3 Mart 1924 tarihinde Hilâfet’in kaldırılması, İslâm dünyasında
köklü dönüşümlere yol açtı. Bu elim
olay, asırlar boyu İslâm ahkâmı temelinde süregelen siyasi ve idari sistemin
sona ermesine ve İslâm beldelerinin ulus-devlet yapılarına evrilmesine neden
oldu. Bu süreç, aynı zamanda İslâm dünyasında yeni siyasi yapıların ortaya
çıkmasına ve İslâmi hareketlerin de farklı yönetim modelleri geliştirerek
iktidar deneyimi elde etmeye çalışmalarına yol açtı.
Osmanlı’nın dağılmasının ardından İslâm dünyasında
kurulan ulus-devletlerin çoğu, gerileme döneminin fikrî atmosferinin
etkisiyle Batılı siyasi sistemleri model aldı. Bağımsızlık
hareketleri, sömürgeciliğe karşı bir direniş olarak başlasa da, bağımsızlığın
kazanılmasından sonra aynı sömürgeciliğin baskı ve yönlendirmeleriyle her
ülkede seküler bir sistem inşa edildi. Bu süreçte, İslâmi
hareketler de yeni sistemler içerisinde varlıklarını sürdürmeye çalıştı.
Bu makalede gerek demokratik seçim yoluyla gerekse devrim şeklinde olsun, İslâm
dünyasındaki çeşitli siyasi ve ideolojik hareketlerin yönetim süreçleri
incelenecek ve bu tecrübelerden çıkarılacak dersler ele alınacaktır.
Cemaat-i İslâmi
Ebû’l A‘lâ Mevdûdî’nin kurucusu olduğu Cemaat-i İslâmi’nin
Pakistan’daki faaliyetlerine bakıldığında, onun hedefine ulaşmak için
tamamen mevcut sistemin kurallarıyla hareket ettiği görülmektedir. Amacı, İslâmi bir hayatı Pakistan’a
yerleştirmek olan Cemaat, seçimlere girmeyi, yönetici olmayı, gücünü kullanarak
anayasayı değiştirmeyi hedefleyen bir siyasî parti olarak hareket etti.
Mevdûdî’ye göre, İslâmi değişim gizli veya aniden değil, anayasal düzen
içerisinde demokratik yöntemle gerçekleşmeliydi. Bu yola ancak tedricen hareket ederek ulaşılabilirdi. Tedricî olarak gerçekleşen bu değişimle
toplum da zamanla bu dönüşümü benimseyecek ve zihnî ile ahlâkî yönden bir
dönüşüm sağlanmış olacaktı.
Bu saikle 1971-1991 yılları arasındaki dönemde Cemaat-i İslâmi, Pakistan’da demokrasi, şeriatı uygulatma ve hükümete katılma
mücadelesi verdi. 1971-1977 arasında iktidarda olan Sol eğilimli Zülfikar Ali Butto hükümeti, İslâmi
faaliyetleri engelledi. Bu sebeple teşkilat, 1977 yılında
başlayan Ziyâü’l-Hak askerî yönetimini destekleyerek, muhalefet
partilerinin oluşturduğu millî ittifaka katıldı ve dört bakanlık
aldı.
1990’da Butto hükümetinin yolsuzluk ve etkisizlik
sebebiyle cumhurbaşkanı tarafından azledilmesi üzerine yapılan yeni
seçimlerde Cemaat-i İslâmi, diğer İslâmi partilerle ittifak kurdu. Ancak bu
ittifak (İslâmi Demokrasi İttifakı) seçimleri kazandığında, Cemaat
hükümette bakanlık almayı reddetti ve seçim kampanyalarında İslâm hukukunun
uygulanacağı yönünde verilen sözlerin yerine getirilmesi için baskı kurma
politikası izledi. Bunun sonucu olarak kısa zamanda hükümetle anlaşmazlığa
düştü ve Mayıs 1992’de ittifaktan ayrılarak muhalefete çekildi.
Sonuç olarak, Cemaat-i İslâmi her ne kadar “Rasulullah
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in devlet kurma modelini örnek
aldığını” beyan etse de, O’nun “kansız bir inkılap” neticesinde devlet
kurmasını, “siyasette uzlaşma” şeklinde yorumlayarak hatalı bir çıkarımda
bulundu. Demokratik ittifaka katıldı ve İslâm Devleti idealinden pratik anlamda
vazgeçmek zorunda kaldı. Oysa Allah’ın Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem, İslâm’ı hiçbir
şekilde pazarlık konusu yapmamış, tâğûtî sistemlerle uzlaşmaya çalışmamıştır.
Cemaat-i İslâmî’nin yönetim tecrübesinden çıkarılacak ders şudur: Niyet ne kadar samimi olursa olsun, hazırlık ne kadar iyi yapılırsa
yapılsın, demokratik bir sistemde İslâm’ı uygulamak imkânsızdır. Zira her bir kavram mutlaka ideolojik
bir içerik taşır ve demokrasi, sadece bir seçim ve siyasi araç değil, kapitalist ideolojinin ürünü olan bir yönetim şeklidir ve böyle anlaşılmalıdır. Demokrasinin
İslâm ile yan yana gelmesi söz konusu olamaz.
İran İslâm Cumhuriyeti Devrimi
1979 yılında Humeynî, “İslâm Devrimi” adı verilen bir darbe
ile Şah’ın saltanatına son vererek İran’da yeni bir yapı
kurduğunda, tüm dünya Müslümanlarını heyecanlandırdı. Zira İslâm ile hükmedilmeye susamış olan ümmet, ABD ve Batı’ya meydan okuyan bir rejimin kurulmasını,
İslâm’ı ve Müslümanları koruyacağı zannıyla destekleyip sahiplendi. İslâm
dünyasında sadece küçük bir kesim, İran’da gerçekten bir İslâm Devleti kurulup
kurulmadığını anlamak için İran Anayasası’nı inceleme gereği duydu;
büyük çoğunluk ise bunu sorgulamadan kabul etti.
Oysa İran Anayasası’nın maddelerine yüzeysel bile
bakılsa, Birinci Bölüm’de “Genel Esaslar” kısmındaki bazı maddelerde ve İkinci
Bölüm’de “İslâmî Hükümlerin Uygulanması” başlığı altında herhangi bir değer taşımayan
"İran’ın resmî dini İslâm’dır." ifadesinden başka, bu
anayasada İslâm’a dair hiçbir şeyin yer almadığı görülecektir. Ayrıca
anayasada, devlet başkanı, bakanlar ve meclis üyelerinin mutlaka “İranlı olması”
gerektiği açıkça belirtilmiştir. Bunun yanı sıra, İran bayrağı “resmî sembol”
olarak kabul edilmiş, yazı ve haberleşme dili olarak ise yalnızca Farsça belirlenmiştir."
Dolayısıyla bu anayasa, hazırlayanları tarafından
İslâmî bir devletin değil, aksine bir “kavmin anayasası” olarak görülmüştür.
Çünkü İslâmî bir anayasa, kavmiyetçi hiçbir ibare taşımayacağı
gibi, bütün maddeleri şer’i hükümlere dayanır. Aynı zamanda
böyle bir anayasanın bir cemaate veya mezhebe değil, bütün Müslümanlara şamil olması gerekir.
Ancak İran Anayasası’nda bu özelliklerin hiçbiri mevcut olmadığı gibi, İran Devrimi’nin yönetim yapısı ve uyguladığı kapitalist
nizam sebebiyle “İslâmî bir devrim” olarak kabul edilmesi mümkün değildir.
Dahası, İran’ın devrim sonrası İslâm
coğrafyasında izlediği siyaset, Müslümanları savunmak şöyle dursun, İslâm ile
savaşında Müslümanlara karşı “ABD ile birlikte hareket
ettiğini” göstermektedir. İran rejimi,
devrim öncesinde Fransa’nın “Naufle-le-Château (Nofel Loşato)"
bölgesinde bulunduğu sırada
delegelerini göndererek Humeynî’ye iş birliği ve yardım teklif eden ABD’ye,
"kazan-kazan" anlayışıyla devrimin gerçekleşmesinden bugüne kadar
hizmet etmiştir. Bunun en somut örneği, ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerinde İran’ın ona açıktan destek vermesi ve yakın zamanda Suriye’deki İslâmi devrimin bastırılması için ABD’nin teşviki ve korumasıyla Suriye
halkına karşı savaşmasıdır. ABD-İran ilişkilerinin boyutu ayrıca ele
alınması gereken bir konudur.
İran Devrimi’nin yönetim tecrübesinden çıkarılacak en önemli ders şudur: Bir rejimi tanımak için önce onun anayasal niteliğine, yani egemenliğin
kime ait olduğuna bakmak gerekir: şeriata mı, yoksa insana mı? Ayrıca,
kavmiyetçi ve mezhepçi vurguları öne çıkaran hiçbir sistem, İslâm’ı temsil
edemez; aksine, Müslümanlar arasında fitne, ihanet ve düşmanlığa zemin
hazırlar. Bu gerçeği akıldan çıkarmamak
gerekir.
İslâmi Selâmet Cephesi (FIS)
Cezayir’deki İslâmi Selâmet Cephesi’nin (FIS)
yönetim tecrübesi, demokratik seçimle iktidara gelmeye çalışmanın Müslümanları
nasıl bir çıkmaza sürüklediğini gösteren en acı örneklerden biridir. 1989
yılında Abbâsî Medenî ve Ali Belhâc liderliğinde kurulan FIS,
kısa sürede Cezayirli Müslümanlardan büyük destek gördü. Bu desteğin
temel sebebi, Fransa’dan bağımsızlığın kazanılmasının ardından Cezayirli
Müslümanların İslâmi yönetim taleplerinin giderek artması ve FIS’in
liderlerinin de bu süreçte defalarca İslâm Devleti kurma hedeflerini açıkça
ilan etmeleriydi.
Nitekim Abbâsî Medenî, FIS’in yayın organı el-Munkız’da yayımlanan "Halk bu sene İslâm Devleti’nin kuruluşuna
davetlidir" başlıklı yazısında, mevcut rejimin halkın güvenini
yitirdiğini vurgulamış ve İslâm Devleti’nin tek çözüm olacağına işaret
etmiştir. Ali Belhâc ise Cezayir’deki düzeni eleştirirken, FIS’in
o dönemde kullandığı ve özellikle Batı’yı ve Cezayir’deki laik kesimleri rahatsız eden sloganını tekrarlayarak "İslâm
hayatın nizamıdır, onun için yaşar ve onun için ölürüz." demiştir.[1]
Ancak, İslâm’ın “kendine özgü bir hayat nizamı”
olduğunu savunan bu fikrî yaklaşıma rağmen, “iktidara ulaşma yöntemi” olarak
demokratik seçimlere başvurulması, FIS’in projesinde başarısız olmasına yol
açtı. 26 Aralık 1991’de gerçekleştirilen genel
seçimlerin birinci turunda, oyların
resmî kaynaklara göre %55’ini, FIS kaynaklarına göre ise %80’ini alan İslâmi Selâmet Cephesi’ne karşı, Batılıların desteğiyle Cezayir’in “kukla
ordusu”, seçimlerin ikinci turunun
yapılacağı 16 Ocak 1992’den beş gün önce bir darbe gerçekleştirerek yönetime el koydu. Bu destekle de yetinmeyen Avrupa
Topluluğu’na (AT) üye 12 ülke, Lizbon’da toplanarak askerî darbenin "anayasal"
olduğunu kabul etmiş ve insan haysiyetini, özgürlüğü hiçe sayan bu askerî cuntaya 484 milyon dolar kredi sağlamıştır.
Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı
François Mitterrand, “Eğer
fundamentalistler Cezayir’de yönetime ulaşmayı başarırlarsa, Bush’un Panama’ya
yaptığı gibi askerî güçle müdahale edeceğim muhakkaktır." şeklindeki ifadeleriyle, demokrasinin sadece
bir seçim değil, kâfir Batı’nın Müslümanların beldelerine dayattığı bir sömürgecilik
nizamı olduğunu açıkça itiraf etmiştir.
İslâmi Selâmet Cephesi’nin bu tecrübesi, kâfirlerin
Müslümanların demokrasiyi kullanarak İslâmi bir yönetim kurmasına asla izin
vermeyeceklerini açıkça ortaya koymuş ve bu gerçeği siyasî bir hakikat hâline
getiren önemli bir dönüm noktası olmuştur.
İhvan-ı Müslimin
İslâm dünyasının “en eski” hareketlerinden biri olan İhvan-ı Müslimin
(Müslüman Kardeşler), 1928’de Hasan el-Bennâ tarafından Mısır’da
kuruldu ve zamanla İslâm dünyasının en büyük hareketlerinden biri hâline geldi.
Müslüman Kardeşler, 2010 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın
etkisiyle, 25 Ocak 2011’de “Öfke Cuma’sı” sloganı altında
meydanlara çıkan Mısırlı Müslümanların, “Amerika kuklası” Hüsnü
Mübarek rejimini devirmesiyle iktidar olma fırsatı yakaladı.
Müslüman Kardeşler ve Dr. Muhammed Mursî,
iktidara geldikten sonra yönetimdeki ortaklarını hoşnut etmek için “İslâmi olmayan” hususları kabul
etmede “esnek davranmayı” benimsediler. Öyle ki Batı, “ılımlı
İslâmcılar” hakkında “kötü bir fikre” sahip olmasın ve onlara sırt
çevirmesin! Müslüman Kardeşler’in zaaflarla dolu bu tecrübesiz siyaseti neticesinde, devrimin başlangıcında ortaya
atılan tüm parlak İslâmi sloganlara rağmen Mısır’daki durum değişmedi.
Zira Cumhuriyet rejimi aynı kaldı, küçük revizyonlar yapılmış olsa da anayasa tamamen laik
kaldı, Batılı kredilere ipotekli faizli ekonomi sürdürüldü, Amerika’nın hegemonyası
ve rejime sağladığı mali destek devam etti, uluslararası ilişkilerde değişiklik
olmadı ve Yahudi varlığı ile ekonomik-siyasi ilişkiler aynen sürdü;
hatta Yahudilere doğalgaz akışı bile kesilmedi.
Kısacası, hiçbir şey değişmedi. “İslâmcılar” iktidara geldi, ancak
İslâm hâkim olamadı!
Müslüman Kardeşler, başta ordu olmak üzere medya ve devlet bürokrasisinde
hiçbir güce sahip olmadan, yalnızca
demokratik seçim meşruiyetine dayanarak yürütmeye çalıştığı iktidarda istikrar
sağlayamadı. Kısa
süre sonra Genelkurmay Başkanı Abdulfettah Sisi liderliğinde yapılan bir darbeyle Mursî
yönetimi devrildi.
Nihayet, 29 Temmuz 2022 tarihinde Müslüman Kardeşler
siyasetten çekildiğini açıkladı. Müslüman Kardeşler’in Rehberlik Konseyi
Başkanlığı Vekili İbrahim Münir, yaptığı açıklamada, “Siyasi partiler
arasındaki seçimler devlet tarafından organize edilse bile biz güç mücadelesini
reddediyoruz. Bu tamamen bizim tarafımızdan reddedilmektedir.”[2]
ifadelerini kullandı.
Bu açıklama, demokratik seçimlerin, sömürgeci kâfirlerin
yöneticileri belirleme yöntemi olduğunun Müslüman
Kardeşler tarafından anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Ancak
Müslüman Kardeşler, Mısırlı Müslümanların kanları ve onurlarıyla ödedikleri
büyük bedellerden sonra bu gerçeği ancak idrak edebildi. Oysa hem şer’i deliller
hem İslâm coğrafyasında yaşanan başarısız demokrasi tecrübeleri, hem de Allah
rızası için yapılan nasihatler, bunu anlamak için yeterince açık ve netti.
Tunus – Nahda Hareketi
Arap Baharı’nın başlangıç noktası olan Tunus’ta, 2011’de gerçekleşen
devrimle birlikte Nahda Hareketi seçimle iktidara geldi. Başlangıçta “ılımlı
bir İslâmi kimliği” vurgulayan hareket, zamanla sistem içerisinde eriyerek bu
kimliğinden uzaklaştı. 2016 yılında hareketin lideri Raşid Gannûşî,
“Biz artık İslâmi bir hareket değiliz.” diyerek, sistem içinde
kalabilmek adına “İslâmi hedeflerden tamamen vazgeçtiklerini” açıkça ilan etti.
Sudan'da Hasan Turâbî Dönemi
Hasan Turâbî, Sudan’daki İslâmi hareketin en önemli
figürlerinden biri olarak, “İslâm ile demokrasiyi uzlaştırmaya yönelik” bir
siyasî model geliştirmeye çalıştı. Ancak, bu model, askerî darbeler, pragmatik
ittifaklar ve iç bölünmeler nedeniyle başarısız oldu.
Siyasî hesaplar, askerî vesayet ve Amerika ile kurulan pragmatist
ilişkiler, Sudan’ı felakete sürükledi. 2000’lerden sonra Sudan,
yönetimde sekülerleşme ve bölünme sürecine girdi. 2011’de “Güney
Sudan” bağımsızlığını kazandı. Bugün ise Sudan, Amerika ve İngiltere
arasındaki nüfuz çatışmasının kurbanı olan korkunç bir iç savaşla
sarsılmaktadır.
Millî Görüş ve Ak Parti
Millî Görüş, Necmettin Erbakan önderliğinde 1969’da
siyaset sahnesine çıktı. “Önce Ahlâk ve Maneviyat” sloganıyla yola çıkan hareket, Batıcı
ve laik düzene karşı, İslâm'ı esas alan bir ekonomik ve siyasî
sistem kurmayı hedefliyordu. Ancak süreç içerisinde, “Demokrasi, İslâmi
hareketleri ya tasfiye eder ya da dönüştürür.” kaidesi gereği ya darbelerle
tasfiye edildi ya da siyaset yapabilmek için “laikleşmek” zorunda kaldı.
Bu öyle bir laikleşmeydi ki, "Atatürk yaşasaydı bugün Millî
Görüşçü olurdu." söylemine kadar uzanarak, Müslümanlar için ibret
vesikası hâline gelmiştir.
Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde kurulan Adalet ve
Kalkınma Partisi (AK Parti) ise Millî Görüş hareketinden ayrılarak, onun
kaldığı yerden devam edip Müslümanları demokratik sistem içinde tutmak için
yeni ve sinsi üsluplar geliştirmiştir.
Yaklaşık 22 yıldır tek başına iktidarda olan AK Parti döneminde
nelerin yapıldığı ve nasıl bir siyasî çizgi izlendiği herkesin malumudur.
Yaşlısından gencine, iki kuşaktır herkesin bizzat şahit olduğu politikaların
neticeleri ortadadır.
Zira geriye dönüp bakıldığında; AK Parti’nin, iç politikada sosyal
ve eğitim alanında attığı adımlar ile dış politikada, halkı
Müslüman olan ülkelere yönelik “rol-model olma” adına yürüttüğü
stratejiler, “İslâm davası” ekseninde değil, ancak demokrasi ve onun
muhafızlığı çerçevesinde okunabilir.
Sonuç olarak, AK Parti’nin başarısı(!) varsa, bu başarı, Müslüman halkları
demokrasi ve laiklik başta olmak üzere Batılı düşünce ve değerlerle
kaynaştırma politikaları açısından aldığı mesafedir!
Bu durum, kimi Batılı ve demokrat zihniyet sahipleri tarafından bir “başarı”
olarak ifade edilse de, İslâmi bakış açısıyla tam anlamıyla bir ifsat ve
ihanettir.
Zira 20 yılın sonunda,
siyasî, ekonomik, toplumsal ve ahlâkî açıdan büyük bir enkaz ortaya çıkmıştır.
İslâmi siyasî basiretle bakan her bir kimse, bu enkazı çok açık ve net
bir şekilde görebilir.
Sömürülmüş ve içi boşaltılmış İslâmi kavramlar, yeni neslin nefretle
baktığı İslâmi değerler ve darmadağın olmuş Müslüman zihinler, bu enkazın
yalnızca küçük bir kısmıdır.
Öte yandan; ahlâkî hiçbir değer
taşımayan, yalnızca zevk ve eğlence peşinde koşan genç nesiller;
dağılmaya yüz tutmuş aileler; Batı düşüncesini “tek kutsal” kabul eden
eğitimciler ve akademisyenler; yozlaşmış siyasiler, bu enkazın en bariz
yönlerini oluşturmaktadır.
Sonuç
İhvan ile başlayan, Cemaat-i İslâmi, Nahda ve Millî Nizam ile Türkiye’ye
taşınan, AK Parti ile son bulan “sistemin içerisinde sistemi değiştirme” fikri,
bütünüyle hatalı ve batıl bir düşüncedir.
Bu fikrin temelinde, moderniteye uyarlanmış, hatta modern dünyayı eksenine alarak
onun yörüngesinde dönen, dünyaya öncelik tanıyan bir İslâm anlayışı yatmaktadır. İslâm’ın izzet veren
duruşundan yoksun, binlerce yıllık İslâm fıkhından uzak, Batı
karşısında ezik bir ruh hâlini ortaya koyan bir anlayış ve
yöntemdir.
Maslahatı, şer’i hükümlerin temeli hâline getiren, dünyevî
bir fıkıh oluşturarak bunu “İslâm’ın bir parçası” olarak kabul eden bu
modernist zihniyetin başarısızlığı için delil getirmeye bile lüzum yoktur.
Gören gözler, işiten kulaklar bu hakikate zaten şahitlik etmektedir.
Mısır’da İhvan-ı Müslimin, Tunus’ta Nahda, Türkiye’de Millî Nizam
Partisi ve türevleri, son olarak da AK Parti, “sistem içi mücadelenin”
başarısızlıkla dolu çizgisini görmek için yeterlidir. Afganistan’da Taliban’ın,
Suriye’de Beşşar Esed’i deviren Suriyeli savaşçı
grupların, ulus-devlet temelinde kurdukları düzen ve maddi çıkar
odaklı izledikleri siyaset, bu başarısızlığın dışında değildir.
Zira ne Taliban ne de yeni Suriye’nin liderleri, ümmeti birleştirecek bir Hilâfet
projesine yönelmekten uzaktır.
Velhasıl, “iktidara gelmek” ile “sistemi değiştirmek” arasında
büyük bir fark vardır. Nebevî metodu benimsemeden iktidara
gelenler, önce “sistemin bir parçası” olur, ardından “sistemin kendisine
dönüşürler”. İnançları zayıflar, umutları tükenir; bu durumda haramlara kılıf
aranır ve her seferinde bir bahane bulunur.
İşte bunlar, "Toplumu değiştireceğiz" diyerek yola çıkıp
sonunda toplum tarafından değiştirilenlerdir. Ve bunlardan fazlasıyla vardır!
“Çağın gerçeklerini iyi okumak lazım”, “toplumun sizi kabullenmesi için
biraz esnek olmanız gerekir” gibi söylemler, gerçekçi olmadığı gibi,
kitleleri uçurumun kenarına sürüklemektedir.
Değiştirilmesi gereken vakıa, toplumun kendisidir. Toplumun bir
parçası olarak toplumu değiştirmek ise bir hayaldir. İşte bu nedenle kitle,
sahip olduğu doğru fikirleri ve hareket metodunu esnetmemeli, toplumu ve
dünyayı memnun etme kaygısıyla bunları değiştirmeye çalışmamalıdır.
[وَاَنَّ هٰذَا صِرَاط۪ي مُسْتَق۪يمًا فَاتَّبِعُوهُۚ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَب۪يلِه۪ۜ ذٰلِكُمْ وَصّٰيكُمْ بِه۪ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ] “Şüphesiz bu, benim
dosdoğru yolumdur. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi
parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları
emretti.”[3]


Yorumlar