HİLÂFET DEVLETİ’NİN İKAMESİ VE DEVLETLERARASI SİYASET DENGELERİ

İbrahim Er

Hilâfet’in ikamesi, dünya siyaset sahnesinde yeni bir dönemin başlamasına da sahne olacaktır. Çünkü İslâm Devleti’nin dış siyaseti, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in risaletini bir nur ve hidayet kaynağı olarak tüm âleme taşımak üzerine olacaktır. Cihad, risaleti âleme taşımanın, yani İslâm’ın dünyaya yayılmasının metodudur. İslâm’ın dünyaya yayılması ise davetin devlet eliyle tüm dünya halklarına götürülüp insanların İslâm’ı din olarak kabul etmesini sağlama ve kabul eden ya da etmeyen bütün halklar üzerinde İslâm otoritesini tesis etme amelidir.

[وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ لِلّٰهِۜ] “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.”[1]

Dolayısıyla, İslâm Devleti’nin siyaset sahnesine girmesinin ardından tatbik edeceği iç ve dış siyaset bugünkü konjonktürden farklı olacak ve günümüz dünyasındaki mevcut uluslararası kuralları ve sınırları zorlayacaktır. Konumuz; ikamesinin ardından “İslâm Devleti’nin iç ve dış siyasetini oluşturan dinamikler” olmakla beraber, ağırlıklı olarak “İslâm Devleti’nin kurulduğu topraklar dışında kalan İslâm beldeleri ile kuracağı ilişkiler” üzerine olacaktır.

 Hayatın her meselesinde olduğu gibi, İslâm Devleti’nin ikame edildiği bölgeler dışındaki İslâm topraklarıyla olan ilişkilerinde de belirleyici unsur muhakkak ki İslâm şeriatıdır. Onun için biz bu meselenin şer’i hükmünün ne olduğunu ve devletin kurulduğu vakıada şeriatın bu toprakları nasıl vasıflandırdığını inceleyerek, öncelikle “toprak meselesi” hakkındaki hükmünün ne olduğunu anlamaya çalışacağız.

İslâm toprakları öşrî ve harâci arazi olmak üzere ikiye ayrılırlar: Öşrî arazi, ahalisinin kendiliğinden Müslüman olduğu topraklar [S1] ile Arap Yarımadası arazisidir. Harâci arazi ise, Arap Yarımadasından başka harp ve sulh suretiyle fethedilen yerlerdir. Özellikle harâci araziler açısından; bu araziler İslâm Devleti’nin toprağı olmakla birlikte, işlenmesi açısından arazilerin mülkiyetinin kimde kalacağı ve kullanım hakkının nasıl olacağı ile ilgili bütün detaylar, Allah Subhanehu ve Teâlâ ve Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem tarafından açıkça beyan edilmiş ve İslâm tarihi boyunca bu hükümler İslâm toprakları üzerinde uygulanmıştır.

Bu araziler -hangi türden olursa olsun- bir kez İslâm Devleti’nin otoritesi altına girmişse artık kıyamete kadar İslâm beldesidir ve ümmetin ortak mülküdür. Bu topraklar ve servetleri üzerinde henüz doğmamış Müslüman nesillerin bile hakları vardır. Bundan dolayı İslâmi bir otoritenin bu topraklardan vazgeçme, onları küfrün tasallutu altında kendi haline bırakma ve sanki başka devletlerin toprakları olarak görme ve muamele yapma hakkı ve yetkisi yoktur. Bir İslâm toprağı, yeryüzünden Müslümanlar tamamen silinmediği sürece -ki bu asla mümkün olacak bir şey değildir- kıyamete kadar İslâm toprağı olarak kalır. İslâm’da toprağın hükmü, mülkiyet hakları ve tasarruf yetkisi ile ilgili hükümler açısından özetle durum bu şekildedir.

[وَلَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لِلْكَافِر۪ينَ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ سَب۪يلًا۟] “Allah kâfirlere, müminler üzerinde bir yol (egemenlik) edinmelerine asla izin vermez.”[2]

Burada dikkat edilmesi gereken nokta, “toprağın statüsünün ne olduğudur” yani onu kıyamete kadar İslâm toprağı yapan husustur. Bu kıstasa göre İslâm beldeleri, başlangıçta Hilâfet Devleti sınırlarının dışında kalıyor olsalar bile devletin kendi topraklarıdır. Bu nedenle İslâm Devleti’nin “harbi” olarak nitelendirilen diğer devletlerle yürüttüğü siyaset ile, başlangıçta kuruluş sınırları dışında kalan İslâm toprakları üzerinde yürüttüğü siyaset birbirinden farklı olacaktır. Devletin dış siyasetinin cihat eksenli bir davet siyaseti olması ve temelini de harp siyasetinin oluşturması sebebiyle muhatabı, kendisine İslâm’ın hiç ulaştırılmadığı topraklar üzerindeki “hükmî ya da fiilî harbi” devletlerdir. İslâm toprakları ise böyle değildir; bu topraklar İslâm toprağı vasfını korudukları için üzerindeki yapıların ve devletçiklerin tamamı, “kovulması gereken işgalciler” sıfatını taşımaktadırlar. Onların o topraklar üzerinde bulunmaları ve hüküm sürmeleri caiz olmayıp buralardan ivedilikle çıkarılmaları gerekir.

Özetleyecek olursak; kâfirler ne müminler ne de onların toprakları üzerinde herhangi bir söz, yetki, otorite, statü, vs. hakkına sahip değildirler. Bu hüküm, fiilî olarak doğrudan ya da herhangi bir gayri İslâmi siyasetin tatbiki neticesinde dolaylı olarak işgal altında olan bütün İslâm coğrafyası için geçerlidir. Statüsü şer’i hükümler tarafından belirlenmiş olan topraklarımızı, kâfilerin necis varlıklarından temizleyerek birleştirmek ve İslâm beldelerinde mevcut durumda uygulanan sömürge sistemlerini söküp atmak, İslâm Devleti ve onun halifesinin öncelikli görevidir. Çünkü ümmetin emanetlerine; canlarına, mallarına, servetlerine, onur ve haysiyetlerine ancak Allah’ın indirdikleri ile hükmedecek olan bir halife sahip çıkabilir. Çünkü o, ümmetin maslahatlarına iman saikıyla sahip çıkacaktır. Kendisine yüklenen emanete ihanet ettiğinde huzur-u İlahi’de, işlediği cürümlerden dolayı Rabbine hesap vereceğinin bilincindedir. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

[مَا مِنْ عَبْدٍ يَسْتَرْعِيهِ اللَّهُ رَعِيَّةً يَمُوتُ يَوْمَ يَمُوتُ وَهُوَ غَاشٌّ لِرَعِيَّتِهِ إِلَّا حَرَّمَ اللَّهُ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ] “Allah bir halkın başına getirip de, öldüğü gün tebaasını aldatmış olarak ölen hiç bir kul yoktur ki, Allah ona cenneti haram etmesin!”[3] Yine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:

[إِنَّمَا الإمَامُ جُنَّةٌ یُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَیُتَّقَى بِ هِ] “Kuşkusuz İmam, kalkandır. Ancak onunla (düşmanlara karşı) savaşılır. Ancak onunla (canlar, servetler, topraklar) korunulur.”[4]

Bu açıklamalardan sonra; siyasi sahneye çıkan “İslâm Devleti’nin başta kara sınırları olmak üzere kuruluş sınırları dışında kalan İslâm beldeleri ile olan ilişkisinin ne şekilde yürütüleceği”, bunların “iç siyaset mi yoksa dış siyaset kapsamında mı değerlendirileceği” konusuna değinebiliriz.

İslâm Devleti’nin böyle bir vakıada sınırları dışındaki İslâm coğrafyası ile olan ilişkileri, üzerinde yaşayan halkın İslâmi niteliği de göz önünde bulundurularak öncelikli olarak iç siyaset kapsamında değerlendirilirler. Çünkü topraklar, şer’i açıdan üzerinde bir dönem İslâm ahkâmının tatbik edildiği devletin kendi topraklarıdır. Fiilî, fikrî ya da siyasi işgal altında bulunmaları, onları “İslâm toprağı” niteliğinden çıkarmamıştır. Bu sebeple üzerinde yaşayan halkla birlikte maruz kaldığı işgalden kurtarılması ve üzerinden zulmün kaldırılması, devletin öncelikli işidir.

Devlet buraları, davet ve ikna yöntemiyle ya da doğrudan ilhak ederek sınırlarına katabilir. Buradaki uygulama, devletin, dış siyasetinde harbi devletlere yapmış olduğu uygulamadan farklıdır. Çünkü İslâm beldelerindeki halklara, harbi devletlerin halklarına olduğu gibi “İslâm’a girmeleri” ya da “cizye ödemeleri” gibi seçenekler sunulmaz. Sonuçta, bu beldelerin dış siyaset kapsamında değerlendirilebilmesi için daha önce İslâm otoritesi altına girmemiş ve İslâm toprağının bir parçası olmamış, “hükmî” ya da “fiilî harbî devlet” statüsünde bulunan devletlerden olmaları gerekir.

Devletin ikamesinde sınırların dışında kalan İslâm toprakları, devletin kendi iç meselesidir ve mevcut düzenin onlar hakkındaki değerlendirmesinin bu konuda bir hükmü yoktur. Buralar, İslâm’ın kendi toprağıdır ve halkları, -çoğunlukla Müslüman olmasa bile- bu beldeler, -yukarıda şer’i durumunu belirttiğimiz- iki topraktan birisi konumundadır. Yani bu topraklar, şeriatın, hükmünü “kıyamete kadar İslâm toprağı” olarak verdiği topraklardır. Buralar, ümmetin yitik malıdır ya fiilen ya da fikrî ve siyasi açıdan sömürgecilerin tasallutuna maruz kalmış, halkları onların ahkâmlarına boyun büktürülmüş topraklardır. Ümmetin/kamunun işlerinin tek yürütücüsü ise onun koruyucusu ve gözeticisi olan devlet, bu beldeler üzerinde tek yetkili ve söz sahibidir.

 

İslâm Devleti’nin bu topraklar üzerindeki siyaseti, ümmetin yitik bölgelerini geri almak için yürütülecek ilhak ve tevessü siyaseti olacaktır. Bu siyaset; kara sınırlarından başlamak üzere, İslâm toprakları üzerinde egemenlik kurmuş, zulmün ve fesadın sebebi olan, Müslümanları tahakkümü altına almış fikir, sistem ve nizam olarak ne varsa onları ortadan kaldırarak öncelikli olarak “bu toprakları aslına döndürme” siyasetidir. İslâm topraklarını aslına döndürme, yani onları İslâm Devleti’nin bünyesine katma/ilhak siyaseti ile ilgili yöntem ve üsluplar, şer’i çerçevede toprakların vakıa ve siyasi durumlarına göre, halife tarafından belirlenecek ve uygulamaya konulacaktır.

Böyle bir siyaset devletlerarası düzen içinde siyaset sahnesine yeni çıkmış olan İslâm Devleti’nin etkin ve güçlü olabilmesi açısından önemlidir. Bu mesele; İslâm topraklarının ilhakı/birleştirilmesi ve tevessü/genişlemesi ile ve ümmetin insan kaynağının, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin, askerî gücünün, enerji kaynaklarının ve savaş sanayiinin temeli olan ağır sanayi altyapılarının birleştirilmesi ve yeryüzünde sahip olduğu potansiyel ile devasa bir hale dönüşmesi ile alakalıdır. Bu siyaset, beldelerimiz üzerindeki sömürgeci kâfirler tarafından “kolay yutulur lokmalar” halindeki ulus devletleri, Hilâfet çatısı altında devasa bir güce dönüştürme amelidir.

Güncel bir vakıa olması ve devrimin hâlâ Müslümanlar nezdinde umutlarını ve beklentilerini devam ettirdiği Suriye üzerinden ilhak ve tevessü konusu, anlatmaya çalıştığımız vakıaya mutabık bir örnek olacaktır.

İslâm Devleti’nin Suriye’de kurulduğunu varsayarsak, devlet kurulduğu andan itibaren, kendisine ait olan ve halkları Müslüman olan beldeleri kendisine tâbi olmaya ve topraklarını şer’i bir zorunluluk olarak İslâm Devleti’nin topraklarıyla birleştirmeye davet edecek bir siyaset yürütecektir.

Suriye, tek başına bu yükün altından kalkmakta zorlanırken veya devletlerarası siyasette gerekli etkinliğe ulaşamazken, ortak kara sınırları olması hasebiyle Irak ve Türkiye’nin de Hilâfet sınırları içerisine dâhil olması, ortaya çıkacak gücün boyutlarını ve bu genişlemenin dünya siyaseti üzerindeki etkisini son derece büyük kılacaktır.

Ancak bu ilhak ve tevessü siyaseti yürütülürken, İslâm Devleti’nin beldeler üzerindeki siyaseti gereği, toprakları üzerinde kurulmuş devletlerle diplomatik ilişkileri bu siyaset ekseninde sınırlı düzeyde yürütülür.

Çünkü diplomatik ilişki; “anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözümü amacıyla farklı siyasî birimler arasındaki iletişim ve etkileşim sağlama sürecidir.” Başka bir ifadeyle; diplomasi, üçüncü tarafların da devreye girdiği ve genelde taraflar arasında ortak bir çözüm üzerinde barışçıl anlaşmaların sağlanmaya çalışıldığı siyasî bir süreçtir.

Bu vakıada ise beldeler üzerindeki devletler ile İslâm Devleti arasında ne bir ortak çözüm ne de mevcut durum üzerine bir uzlaşı söz konusudur.

Sonuç olarak, İslâm beldeleri üzerinde bulunan devletlerin hepsi, “sömürgeci kâfirlerin işbirlikçileri” olarak bu topraklarda fikrî ve siyasi işgalin yürütücüsü konumundadır. Dolayısıyla, varlıklarını devam ettirmek için mücadele edecekler ve bunun için her türlü necis yol ve yöntemi kullanacaklardır.

Bu yöntemler arasında; İslâm Devleti’ne karşı belde halkı nezdinde fitne oluşturmak, halkı devlete karşı harekete geçirmek, Müslümanları birbirine düşürmek ve hatta birbirleriyle savaşmaları için ortamlar hazırlamak da olacaktır.

İşte bu noktada, İslâm Devleti, Müslümanlar arasında oluşabilecek bu olumsuz durumların önüne geçmek ve başlarında Müslüman olduklarını iddia eden yöneticilere “hakkı ve sabrı tavsiye etmek” amacıyla bu devletlerle görüşmeler yapabilir.

Özetle, İslâm Devleti’nin bu devletlerle yürüteceği diplomasi -şayet buna gerek kalırsa- sömürgeci kâfirlerle ilişkilerini keserek İslâm Devleti’ne tâbi olmalarına ya da efendileriyle birlikte çöreklendikleri bu toprakları “terk etmelerine yönelik” bir çağrıdan ibaret olacaktır.

İslâm Devleti’nin onlarla “büyükelçilik düzeyinde” ilişkiler kurması ise zaten düşünülemez. Çünkü devletlerarası vakıada, bir devlete büyükelçi atamak veya bu düzeyde ilişkiler kurmak, o devletin “bağımsızlığını kabul etmek ve egemenliğini tanımak” anlamına gelir.

Dolayısıyla, bu durum İslâm beldelerinin vakıası açısından düşünüldüğünde, Müslümanların üzerinde var olan küfür sistemlerinin ve onların Müslümanlar üzerindeki egemenliğinin bizzat İslâm Devleti tarafından tanınması anlamına gelir ki bu, şer’an asla caiz değildir.

İslâm’ın yayılması ve genişlemesi, “davetin âleme taşınması” demektir. Bu yayılma, şer’î hükmün gereğidir ve dış siyasetin temelidir. İlhak ve tevessü meselesi, İslâm Devleti’nin dış siyasetinde böyle olduğu gibi, İslâm beldelerinin yeniden kendi tebaası haline getirilmesi ve topraklarının birleştirilmesi sürecinde de aynı şekilde işler.

Ancak bu konu, devletin iç siyasetiyle ilgili olup kendisine ait olan fakat “işgal edilmiş toprakların geri alınması” meselesidir. Çünkü bu birleşme, ümmetin gücünün dayandığı temel unsurdur.

Tefrika ise, bugünkü vakıada görüldüğü gibi, “ümmetin gücünü yitirmesi” anlamına gelir. Toprakların birleştirilmesi, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın Müslümanlara vacip kıldığı ve parçalanıp bölünmeyi yasakladığı bir şer’î zorunluluktur:

“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz.”[5]

Mevcut devletlerarası düzende, iç ve dış siyasetin esasları, İslâm’ın şer’i çerçevede belirlediği iç ve dış siyaset dinamikleriyle tamamen zıttır.

Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşan dünya düzeninde, imparatorlukların ve çok uluslu devletlerin yerini ulus-devletler almıştır.

Bu düzene göre, her ulus devlet, kendisini çevreleyen sınırların dışında kalan devletleri -dini, milleti ve geçmişiyle ne kadar bağlantısı olursa olsun- “yabancı devlet” olarak kabul etmiştir. Bu devletlerin birbirleriyle olan ilişkileri de buna bağlı olarak dış siyaset kapsamında değerlendirilmiştir.

Bu yeni sistemde, devletlerin iç ve dış siyaseti, ulus-devlet sınırları içerisinde ve dışında yürütülen politikalar çerçevesinde yeniden dizayn edilmiştir.

İşte bu tip devletler -ki bugün dünya düzeninin tamamı bu şekildedir- hem İslâm Devleti’nin yeniden hayat bulmasının önünde bir engel teşkil etmekte, hem de devlet kurulduktan sonra İslâm Devleti ile diğer İslâm beldeleri arasındaki ilişkilerin İslâm ahkâmına uygun olmasını zorlaştırmaktadır.

Bu durum, İslâm Devleti’nin diğer İslâm beldeleriyle olan ilişkilerinde uluslararası çapta engeller çıkaracaktır. Ancak, bu engellerin İslâm Devleti’nin genişlemesine bağlı olarak zamanla azalması ve uluslararası düzenin bu yeni ideolojik çıkışa/İslâm Devleti’nin siyasetine teslim olmaya başlamasıyla, devletlerin iç ve dış siyasetinin üzerine oturduğu esaslar da değişecektir.

Ulus devlet sisteminin çok uluslu devletlerin yerini almasının temel sebeplerinden biri de kapitalizmin egemen olduğu dünyada sömürü sisteminin değişmesidir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, eski “askerî işgal siyaseti” yerini, “siyasi nüfuz” yoluyla ajanlar devşirme yöntemine bırakmıştır. Bölgeleri küçük parçalara ayırarak zayıflatmak, bu parçalar üzerinde nüfuz kurmak ve bu nüfuzu istikrarlı hale getirmek, hem daha kolay hem de daha masrafsız bir yöntemdir.

Aynı zamanda boyutları küçük ve güçleri sınırlı olan bu devletlerin siyaset sahnesinde kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi de daha basittir.

Bağımsız ulus-devlet yapısı, devletlerarası durumda güçlü olmanın önündeki en büyük engeldir. Sonuçta, dünya siyasetinde ilk üç sırayı oluşturan güçlü yapıların hiçbiri “ulus-devlet” değildir: 51 eyaletten oluşan, uluslararası kurumları kontrol edip devşirdiği ajan yöneticilerle dünya siyasetini yönlendiren ABD, Birleşik Krallık ve Milletler Topluluğu gölgesinde hareket eden İngiltere ve Avrupa devletlerinin güçlerini birleştirmek için oluşturduğu Avrupa Birliği (AB), bu tespiti doğrulayan oluşumlardır.

Kendi varlıklarını sürdürebilmek için çok uluslu yapılar oluşturmak zorunda kalan bu devletler, İslâm Devleti’nin siyaset sahnesine çıkmasıyla mutlaka harekete geçeceklerdir. Her ne kadar İslâm Devleti’nin iç meselesi olsa da, bu devletler kendi topraklarıyla arasına set çekmek için uluslararası sistemin tüm araçlarını kullanacaklardır.

Başlangıçta İslâm Devleti’nin bu saldırılar karşısında zorluk yaşama ihtimali mümkün olmakla birlikte, bu saldırılara karşı elinde güçlü bir kart da mevcuttur. Bu kart; “beldelerde yaşayan Müslüman nüfusun yoğunluğu”dur.

Halkları ikna etmek ve harekete geçirmek, İslâm Devleti’nin topraklarını geri kazanması açısından önemli bir yöntem olacaktır.

[يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ] “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.”[6]



[1] Bakara Suresi 193

[2] Nisa Suresi 141

[3] Müslim

[4] Buhari, Müslim

[5] Âl-i İmran Suresi 103

[6] Saff Suresi 8


 [S1]ahalisinin kendiliğinden müslüman olduğu topraklar ile … desek daha anlaşılır olmaz mı?


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz