Hilâfet’in ikamesi, dünya siyaset sahnesinde yeni bir
dönemin başlamasına da sahne olacaktır. Çünkü İslâm Devleti’nin dış
siyaseti, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in risaletini
bir nur ve hidayet kaynağı olarak tüm âleme taşımak üzerine olacaktır. Cihad,
risaleti âleme taşımanın, yani İslâm’ın dünyaya yayılmasının metodudur. İslâm’ın dünyaya yayılması ise davetin devlet eliyle tüm dünya halklarına
götürülüp insanların İslâm’ı din olarak kabul etmesini sağlama ve kabul eden ya
da etmeyen bütün halklar üzerinde İslâm
otoritesini tesis etme amelidir.
[وَقَاتِلُوهُمْ حَتّٰى لَا تَكُونَ فِتْنَةٌ وَيَكُونَ الدّ۪ينُ لِلّٰهِۜ] “Fitne ortadan kalkıncaya ve din yalnız Allah’ın oluncaya kadar onlarla
savaşın.”[1]
Dolayısıyla, İslâm Devleti’nin siyaset sahnesine
girmesinin ardından tatbik edeceği iç ve dış siyaset bugünkü konjonktürden
farklı olacak ve günümüz dünyasındaki mevcut uluslararası kuralları ve
sınırları zorlayacaktır. Konumuz; ikamesinin ardından “İslâm Devleti’nin iç ve dış
siyasetini oluşturan dinamikler” olmakla beraber, ağırlıklı olarak “İslâm
Devleti’nin kurulduğu topraklar dışında kalan İslâm beldeleri ile kuracağı
ilişkiler” üzerine olacaktır.
Hayatın
her meselesinde olduğu gibi, İslâm Devleti’nin ikame edildiği bölgeler
dışındaki İslâm topraklarıyla olan ilişkilerinde de belirleyici unsur muhakkak
ki İslâm şeriatıdır. Onun için biz bu meselenin şer’i hükmünün
ne olduğunu ve devletin kurulduğu vakıada şeriatın bu toprakları nasıl
vasıflandırdığını inceleyerek, öncelikle “toprak meselesi” hakkındaki hükmünün ne olduğunu anlamaya çalışacağız.
İslâm toprakları öşrî ve harâci arazi olmak üzere ikiye ayrılırlar:
Öşrî arazi, ahalisinin
kendiliğinden Müslüman olduğu
topraklar [S1] ile
Arap Yarımadası arazisidir. Harâci arazi ise, Arap
Yarımadasından başka harp ve sulh suretiyle
fethedilen yerlerdir. Özellikle harâci araziler açısından; bu araziler İslâm
Devleti’nin toprağı olmakla birlikte, işlenmesi açısından arazilerin
mülkiyetinin kimde kalacağı ve kullanım hakkının nasıl olacağı ile ilgili bütün
detaylar, Allah Subhanehu ve Teâlâ ve Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem tarafından
açıkça beyan edilmiş ve İslâm tarihi boyunca bu hükümler İslâm toprakları
üzerinde uygulanmıştır.
Bu araziler -hangi türden olursa olsun- bir kez İslâm
Devleti’nin otoritesi altına girmişse artık kıyamete kadar İslâm beldesidir ve
ümmetin ortak mülküdür. Bu topraklar ve servetleri üzerinde henüz doğmamış
Müslüman nesillerin bile hakları vardır. Bundan dolayı İslâmi bir otoritenin bu
topraklardan vazgeçme, onları küfrün tasallutu altında kendi haline bırakma ve
sanki başka devletlerin toprakları olarak görme ve muamele yapma hakkı ve
yetkisi yoktur. Bir İslâm toprağı, yeryüzünden Müslümanlar tamamen silinmediği
sürece -ki bu asla mümkün olacak bir şey değildir- kıyamete kadar İslâm toprağı
olarak kalır. İslâm’da toprağın hükmü, mülkiyet hakları ve tasarruf yetkisi ile ilgili hükümler
açısından özetle durum bu şekildedir.
[وَلَنْ يَجْعَلَ اللّٰهُ لِلْكَافِر۪ينَ عَلَى الْمُؤْمِن۪ينَ سَب۪يلًا۟] “Allah kâfirlere, müminler üzerinde bir yol (egemenlik) edinmelerine asla
izin vermez.”[2]
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, “toprağın statüsünün ne olduğudur” yani onu kıyamete kadar İslâm
toprağı yapan husustur. Bu kıstasa göre İslâm beldeleri,
başlangıçta Hilâfet Devleti sınırlarının dışında kalıyor
olsalar bile devletin kendi topraklarıdır. Bu nedenle İslâm Devleti’nin “harbi” olarak nitelendirilen diğer devletlerle
yürüttüğü siyaset ile, başlangıçta kuruluş sınırları dışında kalan İslâm toprakları üzerinde yürüttüğü siyaset
birbirinden farklı olacaktır. Devletin dış siyasetinin cihat eksenli bir davet siyaseti
olması ve temelini de harp siyasetinin oluşturması sebebiyle
muhatabı, kendisine İslâm’ın hiç ulaştırılmadığı topraklar üzerindeki “hükmî ya da fiilî harbi” devletlerdir. İslâm toprakları ise böyle
değildir; bu topraklar İslâm toprağı vasfını korudukları için üzerindeki
yapıların ve devletçiklerin tamamı, “kovulması gereken işgalciler” sıfatını taşımaktadırlar. Onların o
topraklar üzerinde bulunmaları ve hüküm sürmeleri caiz olmayıp buralardan
ivedilikle çıkarılmaları gerekir.
Özetleyecek olursak; kâfirler ne müminler ne de onların toprakları üzerinde herhangi
bir söz, yetki, otorite, statü, vs. hakkına sahip değildirler. Bu hüküm, fiilî
olarak doğrudan ya da herhangi bir gayri İslâmi siyasetin
tatbiki neticesinde dolaylı olarak işgal altında olan
bütün İslâm coğrafyası için geçerlidir. Statüsü şer’i hükümler
tarafından belirlenmiş olan topraklarımızı, kâfilerin necis varlıklarından temizleyerek birleştirmek ve İslâm
beldelerinde mevcut durumda uygulanan sömürge sistemlerini söküp atmak, İslâm Devleti ve onun halifesinin öncelikli görevidir. Çünkü ümmetin emanetlerine; canlarına, mallarına,
servetlerine, onur ve haysiyetlerine ancak Allah’ın indirdikleri ile hükmedecek
olan bir halife sahip çıkabilir. Çünkü o, ümmetin maslahatlarına iman saikıyla sahip çıkacaktır. Kendisine yüklenen
emanete ihanet ettiğinde huzur-u İlahi’de, işlediği cürümlerden
dolayı Rabbine hesap vereceğinin bilincindedir. Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu:
[مَا مِنْ عَبْدٍ يَسْتَرْعِيهِ اللَّهُ رَعِيَّةً يَمُوتُ يَوْمَ يَمُوتُ وَهُوَ غَاشٌّ لِرَعِيَّتِهِ إِلَّا حَرَّمَ اللَّهُ عَلَيْهِ الْجَنَّةَ] “Allah bir halkın başına getirip de, öldüğü gün tebaasını aldatmış olarak
ölen hiç bir kul yoktur ki, Allah ona cenneti haram etmesin!”[3] Yine Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem
şöyle buyurdu:
[إِنَّمَا الإمَامُ جُنَّةٌ یُقَاتَلُ مِنْ وَرَائِهِ وَیُتَّقَى بِ هِ] “Kuşkusuz İmam, kalkandır. Ancak onunla (düşmanlara karşı) savaşılır. Ancak
onunla (canlar, servetler, topraklar) korunulur.”[4]
Bu açıklamalardan sonra; siyasi sahneye çıkan “İslâm Devleti’nin başta kara sınırları olmak üzere kuruluş sınırları dışında kalan İslâm beldeleri ile olan ilişkisinin ne şekilde
yürütüleceği”, bunların “iç siyaset mi yoksa dış siyaset kapsamında mı değerlendirileceği”
konusuna değinebiliriz.
İslâm Devleti’nin böyle bir vakıada sınırları dışındaki İslâm coğrafyası ile olan
ilişkileri, üzerinde yaşayan halkın İslâmi niteliği de göz önünde
bulundurularak öncelikli olarak iç siyaset kapsamında değerlendirilirler. Çünkü
topraklar, şer’i açıdan üzerinde bir dönem İslâm
ahkâmının tatbik edildiği devletin kendi topraklarıdır. Fiilî, fikrî ya da
siyasi işgal altında bulunmaları, onları “İslâm toprağı” niteliğinden
çıkarmamıştır. Bu sebeple üzerinde yaşayan halkla birlikte maruz kaldığı
işgalden kurtarılması ve üzerinden zulmün kaldırılması, devletin öncelikli
işidir.
Devlet buraları, davet ve ikna yöntemiyle ya da
doğrudan ilhak ederek sınırlarına katabilir. Buradaki uygulama,
devletin, dış siyasetinde harbi devletlere yapmış olduğu uygulamadan farklıdır.
Çünkü İslâm beldelerindeki halklara, harbi devletlerin halklarına olduğu gibi “İslâm’a
girmeleri” ya da “cizye ödemeleri” gibi seçenekler
sunulmaz. Sonuçta, bu beldelerin dış siyaset kapsamında
değerlendirilebilmesi için daha önce İslâm otoritesi altına
girmemiş ve İslâm toprağının bir
parçası olmamış, “hükmî” ya
da “fiilî harbî devlet”
statüsünde bulunan devletlerden olmaları gerekir.
Devletin ikamesinde sınırların dışında kalan İslâm
toprakları, devletin kendi iç meselesidir ve mevcut düzenin onlar hakkındaki
değerlendirmesinin bu konuda bir hükmü yoktur. Buralar, İslâm’ın kendi
toprağıdır ve halkları, -çoğunlukla Müslüman olmasa bile- bu beldeler, -yukarıda
şer’i durumunu belirttiğimiz- iki topraktan birisi konumundadır. Yani bu
topraklar, şeriatın, hükmünü “kıyamete kadar İslâm toprağı” olarak verdiği
topraklardır. Buralar, ümmetin yitik malıdır ya fiilen ya da fikrî ve siyasi
açıdan sömürgecilerin tasallutuna maruz kalmış, halkları onların ahkâmlarına
boyun büktürülmüş topraklardır. Ümmetin/kamunun işlerinin tek yürütücüsü ise
onun koruyucusu ve gözeticisi olan devlet, bu beldeler üzerinde tek yetkili ve
söz sahibidir.
İslâm Devleti’nin bu topraklar üzerindeki
siyaseti, ümmetin yitik bölgelerini geri almak için yürütülecek ilhak ve tevessü siyaseti olacaktır. Bu siyaset; kara sınırlarından
başlamak üzere, İslâm toprakları üzerinde egemenlik kurmuş, zulmün ve fesadın
sebebi olan, Müslümanları tahakkümü altına almış fikir, sistem ve nizam olarak
ne varsa onları ortadan kaldırarak öncelikli olarak “bu toprakları aslına
döndürme” siyasetidir. İslâm topraklarını aslına döndürme, yani onları İslâm
Devleti’nin bünyesine katma/ilhak siyaseti ile ilgili yöntem ve üsluplar, şer’i
çerçevede toprakların vakıa ve siyasi durumlarına göre, halife tarafından
belirlenecek ve uygulamaya konulacaktır.
Böyle bir siyaset devletlerarası düzen içinde
siyaset sahnesine yeni çıkmış olan İslâm Devleti’nin etkin ve güçlü olabilmesi açısından
önemlidir. Bu mesele; İslâm topraklarının ilhakı/birleştirilmesi ve tevessü/genişlemesi ile ve ümmetin insan
kaynağının, yeraltı ve yerüstü zenginliklerinin, askerî gücünün, enerji kaynaklarının ve savaş
sanayiinin temeli olan ağır sanayi altyapılarının birleştirilmesi
ve yeryüzünde sahip olduğu potansiyel ile devasa bir hale dönüşmesi ile
alakalıdır. Bu siyaset, beldelerimiz üzerindeki sömürgeci kâfirler tarafından “kolay
yutulur lokmalar” halindeki ulus devletleri, Hilâfet çatısı
altında devasa bir güce dönüştürme amelidir.
Güncel bir vakıa olması ve devrimin hâlâ
Müslümanlar nezdinde umutlarını ve beklentilerini devam ettirdiği Suriye üzerinden ilhak ve tevessü konusu, anlatmaya
çalıştığımız vakıaya mutabık bir örnek olacaktır.
İslâm Devleti’nin Suriye’de
kurulduğunu varsayarsak, devlet kurulduğu andan itibaren, kendisine ait olan ve
halkları Müslüman olan beldeleri kendisine tâbi olmaya ve topraklarını şer’i
bir zorunluluk olarak İslâm Devleti’nin topraklarıyla birleştirmeye davet edecek
bir siyaset yürütecektir.
Suriye, tek başına bu yükün altından kalkmakta zorlanırken veya devletlerarası
siyasette gerekli etkinliğe ulaşamazken, ortak kara sınırları olması
hasebiyle Irak ve Türkiye’nin de Hilâfet sınırları içerisine
dâhil olması, ortaya çıkacak gücün boyutlarını ve bu genişlemenin dünya
siyaseti üzerindeki etkisini son derece büyük kılacaktır.
Ancak bu ilhak ve tevessü siyaseti yürütülürken, İslâm Devleti’nin beldeler
üzerindeki siyaseti gereği, toprakları üzerinde kurulmuş devletlerle diplomatik
ilişkileri bu siyaset ekseninde sınırlı düzeyde yürütülür.
Çünkü diplomatik ilişki; “anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözümü
amacıyla farklı siyasî birimler arasındaki iletişim ve etkileşim sağlama
sürecidir.” Başka bir ifadeyle; diplomasi, üçüncü tarafların da devreye
girdiği ve genelde taraflar arasında ortak bir çözüm üzerinde barışçıl anlaşmaların
sağlanmaya çalışıldığı siyasî bir süreçtir.
Bu vakıada ise beldeler
üzerindeki devletler ile İslâm Devleti arasında ne bir ortak çözüm ne de mevcut durum üzerine bir uzlaşı
söz konusudur.
Sonuç olarak, İslâm beldeleri üzerinde
bulunan devletlerin hepsi, “sömürgeci kâfirlerin işbirlikçileri” olarak bu
topraklarda fikrî ve siyasi işgalin yürütücüsü konumundadır. Dolayısıyla,
varlıklarını devam ettirmek için mücadele edecekler ve bunun için her türlü
necis yol ve yöntemi kullanacaklardır.
Bu yöntemler arasında; İslâm Devleti’ne karşı belde halkı nezdinde fitne oluşturmak, halkı devlete
karşı harekete geçirmek, Müslümanları birbirine düşürmek ve hatta birbirleriyle
savaşmaları için ortamlar hazırlamak da olacaktır.
İşte bu noktada, İslâm Devleti,
Müslümanlar arasında oluşabilecek bu olumsuz durumların önüne geçmek ve
başlarında Müslüman olduklarını iddia eden yöneticilere “hakkı ve sabrı
tavsiye etmek” amacıyla bu devletlerle görüşmeler yapabilir.
Özetle, İslâm Devleti’nin bu
devletlerle yürüteceği diplomasi -şayet buna gerek kalırsa- sömürgeci
kâfirlerle ilişkilerini keserek İslâm Devleti’ne tâbi olmalarına ya da efendileriyle
birlikte çöreklendikleri bu toprakları “terk etmelerine yönelik” bir çağrıdan
ibaret olacaktır.
İslâm Devleti’nin onlarla “büyükelçilik düzeyinde” ilişkiler kurması
ise zaten düşünülemez. Çünkü devletlerarası vakıada, bir devlete büyükelçi
atamak veya bu düzeyde ilişkiler kurmak, o devletin “bağımsızlığını
kabul etmek ve egemenliğini tanımak” anlamına gelir.
Dolayısıyla, bu durum İslâm beldelerinin vakıası açısından düşünüldüğünde, Müslümanların üzerinde
var olan küfür sistemlerinin ve onların Müslümanlar üzerindeki egemenliğinin
bizzat İslâm Devleti tarafından tanınması anlamına gelir ki bu, şer’an
asla caiz değildir.
İslâm’ın yayılması ve genişlemesi, “davetin âleme taşınması”
demektir. Bu yayılma, şer’î hükmün gereğidir ve dış siyasetin temelidir. İlhak
ve tevessü meselesi, İslâm Devleti’nin dış siyasetinde böyle olduğu gibi, İslâm
beldelerinin yeniden kendi tebaası haline getirilmesi ve topraklarının
birleştirilmesi sürecinde de aynı şekilde işler.
Ancak bu konu, devletin iç
siyasetiyle ilgili olup kendisine ait olan fakat “işgal edilmiş toprakların
geri alınması” meselesidir. Çünkü bu birleşme, ümmetin gücünün dayandığı temel
unsurdur.
Tefrika ise, bugünkü vakıada
görüldüğü gibi, “ümmetin gücünü yitirmesi” anlamına gelir. Toprakların
birleştirilmesi, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın Müslümanlara vacip kıldığı
ve parçalanıp bölünmeyi yasakladığı bir şer’î zorunluluktur:
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp
bölünmeyin. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın. Hani sizler birbirinize
düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti
sayesinde kardeşler olmuştunuz.”[5]
Mevcut devletlerarası düzende,
iç ve dış siyasetin esasları, İslâm’ın şer’i çerçevede belirlediği iç ve dış
siyaset dinamikleriyle tamamen zıttır.
Çünkü Birinci Dünya Savaşı’nın ardından oluşan dünya düzeninde, imparatorlukların
ve çok uluslu devletlerin yerini ulus-devletler almıştır.
Bu düzene göre, her ulus devlet, kendisini çevreleyen sınırların dışında
kalan devletleri -dini, milleti ve geçmişiyle ne kadar bağlantısı olursa olsun-
“yabancı devlet” olarak kabul etmiştir. Bu devletlerin birbirleriyle
olan ilişkileri de buna bağlı olarak dış siyaset kapsamında
değerlendirilmiştir.
Bu yeni sistemde, devletlerin iç ve dış siyaseti, ulus-devlet sınırları
içerisinde ve dışında yürütülen politikalar çerçevesinde yeniden dizayn
edilmiştir.
İşte bu tip devletler -ki bugün dünya düzeninin tamamı bu şekildedir- hem
İslâm Devleti’nin yeniden hayat bulmasının önünde bir engel teşkil etmekte, hem
de devlet kurulduktan sonra İslâm Devleti ile diğer İslâm beldeleri arasındaki
ilişkilerin İslâm ahkâmına uygun olmasını zorlaştırmaktadır.
Bu durum, İslâm Devleti’nin diğer
İslâm beldeleriyle olan ilişkilerinde uluslararası çapta engeller çıkaracaktır.
Ancak, bu engellerin İslâm Devleti’nin genişlemesine bağlı olarak zamanla
azalması ve uluslararası düzenin bu yeni ideolojik çıkışa/İslâm
Devleti’nin siyasetine teslim olmaya başlamasıyla, devletlerin iç ve dış
siyasetinin üzerine oturduğu esaslar da değişecektir.
Ulus devlet sisteminin çok uluslu devletlerin yerini almasının temel
sebeplerinden biri de kapitalizmin egemen olduğu dünyada sömürü sisteminin
değişmesidir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, eski “askerî işgal siyaseti” yerini,
“siyasi nüfuz” yoluyla ajanlar devşirme yöntemine bırakmıştır. Bölgeleri küçük
parçalara ayırarak zayıflatmak, bu parçalar üzerinde nüfuz kurmak
ve bu nüfuzu istikrarlı hale getirmek, hem daha kolay hem de daha masrafsız
bir yöntemdir.
Aynı zamanda boyutları küçük ve güçleri sınırlı olan bu devletlerin siyaset
sahnesinde kontrol edilmesi ve yönlendirilmesi de daha basittir.
Bağımsız ulus-devlet yapısı, devletlerarası durumda güçlü olmanın önündeki en büyük engeldir. Sonuçta,
dünya siyasetinde ilk üç sırayı oluşturan güçlü yapıların hiçbiri “ulus-devlet”
değildir: 51 eyaletten oluşan, uluslararası kurumları kontrol edip
devşirdiği ajan yöneticilerle dünya siyasetini yönlendiren ABD, Birleşik
Krallık ve Milletler Topluluğu gölgesinde hareket eden İngiltere
ve Avrupa devletlerinin güçlerini birleştirmek için oluşturduğu Avrupa
Birliği (AB), bu tespiti doğrulayan oluşumlardır.
Kendi varlıklarını sürdürebilmek için çok uluslu yapılar oluşturmak zorunda kalan bu devletler, İslâm Devleti’nin
siyaset sahnesine çıkmasıyla mutlaka harekete geçeceklerdir. Her ne kadar İslâm
Devleti’nin iç meselesi olsa da, bu devletler kendi topraklarıyla arasına set çekmek
için uluslararası sistemin tüm araçlarını kullanacaklardır.
Başlangıçta İslâm Devleti’nin bu saldırılar karşısında zorluk yaşama
ihtimali mümkün olmakla birlikte, bu saldırılara karşı elinde güçlü bir kart da
mevcuttur. Bu kart; “beldelerde yaşayan Müslüman nüfusun yoğunluğu”dur.
Halkları ikna etmek ve harekete geçirmek, İslâm Devleti’nin topraklarını
geri kazanması açısından önemli bir yöntem olacaktır.
[يُر۪يدُونَ لِيُطْفِؤُ۫ا نُورَ اللّٰهِ بِاَفْوَاهِهِمْ وَاللّٰهُ مُتِمُّ نُورِه۪ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ] “Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler
istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.”[6]
[1]
Bakara Suresi 193
[2]
Nisa Suresi 141
[3]
Müslim
[4]
Buhari, Müslim
[5]
Âl-i İmran Suresi 103
[6]
Saff Suresi 8
[S1]ahalisinin
kendiliğinden müslüman olduğu topraklar ile … desek daha anlaşılır olmaz mı?


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış