İSLÂM DÜNYASININ 100 YILLIK YÖNETİM TECRÜBELERİ

Muhammed Emin Yıldırım

3 Mart 1924 tarihinde Hilâfet’in kaldırılması, İslâm dünyasında köklü dönüşümlere yol açtı. Bu elim olay, asırlar boyu İslâm ahkâmı temelinde süregelen siyasi ve idari sistemin sona ermesine ve İslâm beldelerinin ulus-devlet yapılarına evrilmesine neden oldu. Bu süreç, aynı zamanda İslâm dünyasında yeni siyasi yapıların ortaya çıkmasına ve İslâmi hareketlerin de farklı yönetim modelleri geliştirerek iktidar deneyimi elde etmeye çalışmalarına yol açtı.

Osmanlı’nın dağılmasının ardından İslâm dünyasında kurulan ulus-devletlerin çoğu, gerileme döneminin fikrî atmosferinin etkisiyle Batılı siyasi sistemleri model aldı. Bağımsızlık hareketleri, sömürgeciliğe karşı bir direniş olarak başlasa da, bağımsızlığın kazanılmasından sonra aynı sömürgeciliğin baskı ve yönlendirmeleriyle her ülkede seküler bir sistem inşa edildi. Bu süreçte, İslâmi hareketler de yeni sistemler içerisinde varlıklarını sürdürmeye çalıştı.

Bu makalede gerek demokratik seçim yoluyla gerekse devrim şeklinde olsun, İslâm dünyasındaki çeşitli siyasi ve ideolojik hareketlerin yönetim süreçleri incelenecek ve bu tecrübelerden çıkarılacak dersler ele alınacaktır.

Cemaat-i İslâmi

Ebû’l A‘lâ Mevdûdî’nin kurucusu olduğu Cemaat-i İslâmi’nin Pakistan’daki faaliyetlerine bakıldığında, onun hedefine ulaşmak için tamamen mevcut sistemin kurallarıyla hareket ettiği görülmektedir. Amacı, İslâmi bir hayatı Pakistan’a yerleştirmek olan Cemaat, seçimlere girmeyi, yönetici olmayı, gücünü kullanarak anayasayı değiştirmeyi hedefleyen bir siyasî parti olarak hareket etti. Mevdûdî’ye göre, İslâmi değişim gizli veya aniden değil, anayasal düzen içerisinde demokratik yöntemle gerçekleşmeliydi. Bu yola ancak tedricen hareket ederek ulaşılabilirdi. Tedricî olarak gerçekleşen bu değişimle toplum da zamanla bu dönüşümü benimseyecek ve zihnî ile ahlâkî yönden bir dönüşüm sağlanmış olacaktı.

Bu saikle 1971-1991 yılları arasındaki dönemde Cemaat-i İslâmi, Pakistan’da demokrasi, şeriatı uygulatma ve hükümete katılma mücadelesi verdi. 1971-1977 arasında iktidarda olan Sol eğilimli Zülfikar Ali Butto hükümeti, İslâmi faaliyetleri engelledi. Bu sebeple teşkilat, 1977 yılında başlayan Ziyâü’l-Hak askerî yönetimini destekleyerek, muhalefet partilerinin oluşturduğu millî ittifaka katıldı ve dört bakanlık aldı.

1990’da Butto hükümetinin yolsuzluk ve etkisizlik sebebiyle cumhurbaşkanı tarafından azledilmesi üzerine yapılan yeni seçimlerde Cemaat-i İslâmi, diğer İslâmi partilerle ittifak kurdu. Ancak bu ittifak (İslâmi Demokrasi İttifakı) seçimleri kazandığında, Cemaat hükümette bakanlık almayı reddetti ve seçim kampanyalarında İslâm hukukunun uygulanacağı yönünde verilen sözlerin yerine getirilmesi için baskı kurma politikası izledi. Bunun sonucu olarak kısa zamanda hükümetle anlaşmazlığa düştü ve Mayıs 1992’de ittifaktan ayrılarak muhalefete çekildi.

Sonuç olarak, Cemaat-i İslâmi her ne kadar “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in devlet kurma modelini örnek aldığını” beyan etse de, O’nun “kansız bir inkılap” neticesinde devlet kurmasını, “siyasette uzlaşma” şeklinde yorumlayarak hatalı bir çıkarımda bulundu. Demokratik ittifaka katıldı ve İslâm Devleti idealinden pratik anlamda vazgeçmek zorunda kaldı. Oysa Allah’ın Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, İslâm’ı hiçbir şekilde pazarlık konusu yapmamış, tâğûtî sistemlerle uzlaşmaya çalışmamıştır.

Cemaat-i İslâmî’nin yönetim tecrübesinden çıkarılacak ders şudur: Niyet ne kadar samimi olursa olsun, hazırlık ne kadar iyi yapılırsa yapılsın, demokratik bir sistemde İslâm’ı uygulamak imkânsızdır. Zira her bir kavram mutlaka ideolojik bir içerik taşır ve demokrasi, sadece bir seçim ve siyasi araç değil, kapitalist ideolojinin ürünü olan bir yönetim şeklidir ve böyle anlaşılmalıdır. Demokrasinin İslâm ile yan yana gelmesi söz konusu olamaz.

İran İslâm Cumhuriyeti Devrimi

1979 yılında Humeynî, “İslâm Devrimi” adı verilen bir darbe ile Şah’ın saltanatına son vererek İran’da yeni bir yapı kurduğunda, tüm dünya Müslümanlarını heyecanlandırdı. Zira İslâm ile hükmedilmeye susamış olan ümmet, ABD ve Batı’ya meydan okuyan bir rejimin kurulmasını, İslâm’ı ve Müslümanları koruyacağı zannıyla destekleyip sahiplendi. İslâm dünyasında sadece küçük bir kesim, İran’da gerçekten bir İslâm Devleti kurulup kurulmadığını anlamak için İran Anayasası’nı inceleme gereği duydu; büyük çoğunluk ise bunu sorgulamadan kabul etti.

Oysa İran Anayasası’nın maddelerine yüzeysel bile bakılsa, Birinci Bölüm’de “Genel Esaslar” kısmındaki bazı maddelerde ve İkinci Bölüm’de “İslâmî Hükümlerin Uygulanması” başlığı altında herhangi bir değer taşımayan "İran’ın resmî dini İslâm’dır." ifadesinden başka, bu anayasada İslâm’a dair hiçbir şeyin yer almadığı görülecektir. Ayrıca anayasada, devlet başkanı, bakanlar ve meclis üyelerinin mutlaka “İranlı olması” gerektiği açıkça belirtilmiştir. Bunun yanı sıra, İran bayrağı “resmî sembol” olarak kabul edilmiş, yazı ve haberleşme dili olarak ise yalnızca Farsça belirlenmiştir."

Dolayısıyla bu anayasa, hazırlayanları tarafından İslâmî bir devletin değil, aksine bir “kavmin anayasası” olarak görülmüştür. Çünkü İslâmî bir anayasa, kavmiyetçi hiçbir ibare taşımayacağı gibi, bütün maddeleri şer’i hükümlere dayanır. Aynı zamanda böyle bir anayasanın bir cemaate veya mezhebe değil, bütün Müslümanlara şamil olması gerekir. Ancak İran Anayasası’nda bu özelliklerin hiçbiri mevcut olmadığı gibi, İran Devrimi’nin yönetim yapısı ve uyguladığı kapitalist nizam sebebiyle “İslâmî bir devrim” olarak kabul edilmesi mümkün değildir.

Dahası, İran’ın devrim sonrası İslâm coğrafyasında izlediği siyaset, Müslümanları savunmak şöyle dursun, İslâm ile savaşında Müslümanlara karşı “ABD ile birlikte hareket ettiğini” göstermektedir. İran rejimi, devrim öncesinde Fransa’nın “Naufle-le-Château (Nofel Loşato)" bölgesinde bulunduğu sırada delegelerini göndererek Humeynî’ye iş birliği ve yardım teklif eden ABD’ye, "kazan-kazan" anlayışıyla devrimin gerçekleşmesinden bugüne kadar hizmet etmiştir. Bunun en somut örneği, ABD’nin Irak ve Afganistan işgallerinde İran’ın ona açıktan destek vermesi ve yakın zamanda Suriye’deki İslâmi devrimin bastırılması için ABD’nin teşviki ve korumasıyla Suriye halkına karşı savaşmasıdır. ABD-İran ilişkilerinin boyutu ayrıca ele alınması gereken bir konudur.

İran Devrimi’nin yönetim tecrübesinden çıkarılacak en önemli ders şudur: Bir rejimi tanımak için önce onun anayasal niteliğine, yani egemenliğin kime ait olduğuna bakmak gerekir: şeriata mı, yoksa insana mı? Ayrıca, kavmiyetçi ve mezhepçi vurguları öne çıkaran hiçbir sistem, İslâm’ı temsil edemez; aksine, Müslümanlar arasında fitne, ihanet ve düşmanlığa zemin hazırlar. Bu gerçeği akıldan çıkarmamak gerekir.

İslâmi Selâmet Cephesi (FIS)

Cezayir’deki İslâmi Selâmet Cephesi’nin (FIS) yönetim tecrübesi, demokratik seçimle iktidara gelmeye çalışmanın Müslümanları nasıl bir çıkmaza sürüklediğini gösteren en acı örneklerden biridir. 1989 yılında Abbâsî Medenî ve Ali Belhâc liderliğinde kurulan FIS, kısa sürede Cezayirli Müslümanlardan büyük destek gördü. Bu desteğin temel sebebi, Fransa’dan bağımsızlığın kazanılmasının ardından Cezayirli Müslümanların İslâmi yönetim taleplerinin giderek artması ve FIS’in liderlerinin de bu süreçte defalarca İslâm Devleti kurma hedeflerini açıkça ilan etmeleriydi.

Nitekim Abbâsî Medenî, FIS’in yayın organı el-Munkız’da yayımlanan "Halk bu sene İslâm Devleti’nin kuruluşuna davetlidir" başlıklı yazısında, mevcut rejimin halkın güvenini yitirdiğini vurgulamış ve İslâm Devleti’nin tek çözüm olacağına işaret etmiştir. Ali Belhâc ise Cezayir’deki düzeni eleştirirken, FIS’in o dönemde kullandığı ve özellikle Batı’yı ve Cezayir’deki laik kesimleri rahatsız eden sloganını tekrarlayarak "İslâm hayatın nizamıdır, onun için yaşar ve onun için ölürüz." demiştir.[1]

Ancak, İslâm’ın “kendine özgü bir hayat nizamı” olduğunu savunan bu fikrî yaklaşıma rağmen, “iktidara ulaşma yöntemi” olarak demokratik seçimlere başvurulması, FIS’in projesinde başarısız olmasına yol açtı. 26 Aralık 1991’de gerçekleştirilen genel seçimlerin birinci turunda, oyların resmî kaynaklara göre %55’ini, FIS kaynaklarına göre ise %80’ini alan İslâmi Selâmet Cephesi’ne karşı, Batılıların desteğiyle Cezayir’in “kukla ordusu”, seçimlerin ikinci turunun yapılacağı 16 Ocak 1992’den beş gün önce bir darbe gerçekleştirerek yönetime el koydu. Bu destekle de yetinmeyen Avrupa Topluluğu’na (AT) üye 12 ülke, Lizbon’da toplanarak askerî darbenin "anayasal" olduğunu kabul etmiş ve insan haysiyetini, özgürlüğü hiçe sayan bu askerî cuntaya 484 milyon dolar kredi sağlamıştır.

Dönemin Fransa Cumhurbaşkanı François Mitterrand, “Eğer fundamentalistler Cezayir’de yönetime ulaşmayı başarırlarsa, Bush’un Panama’ya yaptığı gibi askerî güçle müdahale edeceğim muhakkaktır." şeklindeki ifadeleriyle, demokrasinin sadece bir seçim değil, kâfir Batı’nın Müslümanların beldelerine dayattığı bir sömürgecilik nizamı olduğunu açıkça itiraf etmiştir.

İslâmi Selâmet Cephesi’nin bu tecrübesi, kâfirlerin Müslümanların demokrasiyi kullanarak İslâmi bir yönetim kurmasına asla izin vermeyeceklerini açıkça ortaya koymuş ve bu gerçeği siyasî bir hakikat hâline getiren önemli bir dönüm noktası olmuştur.

İhvan-ı Müslimin

İslâm dünyasının “en eski” hareketlerinden biri olan İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler), 1928’de Hasan el-Bennâ tarafından Mısır’da kuruldu ve zamanla İslâm dünyasının en büyük hareketlerinden biri hâline geldi. Müslüman Kardeşler, 2010 yılında Tunus’ta başlayan Arap Baharı’nın etkisiyle, 25 Ocak 2011’de “Öfke Cuma’sı” sloganı altında meydanlara çıkan Mısırlı Müslümanların, “Amerika kuklası” Hüsnü Mübarek rejimini devirmesiyle iktidar olma fırsatı yakaladı.

Müslüman Kardeşler ve Dr. Muhammed Mursî, iktidara geldikten sonra yönetimdeki ortaklarını hoşnut etmek için “İslâmi olmayan” hususları kabul etmede “esnek davranmayı” benimsediler. Öyle ki Batı, “ılımlı İslâmcılar” hakkında “kötü bir fikre” sahip olmasın ve onlara sırt çevirmesin! Müslüman Kardeşler’in zaaflarla dolu bu tecrübesiz siyaseti neticesinde, devrimin başlangıcında ortaya atılan tüm parlak İslâmi sloganlara rağmen Mısır’daki durum değişmedi.

Zira Cumhuriyet rejimi aynı kaldı, küçük revizyonlar yapılmış olsa da anayasa tamamen laik kaldı, Batılı kredilere ipotekli faizli ekonomi sürdürüldü, Amerika’nın hegemonyası ve rejime sağladığı mali destek devam etti, uluslararası ilişkilerde değişiklik olmadı ve Yahudi varlığı ile ekonomik-siyasi ilişkiler aynen sürdü; hatta Yahudilere doğalgaz akışı bile kesilmedi.

Kısacası, hiçbir şey değişmedi. “İslâmcılar” iktidara geldi, ancak İslâm hâkim olamadı!

Müslüman Kardeşler, başta ordu olmak üzere medya ve devlet bürokrasisinde hiçbir güce sahip olmadan, yalnızca demokratik seçim meşruiyetine dayanarak yürütmeye çalıştığı iktidarda istikrar sağlayamadı. Kısa süre sonra Genelkurmay Başkanı Abdulfettah Sisi liderliğinde yapılan bir darbeyle Mursî yönetimi devrildi.

Nihayet, 29 Temmuz 2022 tarihinde Müslüman Kardeşler siyasetten çekildiğini açıkladı. Müslüman Kardeşler’in Rehberlik Konseyi Başkanlığı Vekili İbrahim Münir, yaptığı açıklamada, “Siyasi partiler arasındaki seçimler devlet tarafından organize edilse bile biz güç mücadelesini reddediyoruz. Bu tamamen bizim tarafımızdan reddedilmektedir.”[2] ifadelerini kullandı.

Bu açıklama, demokratik seçimlerin, sömürgeci kâfirlerin yöneticileri belirleme yöntemi olduğunun Müslüman Kardeşler tarafından anlaşılması açısından önem arz etmektedir. Ancak Müslüman Kardeşler, Mısırlı Müslümanların kanları ve onurlarıyla ödedikleri büyük bedellerden sonra bu gerçeği ancak idrak edebildi. Oysa hem şer’i deliller hem İslâm coğrafyasında yaşanan başarısız demokrasi tecrübeleri, hem de Allah rızası için yapılan nasihatler, bunu anlamak için yeterince açık ve netti.

Tunus – Nahda Hareketi

Arap Baharı’nın başlangıç noktası olan Tunus’ta, 2011’de gerçekleşen devrimle birlikte Nahda Hareketi seçimle iktidara geldi. Başlangıçta “ılımlı bir İslâmi kimliği” vurgulayan hareket, zamanla sistem içerisinde eriyerek bu kimliğinden uzaklaştı. 2016 yılında hareketin lideri Raşid Gannûşî, “Biz artık İslâmi bir hareket değiliz.” diyerek, sistem içinde kalabilmek adına “İslâmi hedeflerden tamamen vazgeçtiklerini” açıkça ilan etti.

Sudan'da Hasan Turâbî Dönemi

Hasan Turâbî, Sudan’daki İslâmi hareketin en önemli figürlerinden biri olarak, “İslâm ile demokrasiyi uzlaştırmaya yönelik” bir siyasî model geliştirmeye çalıştı. Ancak, bu model, askerî darbeler, pragmatik ittifaklar ve iç bölünmeler nedeniyle başarısız oldu.

Siyasî hesaplar, askerî vesayet ve Amerika ile kurulan pragmatist ilişkiler, Sudan’ı felakete sürükledi. 2000’lerden sonra Sudan, yönetimde sekülerleşme ve bölünme sürecine girdi. 2011’de “Güney Sudan” bağımsızlığını kazandı. Bugün ise Sudan, Amerika ve İngiltere arasındaki nüfuz çatışmasının kurbanı olan korkunç bir iç savaşla sarsılmaktadır.

 

Millî Görüş ve Ak Parti

Millî Görüş, Necmettin Erbakan önderliğinde 1969’da siyaset sahnesine çıktı. “Önce Ahlâk ve Maneviyat” sloganıyla yola çıkan hareket, Batıcı ve laik düzene karşı, İslâm'ı esas alan bir ekonomik ve siyasî sistem kurmayı hedefliyordu. Ancak süreç içerisinde, “Demokrasi, İslâmi hareketleri ya tasfiye eder ya da dönüştürür.” kaidesi gereği ya darbelerle tasfiye edildi ya da siyaset yapabilmek için “laikleşmek” zorunda kaldı.

Bu öyle bir laikleşmeydi ki, "Atatürk yaşasaydı bugün Millî Görüşçü olurdu." söylemine kadar uzanarak, Müslümanlar için ibret vesikası hâline gelmiştir.

Recep Tayyip Erdoğan liderliğinde kurulan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) ise Millî Görüş hareketinden ayrılarak, onun kaldığı yerden devam edip Müslümanları demokratik sistem içinde tutmak için yeni ve sinsi üsluplar geliştirmiştir.

Yaklaşık 22 yıldır tek başına iktidarda olan AK Parti döneminde nelerin yapıldığı ve nasıl bir siyasî çizgi izlendiği herkesin malumudur. Yaşlısından gencine, iki kuşaktır herkesin bizzat şahit olduğu politikaların neticeleri ortadadır.

Zira geriye dönüp bakıldığında; AK Parti’nin, iç politikada sosyal ve eğitim alanında attığı adımlar ile dış politikada, halkı Müslüman olan ülkelere yönelik “rol-model olma” adına yürüttüğü stratejiler, “İslâm davası” ekseninde değil, ancak demokrasi ve onun muhafızlığı çerçevesinde okunabilir.

Sonuç olarak, AK Parti’nin başarısı(!) varsa, bu başarı, Müslüman halkları demokrasi ve laiklik başta olmak üzere Batılı düşünce ve değerlerle kaynaştırma politikaları açısından aldığı mesafedir!

Bu durum, kimi Batılı ve demokrat zihniyet sahipleri tarafından bir “başarı” olarak ifade edilse de, İslâmi bakış açısıyla tam anlamıyla bir ifsat ve ihanettir.

Zira 20 yılın sonunda, siyasî, ekonomik, toplumsal ve ahlâkî açıdan büyük bir enkaz ortaya çıkmıştır. İslâmi siyasî basiretle bakan her bir kimse, bu enkazı çok açık ve net bir şekilde görebilir.

Sömürülmüş ve içi boşaltılmış İslâmi kavramlar, yeni neslin nefretle baktığı İslâmi değerler ve darmadağın olmuş Müslüman zihinler, bu enkazın yalnızca küçük bir kısmıdır.

Öte yandan; ahlâkî hiçbir değer taşımayan, yalnızca zevk ve eğlence peşinde koşan genç nesiller; dağılmaya yüz tutmuş aileler; Batı düşüncesini “tek kutsal” kabul eden eğitimciler ve akademisyenler; yozlaşmış siyasiler, bu enkazın en bariz yönlerini oluşturmaktadır.

Sonuç

İhvan ile başlayan, Cemaat-i İslâmi, Nahda ve Millî Nizam ile Türkiye’ye taşınan, AK Parti ile son bulan “sistemin içerisinde sistemi değiştirme” fikri, bütünüyle hatalı ve batıl bir düşüncedir.

Bu fikrin temelinde, moderniteye uyarlanmış, hatta modern dünya eksenine alarak onun yörüngesinde dönen, dünyaya öncelik tanıyan bir İslâm anlayışı yatmaktadır. İslâm’ın izzet veren duruşundan yoksun, binlerce yıllık İslâm fıkhından uzak, Batı karşısında ezik bir ruh hâlini ortaya koyan bir anlayış ve yöntemdir.

Maslahatı, şer’i hükümlerin temeli hâline getiren, dünyevî bir fıkıh oluşturarak bunu “İslâm’ın bir parçası” olarak kabul eden bu modernist zihniyetin başarısızlığı için delil getirmeye bile lüzum yoktur. Gören gözler, işiten kulaklar bu hakikate zaten şahitlik etmektedir.

Mısır’da İhvan-ı Müslimin, Tunus’ta Nahda, Türkiye’de Millî Nizam Partisi ve türevleri, son olarak da AK Parti, “sistem içi mücadelenin” başarısızlıkla dolu çizgisini görmek için yeterlidir. Afganistan’da Taliban’ın, Suriye’de Beşşar Esed’i deviren Suriyeli savaşçı grupların, ulus-devlet temelinde kurdukları düzen ve maddi çıkar odaklı izledikleri siyaset, bu başarısızlığın dışında değildir.

Zira ne Taliban ne de yeni Suriye’nin liderleri, ümmeti birleştirecek bir Hilâfet projesine yönelmekten uzaktır.

Velhasıl, “iktidara gelmek” ile “sistemi değiştirmek” arasında büyük bir fark vardır. Nebevî metodu benimsemeden iktidara gelenler, önce “sistemin bir parçası” olur, ardından “sistemin kendisine dönüşürler”. İnançları zayıflar, umutları tükenir; bu durumda haramlara kılıf aranır ve her seferinde bir bahane bulunur.

İşte bunlar, "Toplumu değiştireceğiz" diyerek yola çıkıp sonunda toplum tarafından değiştirilenlerdir. Ve bunlardan fazlasıyla vardır!

“Çağın gerçeklerini iyi okumak lazım”, “toplumun sizi kabullenmesi için biraz esnek olmanız gerekir” gibi söylemler, gerçekçi olmadığı gibi, kitleleri uçurumun kenarına sürüklemektedir.

Değiştirilmesi gereken vakıa, toplumun kendisidir. Toplumun bir parçası olarak toplumu değiştirmek ise bir hayaldir. İşte bu nedenle kitle, sahip olduğu doğru fikirleri ve hareket metodunu esnetmemeli, toplumu ve dünyayı memnun etme kaygısıyla bunları değiştirmeye çalışmamalıdır.

[وَاَنَّ هٰذَا صِرَاط۪ي مُسْتَق۪يمًا فَاتَّبِعُوهُۚ وَلَا تَتَّبِعُوا السُّبُلَ فَتَفَرَّقَ بِكُمْ عَنْ سَب۪يلِه۪ۜ ذٰلِكُمْ وَصّٰيكُمْ بِه۪ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ] “Şüphesiz bu, benim dosdoğru yolumdur. Artık ona uyun. Başka yollara uymayın. Yoksa o yollar sizi parça parça edip O’nun yolundan ayırır. İşte sakınmanız için Allah size bunları emretti.”[3]

 


Yorumlar

  1. Yavuz İçyer

    Bu anlatılanlar acizane tarafımdan bilinen şeylerdir.Hepsinide elimin tersi ile itelemişim. Elbette bu metotlarla İSLAM ve KUR'AN hakimolmaz.

Yorum Yaz