve bu anayasayı esbab-ı mucibesi ile birlikte İslâm ümmetine
sunmuştur. Bu anayasada, Râşidî Hilâfet Devleti -Allah’ın izniyle- çok yakında
yeniden kurulduğunda; nasıl bir toplumun var edileceği, günümüzün hâkim
ideolojisi kapitalizmin çözüm üretemediği kronikleşmiş sorunların İslâm ahkâmıyla
nasıl çözüleceği tafsilatıyla açıklanmıştır.
Bu makalede, söz konusu anayasa tasarısından bazı
kesitler sunacağız. Böylece, İslâm’ın hayatın her alanını kuşattığı, üzerimize
hiçbir şeyi eksik bırakmadığı, İslâm hukukunda herhangi bir belirsizliğin
olmadığı Müslümanlar tarafından anlaşılmış olsun. Zulümle adalet arasındaki
çizgi net olarak görülsün ve adil bir yönetici ile zalim bir yönetici
birbirinden kolayca ayrılabilsin. En önemlisi de Müslümanlar, İslâmî bir
anayasadan başkasına kalben razı olmadıkları gibi fiilen de razı olmasınlar.
Şimdi, müstakbel Hilâfet Devleti Anayasa
Tasarısı’ndan bazı örnekler verelim…
Öncelikle, küçük bir azınlık hariç, küresel
kapitalist sistemin gölgesinde yaşayan herkesin, özellikle de İslâm
beldelerinde varlık içinde yokluğa mahkûm edilen Müslümanların mustarip olduğu
temel ihtiyaçların karşılanması meselesiyle başlayalım:
Madde 125: Fert fert herkesin temel ihtiyaçlarının tam bir şekilde
doyurulması garanti edilmelidir. Her ferdin lüks ihtiyaçlarını, mümkün mertebe
en yüksek seviyede karşılamasına imkân verilmesi de garanti edilmelidir.
Bu madde iki şıktan ibarettir:
Birincisi: Temel ihtiyaçların karşılanmasının
garanti edilmesi.
İkincisi: Lüks ihtiyaçların karşılanmasına imkân
tanınması.
Birinci şıkka gelince, bunun birçok delili
vardır. Şâri’, kazanmaya, rızkı talep etmeye ve çalışmaya teşvik etmiş;
kişinin, kendisinin ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerin temel ihtiyaçlarını
temin etmesi için muktedir olduğu takdirde çalışmasını farz kılmıştır. Allah
Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
[كَفَى بِالْمَرْءِ إِثْمًا أَنْ يُضَيِّعَ مَنْ يَقُوتُ] “Bakmakla yükümlü olduğu kişileri (sorumluluklarını
ihmal ederek) zayi etmesi kişiye günah olarak yeter.” [1]
İnsanın tüm temel ihtiyaçlarını kendi kazancından
karşılamasını garanti etmede birinci unsur budur. Bu sorumluluğu yerine
getirmeyen kişi, her farzda olduğu gibi cezalandırılır. Kadınlara ve yaşlı
erkeklere gelince; Allah, onlara nafaka verilmesini farz kılmış, bunu gerekli
bir hak olarak belirlemiş ve bunun şeriata göre tahsil edilmesini devlete
yüklemiştir.
Mesela, kadının nafakasını kocasına farz
kılmıştır. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle
buyurdu:
[إِنَّ لَهُنَّ عَلَيْكُمْ حَقًّا أَنْ تُطْعِمُوهُنَّ إِذَا طَعِمْتُمْ، وَتَكْسُوهُنَّ إِذَا اكْتَسَيْتُمْ] “Onların sizin üzerinizdeki hakları, marufa göre yedirmeniz ve
giydirmenizdir.”[2] Çocukların nafakasını babaya farz kılmıştır. Çocukların
nafakasını ise babaya farz kılmıştır. Allahu Teâlâ şöyle buyurdu:
[وَعَلَى الْمَوْلُودِ لَهُ رِزْقُهُنَّ وَكِسْوَتُهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ] “Onların marufa göre yedirilmesi ve giydirilmesi babaya aittir.”[3]
Ayrıca Allah Subhânehu ve Teâlâ,
insanın erkek veya kadın, Müslüman veya kâfir olup olmadığına bakılmaksızın
temel ihtiyaçlarının temin edilmesini devlete farz kılmıştır. Temel ihtiyaçlarını
karşılamaya güç yetiremeyen ve nafakasını temin edecek kimsesi olmayan
yaşlılar, çocuklar ve kadınların bakımı ise devlete aittir. Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmaktadır:
[مَنْ تَرَكَ مَالًا فَلِوَرَثَتِهِ، وَمَنْ تَرَكَ كَلًّا فَإِلَيْنَا] “Kim öldükten sonra geride bir mal bırakırsa o mal varislerinindir. Kim de
bakıma muhtaç birisini bırakırsa onun bakımı bize aittir.”[4]
Böylece İslâmî yönetim, aciz kimselerin maddi
güvenliğini sağlar; onları iktisadî sıkıntılarla yüz yüze bırakmaz ve kendi
hâline terk etmez. Buna ilave olarak, devlet, ekonominin geliştirilmesine ve
insanların ekonomik durumlarının iyileştirilmesine çalışır.
Bu maddede geçen hususları Hilâfet Devleti,
servetin ve paranın insanlar arasında adil bir şekilde dağıtılmasını garanti
eden eşsiz İslâm iktisat nizamını tatbik ederek gerçekleştirecektir. Aynı
şekilde, faizi ve paranın az bir kesimin elinde birikmesini yasaklayan
hükümlerle bu hedeflere ulaşır. Haram olan faizin yasaklanmasıyla para piyasada
serbestçe dolaşır; fertlerin harcamalar yapmalarını ve parayı saklamak yerine
yatırım yapmalarını sağlar ve sürekli olarak çalışma fırsatları oluşturur. Yine
devlet, küresel mali kuruluşlardan alınan faizli borçları derhâl durduracak ve
bu büyük meblağlar toplumdaki fakirliğin giderilmesinde, eğitim ve sağlık
seviyesinin yükseltilmesinde ve diğer ihtiyaçların karşılanmasında
kullanılacaktır.
Bunların yanında, Hilâfet Devleti; doğalgaz ve
petrol gibi doğal kaynakların ve suyun özelleştirilmesini yasaklayacak,
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisi gereğince bu
kaynakları tüm toplumun mülkü hâline getirecektir:
[النَّاسُ شُرَكَاءُ فِي ثَلَاثٍ: الْمَاءِ وَالْكَلَإِ وَالنَّارِ] “İnsanlar üç şeyde ortaktır: Su, mera ve ateş (enerji).”[5]
Aynı şekilde, ülkede yaşayan insanların
omuzlarında ağır bir yük oluşturan vergi sistemi ilga edilecek; böylelikle
insanlar üzerindeki mevcut baskılar hafifleyecek ve insanlar yatırımlara ile
harcamalara teşvik edilmiş olacaktır. Yine, İslâmî Anayasa tasarısındaki
hükümlere göre, devlet tüm erkek vatandaşlarına iş fırsatı garanti etmek
zorundadır. Nitekim Hizb-ut Tahrir tarafından hazırlanan Anayasa Tasarısının
153. maddesinde, devletin tabiiyetini taşıyan herkese iş temin etmekle mükellef
olduğu belirtilmektedir.
Ayrıca, temel ihtiyaçların karşılanması kapsamında
eğitim, sağlık ve güvenlik konularındaki sorumluluk da şu hadisin gereği olarak
devletin üzerine vacip kılınmıştır:
[الإِمَامُ رَاعٍ وَهُوَ مَسْؤُولٌ عَنْ رَعِيَّتِهِ] “İmam (Halife) bir
çobandır ve o, raiyyesinden mesuldür.”[6]
Kadınların Şiddete Karşı Korunması
Kadının onur ve güvenliğinin korunması, İslâm’ın
emrettiği gibi, devlet politikasının köşe taşını oluşturur. Hizb-ut Tahrir’in
Anayasa Tasarısı kitabının 112. maddesine göre, “Kadın, korunması
gereken bir namustur.” Devlet, toplumda kadınlara saygı fikrini
yerleştirmek için siyaset, eğitim ve medya organlarını yoğun olarak
kullanacaktır. Tüm bunlar, kadınlarla iyi geçinmeyi erkeklere farz kılan
şeriatın emirlerine göre olacaktır. Allah Subhanehu ve Teâlâ şöyle
buyurmaktadır:
[وَعَاشِرُوهُنَّ بِالْمَعْرُوفِ] “Onlarla iyi geçinin.”[7]
Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem de şöyle buyurdu:
[خَيْرُكُمْ خَيْرُكُمْ لِأَهْلِهِ، وَأَنَا خَيْرُكُمْ لِأَهْلِي] “Sizin en hayırlınız, ailesine
karşı en hayırlı olanınızdır. Ben de aileme karşı en hayırlı olanınızım.”[8]
Dolayısıyla, devlet, kadınlara karşı her türlü
şiddeti, istismarı veya değerini düşüren eylemleri yasaklayacak; toplumda Allah
korkusu temelinde İslâmî şahsiyeti inşa eden İslâmî eğitim sistemini uygulayarak,
erkek-kadın ilişkilerinde saygı kavramına dair bilinçli bir akliyeti
geliştirecek ve kadınları aşağılayan ya da onlardan İslâmi haklarını söküp alan
tüm kültürel davranışları değiştirmek için çalışacaktır.
Devlet, topluma sızan ve kadınların değerini düşüren,
şehveti uyandıran; kadınlara karşı şiddet ve baskıyı daha da artıran bütün
fikir, görüntü, kitap, dergi veya müziği yasaklayacaktır.
İslâm Devleti, İslâm’ın içtimai sistemini
uyguladığı bu politika ile kadın-erkek birlikteliğini meşru evlilik üzerine
bina ederek kadın-erkek arasındaki ilişkinin saflığını korumaya özen gösterir.
Bu ilişki sadece şehvet ile sınırlandırılmadığı için doğal olarak hayatın her
alanında kadınlar ile erkekler arasında sağlıklı ve verimli bir iş birliği
doğurur. Tüm bunlar, kadına karşı saygı atmosferinin korunmasına yardımcı
olduğu için şiddet ve benzeri suçların azalmasına neden olur.
Son olarak, Hilâfet sistemi, başta şiddet ve
tecavüz olmak üzere kadınlara karşı işlenen tüm suçları ağır şekilde
cezalandırır.
Toplumsal Ahlakın Korunması
Madde 119: Her erkek ve kadın, ahlaki tehlike içeren, toplumu ifsat edici
iş yapmaktan men edilir.
Bu madde, hem erkeklerin hem de kadınların ahlâki
tehlike barındıran ve toplumu ifsat eden işlerde çalışmasını yasaklamaktadır.
Bu hüküm, Rifâ’a İbn Râfi’den nakledilen şu hadisle temellendirilmiştir:
[نَهَانَا رَسُولُ اللَّهِ -صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ- عَنْ كَسْبِ الأَمَةِ إِلاَّ مَا عَمِلَتْ بِيَدِهَا، وَأَشَارَ إِلَى نَحْوِ الْخُبْزِ وَالْغَزْلِ وَالنَّقْشِ] “Rasulullah, bizi elleriyle çalışması
dışında cariyenin kazancından nehyetti ve parmaklarıyla ekmek yapmaya, ip
eğirmeye, nakış örmeye işaret etti.”[9]
Hadiste, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in cariyelerin yalnızca kendi elleriyle ürettikleri -örneğin, ekmek
yapma, ip eğirme gibi- işlerden kazanç sağlamalarına izin verdiği, ancak
kadınlıklarının istismar edilmesine yol açabilecek işlerden men ettiği ifade
edilmektedir. Bu, kadınların onurlarını korumayı ve emeğin istismar edilmesini
engellemeyi amaçlayan bir uygulamadır.
Maddenin dayandığı temel ilkelerden biri de “Harama
vesile olan şey haramdır” şer’i kaidesine binaen, zann-ı galip ile de
olsa harama götüren her işin men edilmesidir. Yine, “Mubahın
kollarından bir kol zarara götürdüğünde, sadece bu kol yasaklanır ve iş, mubah
olarak kalmaya devam eder” şer’î kaidesi de, erkek olsun kadın olsun
her şahsın, kadın ve erkek için mubah olan bir işte çalışmasının, o işin
kendisine, ümmete veya topluma zarara neden olduğu durumlarda -bu zararın türü
ne olursa olsun- men edilmesini öngörmektedir.
Eğer bir işin belirli bir boyutu bireysel veya
toplumsal zarar doğuruyorsa, sadece o yön yasaklanır; işin genel mubah olma
durumu ise korunur.
Gayrimüslimlerin Yaşam ve İbadet Hakları
İslâm Devleti ile ilgili en çok tartışılan
konulardan biri de gayrimüslimlerin yaşamlarını nasıl sürdüreceği meselesidir.
Bu konu, İslâmî Anayasa tasarısında özel hükümlerle düzenlenmiştir.
Madde 5: İslâmi tabiiyeti (uyruğu) taşıyan herkes, şer’i haklara sahiptir
ve şer’i yükümlülüklerle sorumludur.
Madde 6: Devletin, yönetimde, yargıda, işlerin güdülmesinde ya da benzeri
konularda tebaanın fertleri arasında herhangi bir ayrım yapması caiz değildir.
Bilakis ırk, din, renk ve benzeri özelliklere bakmadan herkese tek bir bakışla
bakmalıdır.
Hilâfet Devleti, İslâm çatısı altında yaşayan
tebaasına, etnik veya ırkî açıdan değil, insan olmalarından kaynaklanan bir
değerle bakar. Dolayısıyla İslâm toprakları içinde yaşayan herkese, din, renk
veya ırk gözetmeksizin tebaası/vatandaşı olarak itibar eder. Hilâfet topraklarında
daimî ikamet eden herkes, ırkı veya dini gözetilmeksizin devletin vatandaşıdır.
Hilâfet Devleti’nde yaşayan gayrimüslimleri
şeriat, “zimmi” olarak tanımlar. “Zimmi”
kelimesi, “ahit” manasına gelen “zimmet” kelimesinden anlamını
alır. İslâm’a göre, Müslümanların zimmetinde olan zimmiler, Müslümanların sahip
oldukları hakların aynılarına sahiptir ve Müslümanlar için geçerli olan
kurallar onların da hayatlarında geçerlidir. Merhamet ve adalet, Müslümanlara
tanınan haklar gibi zimmiler için de tanınmıştır. Bu durum, Allah Subhanehu
ve Teâlâ’nın şu emrinin genel olmasından kaynaklanmaktadır:
[إِنَّ اللَّهَ يَأْمُرُكُمْ أَنْ تُؤَدُّوا الْأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُمْ بَيْنَ النَّاسِ أَنْ تَحْكُمُوا بِالْعَدْلِ] “İnsanlar arasında
hükmettiğinizde, adaletle hükmedin.”[10]
Özetle, Hilâfet Devleti zimmilerin inançlarına
veya ibadetlerine karışmaz. Başka bir ifadeyle, onları dinlerini terk etmeye
zorlamaz ve inandıkları dine göre ibadetlerini yapmalarına müsaade eder. Yine
zimmiler, kendi dinlerine göre evlilik ve boşanma işlerini düzenlerler.
Gayrimüslimlerin yiyecek ve giyecekleri hususunda, kendi dinlerine göre muamele
etmelerine şer’i hükümler çerçevesinde izin verilir. Tüm diğer şer’i
meselelere, yani muamelat, ukubat, beyyinat, yönetim nizamı, ekonomi ve
benzerleri gibi konulara gelince, devlet, bunların tamamını hem Müslümanlara
hem de gayrimüslim tebaaya hiçbir ayrım yapmaksızın uygular.
Zimmilere iyi davranmayı emreden, onlara kötü
davranmayı ve ikinci sınıf vatandaş muamelesi yapmayı yasaklayan birçok hadis
bulunmaktadır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle
buyurmuştur:
[أَلَا مَنْ ظَلَمَ مُعَاهِدًا، أَوِ انْتَقَصَهُ حَقَّهُ، أَوْ كَلَّفَهُ فَوْقَ طَاقَتِهِ، أَوْ أَخَذَ مِنْهُ شَيْئًا بِغَيْرِ طِيبِ نَفْسٍ، فَأَنَا حَجِيجُهُ يَوْمَ الْقِيَامَةِ] “Haberiniz olsun! Kim bir muahide
zulmeder, hakkını eksik verir, ona takatinin üstünde bir yük yükler veya haksız
yere ondan bir şey alırsa, kıyamet günü ben onun hasmıyım.”[11]
İngiliz tarihçi T. W. Arnold, İslâm’ın Tebliğ Tarihi adlı
kitabında Osmanlı Hilâfeti’nde yaşayan gayrimüslimlere muameleyi şöyle ifade
etmiştir:
“İmparatorluğun Avrupa’daki bölgelerinde Yunanlar
sayıca Türklerden çok fazla olmalarına rağmen, kendilerine tanınan dinî
hoşgörü, canlarının ve mallarının korunması, onların kısa bir sürede Sultan'ın
hakimiyetini Hıristiyan güçlerin hakimiyetine tercih etmelerine neden olmuştur.”
Kısacası, Hilâfet topraklarında yaşayan kâfirler,
[لَا إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ] “Dinde zorlama yoktur!”[12]
ayet-i kerimesi gereği İslâm dinine girmeye zorlanmazlar. Kendi dinlerini
yaşama hakkına sahiptirler. Cizye verip tebaa olmayı kabul ettikleri için
onların malları ve canları İslâm Hilâfet Devleti’ne emanettir.
Sonuç olarak;
İslâmî Anayasa, yalnızca bir yönetim belgesi
olmanın ötesinde, toplumsal huzurun ve adaletin sağlanmasına yönelik bir
garantördür. Devletin, halkın refahını sağlama, işsizlere iş temin etme,
yoksullara yardım etme, güvenlik, eğitim ve sağlık hizmetleri sunma gibi
görevleri, İslâmî Anayasa ile hukuki bir çerçeveye kavuşturulur. İslâmî Anayasa,
toplumun huzurunu ve adaletini sağlamak için gerekli tüm sorumlulukları devlete
yükler. İslâm Devleti, sadece yönetim gücünü elinde bulundurmakla kalmaz, aynı
zamanda toplumunun ihtiyaçlarını gözetir, onların yaşam kalitesini yükseltir ve
adaletin tecelli etmesini sağlar.
Bu sebeple, İslâm ümmeti olarak sorunlarımızın
çözümlerini yalnızca İslâm’da aramalıyız. Dikkatimizi, umutlarımızı ve
gayretlerimizi, İslâmî Anayasa’yı tatbik edecek olan nübüvvet metodu üzere
ikinci Râşidî Hilâfet Devleti’nin kurulması çalışması üzerinde
yoğunlaştırmalıyız. Zira Hilâfet, doğru kalkınmanın ve insanca yaşamanın yegâne
garantörüdür. Allah Azze ve Celle şöyle buyurmaktadır:
[فَاِمَّا يَأْتِيَنَّكُمْ مِنّ۪ي هُدًى فَمَنِ اتَّبَعَ هُدَايَ فَلَا يَضِلُّ وَلَا يَشْقٰى وَمَنْ اَعْرَضَ عَنْ ذِكْر۪ي فَاِنَّ لَهُ مَع۪يشَةً ضَنْكًا وَنَحْشُرُهُ يَوْمَ الْقِيٰمَةِ اَعْمٰى] “Eğer tarafımdan size bir yol gösterici
gelir de, kim Benim yol göstericime uyarsa artık o, ne sapar ne de sıkıntı
çeker. Her kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, mutlaka ona dar bir geçim
vardır. Bir de onu Kıyamet Günü’nde kör olarak haşrederiz.”[13]
[1]
Ebu Davud
[2]
Muslim, Hac 147
[3]
Bakara 233
[4]
Buhari, Ferâiz 20; Muslim, Feraiz 37
[5]
Ebu Davud, Büyû’ 60; İbn Mace, Ruhûn 16
[6]
Buhari, Ahkâm 1; Muslim,
İmare 20
[7]
Nisa Suresi 19
[8]
Tirmizi
[9]
Ebu Davud, Büyû’ 7; İbn Mace, Ticarat 11
[10]
Nisa 58
[11]
Ebu Davud, İmare 33; Tirmizi, Siyer 30
[12]
Bakara 256
[13]
Ta-Ha Suresi 123-124


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış