Çöküşünün İşaretleri Çoğalırken Amerika’nın Yerini Kim Dolduracak?
Tarih bize göstermektedir ki büyük bir devlet, iç sorunları arttığında,
kuruluş felsefesinden ve kendisini güçlü kılan değerlerden uzaklaştığında,
sorunları çözme konusunda giderek yalnızca “güç kullanmayı” öncelemeye
başladığında, fikrî gerileme ve çöküş sürecine girer ve “büyük devlet” olma
vasfını yitirmeye başlar.
2024 ABD Başkanlık Seçimleri neticesinde 20 Ocak
2025’te yeniden başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump, seçim
kampanyasında kullandığı “Amerika’yı Yeniden Harika Yap” sloganı da ülkenin
karşı karşıya olduğu iç ve dış zorlukların artık gizlenemez bir gerçek haline
geldiğine işaret ediyor.
Yeni başkanın en önemli vaatlerinden biri,
Amerika’nın yeniden inşa edilmesi ve küresel çatışmalara müdahil olmak yerine
iç sorunlara odaklanılmasıydı. Bu durum, Amerika’nın uluslararası alandaki
rolünü yeniden tanımlamak istediğine ve enerjisini küresel krizlerden ziyade
kendi iç meselelerine yönlendirmek istediğine işaret ediyor olabilir mi? Eğer
öyleyse, Amerika’nın küresel sistemdeki liderliğinin zayıflaması durumunda bu
boşluğu hangi güç dolduracak?
Trump’ın en önemli seçim vaatleri arasında yer alan “Amerika’yı yeniden
inşa etmek” ve “dünyadaki savaşları sona erdirmek”, ülkenin enerjisini küresel
krizlerden ziyade kendi iç sorunlarına yöneltmek istediğine dair yeni bir
siyasi yaklaşımın habercisi olarak değerlendirilebilir mi? Yoksa bu, Amerika’nın dünyaya liderlik etme
gibi “ağır bir yükü” artık taşıyamayacağının, artan iç sorunlar ve zayıflayan
iç yapısıyla küresel rolünün sarsıldığının bir göstergesi mi?
“Amerika’yı Yeniden Harika Yap”
sloganındaki en dikkat çekici kelime "yeniden"dir. Bu kelime, yalnızca geçmişe duyulan bir
özlemi ifade etmekle kalmıyor; aynı zamanda Amerika’nın günümüzde yaşadığı
olumsuzlukları ve kendinden şüphe etmeye başlayan yozlaşmış bir süper güç
hâline geldiğini de gözler önüne seriyor.
Geçmişe duyulan bu özlemin temelinde, Amerika’nın
Birinci Dünya Savaşı ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yükselişini açıklayan iki önemli faktör bulunuyor:
1. Toplumsal mutabakata dayalı geniş ve sağlam bir iç
cephe,
2. Büyük bir dış ittifak ağı.
Ancak Trump, yemin töreninde yaptığı açıklamalar
ve başkanlık görevine başladıktan sonra iç ve dış siyasete yönelik aldığı
kararlarla, bu iki temel faktörü adeta Amerika’yı çöküşe sürükleyen unsurlara
dönüştürmektedir.
• İç cephede, Amerikan
siyasetinde uzun süredir var olan yatay ve dikey bölünmeleri, kutuplaşmayı ve
çatışmayı daha da derinleştiriyor.
• Dış cephede ise,
Amerika’nın küresel liderliğini sürdürebileceği yanılgısıyla hareket ederek,
kendisini dünyanın sahibi gibi gören küstah ve kibirli bir tutum sergiliyor.
“Önce Amerika” anlayışıyla yalnızca kendi çıkarlarını önceliklendirirken,
müttefiklerinin çıkarlarını göz ardı ediyor, hatta zarar veren politikalar
izleyerek onları dışlıyor. Bu durum, Amerika’nın uluslararası arenada giderek
yalnızlaşmasına neden oluyor.
Bu iki önemli nedenin de içinde yer aldığı çok
yönlü bir değerlendirme, Amerika’nın içinde bulunduğu gerçekleri daha iyi
görmemizi sağlayacaktır.
Her şeyden önce, Amerika’nın ufku tıkanmış ve
fikrî gerileme sürecine girmiştir. Bu gerileyiş, onun sahip olduğu kapitalist ideolojinin yanlışlığı ve kısırlığı ile doğrudan
bağlantılı olduğu kadar, ideolojisinin temel değerlerinden uzaklaşmasıyla da
ilgilidir.
Amerika’nın bugün, gerek kendi içinde gerekse
uluslararası sahada ve insanlığın içinde bulunduğu problem ve krizlere çözüm
üretme konusunda fikrî bir acziyet içerisinde olduğu görülmektedir. Kapitalist
ideolojinin temel esasları çerçevesinde, etkili ve net çözümler
geliştirememektedir.
Amerika’yı büyük devlet yapan en önemli
faktörlerden biri olan fikrî gücün zayıflaması, onun çöküş sürecine girdiğinin
en büyük belirtilerinden biri hâline gelmiştir. Örneğin, koronavirüs salgını
sırasında, virüsün etkisini azaltmak amacıyla uygulanan sokağa çıkma yasakları
ve kapanmalar, küresel tedarik zincirinde aksamalara, üretimde düşüşe ve
enflasyonda ciddi artışlara neden olmuştur. Amerika, artan enflasyonu kontrol
altına almak için parasal sıkılaşmayı ve faiz artışını bir çözüm olarak
benimsemiş, bunun dışında bir alternatif üretememiştir. Ancak bu çözüm, hem
Amerikan ekonomisinde hem de dünya ekonomisinde yavaşlama ve daralmaya yol
açmıştır. İşsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet ve gelir dağılımındaki
adaletsizlik daha da artmış; bir krizi çözmek isterken başka krizleri
tetiklemiştir.
Bu örnek bile, kapitalist ideolojinin
yanlışlığını ve kısırlığını gözler önüne sermektedir. Ayrıca, Amerika’da -sayıları
ne kadar çok olursa olsun- siyasetçilerin, düşünürlerin ve akademisyenlerin,
yeni ve etkili çözümler üretme konusunda yetersiz olduklarını ortaya
koymaktadır.
İkinci ve daha çarpıcı bir örnek ise, 7 Ekim
2023 Aksa Tufanı sonrası Gazze’de yaşanan katliam, soykırım
ve insanlık suçlarıdır. Amerika, ideolojisine ve kendi değerlerine aykırı
olmasına rağmen, Müslümanlardan ve dünya halklarından gelen büyük tepkilere
kulak tıkayarak, işgalci Yahudi varlığının gerçekleştirdiği
zulmü desteklemiş, ona yardım etmiş ve açıkça onun yanında yer almıştır.
Bu tutumuyla Amerika, ideolojisinden vazgeçmeye
başladığını göstermiş, kendi değerleriyle çelişen, hatta ideolojisinin
reddettiği yöntemlerle hareket etmeye yönelmiştir.
Amerika’yı büyük yapan ve bir zamanlar dilinden
düşürmediği eşitlik, adalet, özgürlük, demokrasi, insan hakları,
uluslararası hukuk ve halkların kendi kaderini tayin hakkı gibi kavramları ayaklarının altına almış,
tam anlamıyla kapitalist despotizme evrilmiş böylece vahşi, zorba, sömürgeci
karakteri gün yüzüne çıkarmıştır.
Temel değerlerinden
uzaklaşması, problem ve krizlere fikrî çözümler üretememesi Amerika’ya ve onun
ideolojisine güveni sarsmış, insanlık ondan nefret etmiş, onun ve kapitalist
ideolojinin yerine yeni arayışlara yönelmiştir.
Amerika’nın iç
siyasetinde ve Amerikan toplumunda yaşanan bölünme ve kutuplaşma da Amerika’yı
büyük yapan kuvvetli ve sağlam iç cephenin zayıflamaya başladığını
göstermektedir.
Bu kapsamda, Amerika’nın en büyük iki partisi
olan Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti arasındaki geçmişte daha belirsiz olan iç
siyaset farklılıkları, giderek daha keskin hâle gelmiş ve toplumsal bütünlüğü
tehdit eder bir noktaya ulaşmıştır.
Ulusalcı yaklaşım ile küreselci yaklaşım, enerji
şirketleri ile teknoloji şirketleri arasındaki çıkar çatışması,
özgürlükler, cinsiyetsiz toplum, küresel ısınma, ekonomi, göçmen sorunu gibi konular üzerindeki ayrışma
derinleşmektedir.
Federal
sistemin parçalanmaya elverişli olması, eyaletler arasındaki rekabet ve
bağımsızlık düşüncesinin daha fazla tartışılır hale gelmesi, federal sistem ile
eyaletler arsında yönetim konusunda yaşanan uyumsuzluk ve karşıtlıklar,
Amerikan müesses nizamını oluşturan kurumlar arasındaki hakimiyet kavgaları,
toplumu birleştirici bir unsur olması gereken Amerikan siyasal sisteminin
giderek sorunlu bir siyasal sisteme dönüştürmektedir.
Amerika’nın tarih boyunca birlik ve büyüklüğünün
önündeki en büyük engeller olan bölünme, kutuplaşma, ırkçılık ve ayrılıkçı
fikirler, günbegün artmakta ve ülke için ölümcül bir kansere dönüşmektedir.
Bugün Amerika, dünyada en derin toplumsal ve sosyal çöküntü içinde olan ülkelerin başında
gelmektedir.
- Bir milyon insan evsizdir, sokaklarda
yaşamaktadır.
- Yaklaşık 50 milyon insan açlık ve sefalet
içinde, temel insani ihtiyaçlarını karşılamaktan ve sağlık sistemine
erişmekten uzaktır.
- Amerikan toplumu, dünyanın en yüksek suç
oranlarına sahip, en bozuk toplumlarından biri hâline gelmiştir.
- Uyuşturucu bağımlılığı, taciz, tecavüz, cinayetler, şiddet, ırkçılık,
sistematik ayrımcılık Amerikan
toplumunun temel gerçekliği olmuştur.
- Eşcinsellik, ailenin parçalanması, evlilik dışı ilişkilerin artması,
boşanma oranlarının yükselmesi ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin
korkunç boyutlara ulaşması,
Amerikan toplumunu paramparça bir hâle getirmiştir.
Amerika, siyasi iflas ve başarısızlıklarla dolu
bir ortamda, devlet ve toplumdaki derin ayrışma ve kutuplaşma
nedeniyle bir iç çatışma, hatta belki de bir iç savaş riskiyle karşı karşıya modern tarihin en gergin dönemlerinden
birini yaşamaktadır.
Amerika’nın içinde bulunduğu ekonomik kriz ve
çöküş süreci de, onun çöküşe sürüklendiğine dair en güçlü kanıtlardan biridir.
- Amerika, 36 trilyon dolarlık ulusal borcu ile dünyanın en fazla
borcu olan ülkesidir.
- Gelirleri giderlerini karşılayamamakta,
sürekli bütçe açığı ve mali disiplinsizlik sorunları yaşamaktadır.
- Yılda 1 trilyon dolardan fazla dış
ticaret açığı vermektedir.
- Her yıl borç tavanını yükseltmek zorunda kalmaktadır. Bu, Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu kısır
döngüyü ve iflasın eşiğinde olduğunu göstermektedir.
Ancak Amerika, hâlâ küresel ekonomi üzerinde
etkili olabilmesini, doların uluslararası rezerv para olmasına, IMF ve Dünya
Bankası gibi kuruluşlar üzerindeki hâkimiyetine ve küresel finans
piyasalarını kontrol edebilmesine borçludur.
Donald Trump’ın başkan olmasının ardından Kanada, Çin ve
Meksika’ya yönelik gümrük vergilerini artırması, Amerika’ya yabancı
sermaye çekme girişimleri, Suudi Arabistan’dan 1 trilyon dolarlık yatırım
talep etmesi ve yurt dışında üretim yapan Amerikan şirketlerini ülke içinde
üretim yapmaya teşvik etmesi, Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu kötü
durumun bir sonucudur."
Gayri safi hasılasının
%125’ine karşılık gelen 36 trilyon dolarlık borç, sürekli açık veren dış
ticaret ve bütçe ile diğer ülkelerle rekabet etmekte zorlanan bir ekonomi
sürdürülebilir değildir. Trump’ın bulduğu çözümler ise işe yaramayacak hem
Amerikan ekonomisinde hem de küresel ekonomide krizlerin artmasına yol
açacaktır.
Amerika’nın zayıfladığına
ve çöküşe doğru sürüklendiğine dair işaretlerden bir diğeri de siyasi gücündeki
sarsıntılardır.
Amerikan’ın “İkinci Dünya
Savaşından günümüze kadar olan mirası”, Amerika’nın siyasi gücündeki
sarsıntıların nedenlerini anlamamızı sağlıyor.
Bu miras, dünyanın dört bir yanına
yayılmış askerî üsler, denizlerin ve okyanusların askerî olarak kontrol
edilmesi, doları modern dünya ekonomisinin resmî para birimi haline getiren Bretton
Woods Anlaşması, uluslararası örgütlerdeki hâkimiyet gibi unsurlara dayanmaktadır.
Ayrıca, dünya savaşları, Kore, Vietnam,
Ortadoğu, Afganistan ve Irak savaşları, Guantanamo ve Ebu
Gureyb cezaevleri, Arap Baharı sırasında halkları hiçe sayarak
diktatörleri destekleyen politikaları ve bununla bağlantılı toplum mühendisliği
faaliyetleri, Amerika’nın küresel
anlamda nasıl bir güç inşa ettiğini göstermektedir.
Bugün, Gazze savaşında açık bir soykırım gerçekleştiren işgalci “İsrail”i desteklemesi, Amerika’nın uluslararası hukuk, insan
hakları ve demokrasi gibi iddialarına tamamen ters düşmektedir. Amerika, “demokrasi
yayma ve terörizme karşı küresel savaş” adı altında ülkeleri işgal etmeye,
darbeler düzenlemeye ve sömürgeciliğe dayalı politikalar yürütmeye devam
etmektedir. Ancak artık bu miras, onun için bir güç kaynağı olmaktan çıkmış,
tersine küresel itibarını zedeleyen bir yüke dönüşmüştür.
Amerika’nın sadece kendi
çıkarlarını esas aldığını, bu uğurda ideolojisinden bile uzaklaşarak hiçbir
değere bağlı kalmadığını gösteren ve maskesini düşüren bu acımasız sömürgeci
miras, ona duyulan güveni yok etmiş, insanlığın ve müttefiklerinin onu terk
etmesine ve ondan nefret etmesine yol açmıştır.
Amerikan dış
politikasında ortaya çıkan temel çelişki, kendi çıkarlarını bütün dünyaya
dayatmak istemesidir. Bu çelişki, Amerika’yı hem en yakın müttefiklerinden hem
de ekonomik pazarlarından soyutluyor ve başka yeni güçler tarafından
doldurulmak istenecek bir boşluk oluşturuyor.
Ayrıca son yıllarda
teknoloji alanında yaşanan gelişmeler, Amerika’nın bu alandaki üstünlüğünü koruyamadığını,
askerî alanda ve özellikle yazılım ve yapay zekâ gibi yumuşak güç üretiminde
yeni rakiplerle yüzleşmek zorunda kalacağını da göstermektedir.
Tüm bu nedenlerden dolayı, dünyadaki “birinci
devlet” konumu sarsılan Amerika için düşüş süreci başlamış ve
hızla çöküşe doğru sürüklenmektedir.
Ancak, Amerika ve onun
ideolojisi olan kapitalizme alternatif oluşturabilecek, onunla mücadele eden
farklı bir ideolojiye sahip bir devletin veya toplumun bulunmayışı, bu çöküş sürecinin tam anlamıyla hissedilmemesinin
en büyük sebeplerinden biridir.
Bu eksiklik, Amerika’nın ve kapitalist
ideolojinin çöküşe sürüklendiği gerçeğinin net bir şekilde algılanmasını
engellemekte ve Amerika’nın dünya siyasetindeki etkisini bir süre daha
sürdürebilmesine olanak tanımaktadır.
Dünyadaki ülkelerin büyük çoğunluğunda iktidarda
bulunan yöneticiler, özellikle de stratejik öneme sahip
jeopolitik konumları ve zengin doğal kaynaklarıyla öne çıkan İslâm
beldelerindeki yöneticileri, Amerika’ya bağımlı hareket eden “kukla liderler” olarak,
onun politika ve çıkarlarına hizmet etmektedir.
Bu 57 İslâm beldesinin başındaki yöneticilerin, kendi halklarını yoksulluğa ve
sefalete mahkûm ederken, ülkelerinin servet ve kaynaklarının Amerika tarafından
sömürülmesine göz yummaktadır. İşte bu durum, içten içe çürüyen Amerika’nın
hâlâ nasıl ayakta kalabildiğini ve dünya liderliğini sürdürebildiğini açıklayan
başlıca nedenlerden biri olmaktadır.
Dünyada, Amerika’dan sonra en büyük devletler
olan Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler ise, ne birinci devlet olma
konumunu devralabilecek güce sahiptir ne de adil ve paylaşımcı yeni bir
dünya düzeni kurma iradesine sahiptir. Dünyadaki kriz ve sorunlara çözüm
üretecek, insanlığı etkileyebilecek bir ideoloji ve fikrî icat edicilikten de
uzaktırlar. Bu devletler, bırakın Amerika’nın yerini almayı ve küresel
liderliğe yükselmeyi, kendi içlerindeki sorunlar ve krizlerle boğuşmaktadır.
Amerika’nın çöküş sürecine girmesi ve birinci devlet konumunu
sürdürememesi, ancak diğer devletlerin de bu gücü devralamaması, küresel
siyasette büyük bir “boşluk” oluştuğuna dair güçlü işaretler vermektedir.
Peki, bu siyasi boşluğu dolduracak, Amerika’nın yerini alarak dünyaya
liderlik edecek, küresel sorun ve krizlere adil ve doğru çözümler üretecek fikrî
ve ideolojik kapasiteye sahip, insanlığı etkileyecek ve onların rızasını
kazanacak bir başka güç var mı?
Kapitalist ideolojinin kısırlığı ve Amerika’nın çöküş sürecine girmesiyle
oluşan bu boşluğu doldurabilecek “tek seçenek”, şüphesiz ki İslâm ve İslâm ile
yönetilecek olan Hilâfet Devleti’dir.
İslâm, âlemlerin Rabbinden gelen seçkin bir hidayet, çağlar ötesi evrensel
fikrî bir önderlik ve hayatın bütün alanlarında doğru ve etkili çözümler sunan
bir nizamdır.
Dünyanın en geri kalmış bölgelerinden biri olan Arap Yarımadası’nda,
İslâm’ın gerçekleştirdiği büyük devrim neticesinde, Müslümanlar Hilâfet
ile dünya sahnesine çıkmış ve kısa sürede büyük bir İslâm medeniyeti
tesis etmiştir.
Hilâfet, farklı dillerden, kültürlerden, inançlardan ve milletlerden insanları
İslâm’ın potasında eritmiş, onları kardeşler hâline getirmiştir. İslâm Devleti,
siyasal yapısı, ekonomik düzeni, hukuki sistemi, sosyal yapısı ve uluslararası
siyasetiyle, devlet, toplum ve birey arasındaki güçlü dengesiyle, İslâm’ı
yeryüzüne hâkim kılma gayesiyle hareket ederek 13 asır boyunca “dünya
liderliği” konumunu sürdürmüştür.
Ancak, Müslümanların İslâm’a bağlılığında meydana gelen zayıflık, Batı’da gerçekleşen düşünce ve sanayi devrimlerine karşı İslâm’ı
esas alan bir kalkınma hamlesi gerçekleştirememeleri, medeniyetlerinin ve
devletlerinin yıkılmasına ve bugünkü
geri kalmışlığa sürüklenmelerine neden olmuştur.
Tüm bu geri kalmışlığa rağmen İslâm, günümüzde Müslümanların kalplerinde hâlâ canlılığını korumakta ve
insanlığı etkilemeye devam etmektedir.
Özellikle Gazze savaşında, İslâm’a teslim olmuş küçük bir topluluğun
ortaya koyduğu inanç, yaşam tarzı, cesaret, fedakârlık, mücadele ruhu ve direniş,
Batı medeniyetinin çürümüş ideolojisi karşısında İslâm’ın üstünlüğünü ve
yüceliğini tüm insanlığa açıkça göstermiştir. Bu gerçek, İslâm’ın insanlığın
kurtuluşu için yegâne alternatif olduğunu tescillemiştir.
Bir devleti büyük devlet yapan en önemli faktör, fikrî gücü ve insanlık
için taşıdığı mesajdır.
Hilâfet Devleti kurulduğunda, İslâm’ın fikrî üstünlüğü ve insanlığa
sunacağı mesaj, Batı medeniyetinin liderliğini üstlenen Amerika ve onun çürümüş
ideolojisi olan kapitalizme karşı üstün bir konum elde etmesini sağlayacaktır.
Hilâfet, sömürgeci Batı
medeniyetine karşı sadece fikrî üstünlüğe değil, aynı zamanda; fizikî güç,
beşerî sermaye, siyasi etki, ekonomik güç, stratejik konum, jeopolitik
avantajlar gibi alanlarda da
üstünlüğe sahip olacaktır.
Sömürgeci Batı dünyasında nüfus yaşlanmış, doğum oranları azalmış ve insan
kaynakları tükenmeye başlamıştır. Buna
karşılık, iki milyar civarındaki Müslüman nüfus, genç, dinamik,
yeteneklerle dolu ve yüksek motivasyona sahip devasa bir insan kaynağını temsil
etmektedir.
Dahası;
• Fas’tan Endonezya’ya kadar Müslümanların yaşadığı
geniş coğrafya, stratejik konumu, doğal kaynakları ve ulaşım yolları bakımından
eşsiz bir öneme sahiptir.
• Dünya ticaret
yollarına, önemli boğazlara, kanallara ve enerji koridorlarına hâkimiyet
imkânı, Hilâfet’in küresel üstünlüğünü pekiştirecektir.
• İslâm toprakları,
dünyanın en fazla petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip olup, büyük bir
tarımsal potansiyel barındırmaktadır.
• 18,5 milyon
aktif asker sayısı, gelişmiş silah teknolojileri ve büyüyen savunma sanayisi
ile Hilâfet, dünya çapında caydırıcı bir güç olacak kapasiteye sahiptir.
• Hilâfet’in şanlı, şerefli, fetih ve
zaferlerle dolu tarihî mirası, fetihlerinin adalet, merhamet ve
hakkaniyet üzerine kurulu olduğunu; sömürgeci Batılılar gibi ülkeleri işgal
etmek, halklarını köleleştirmek ve servetlerini yağmalamak için hareket
etmediğini ortaya koymaktadır.
Eğer Müslümanlar, Hilâfet’i yeniden tesis ederek İslâm düşüncesini esas
alan bir devrim gerçekleştirebilir ve sanayi devrimi için gerekli olan
teknolojik tabanı inşa edebilirlerse, yeniden dünya liderliğine ulaşacaklardır.
Zira bugün Müslümanlar, bilim, teknoloji ve sanayi için gerekli olan tüm doğal
kaynaklara ve insan gücüne sahiptir. Eksik olan tek unsur, ideolojik bir
devrimdir.
Hilâfet’in yeniden kurulması, tüm dünyada ve özellikle devletlerarası
sahada büyük bir sarsıntıya neden olacak ve adeta bir deprem etkisi
oluşturacaktır. Amerika’nın liderlik ettiği dünya düzeni, bu depremin etkisiyle
yıkılıp bir enkaza dönüşecektir.
Hilâfet, bu enkazın üzerinde “birinci devlet” olarak dünya liderliğine
yükselirken, İslâm ümmeti de yeniden “en hayırlı ümmet” vasfını
kazanacak ve Allah’ın dinini yeryüzüne hâkim kılmak için harekete geçecektir.
[وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْناً يَعْبُدُونَنِي لا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئاً وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ] “Allah, içinizden, iman edip salih ameller işleyenlere, kendilerinden
öncekileri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına,
onlar için razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları
korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaatte
bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık
bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”[1]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış