TARİHİ YAŞANMADAN ÖNCE YAZMAK

Remzi Özer

Çöküşünün İşaretleri Çoğalırken Amerika’nın Yerini Kim Dolduracak?

Tarih bize göstermektedir ki büyük bir devlet, iç sorunları arttığında, kuruluş felsefesinden ve kendisini güçlü kılan değerlerden uzaklaştığında, sorunları çözme konusunda giderek yalnızca “güç kullanmayı” öncelemeye başladığında, fikrî gerileme ve çöküş sürecine girer ve “büyük devlet” olma vasfını yitirmeye başlar.

2024 ABD Başkanlık Seçimleri neticesinde 20 Ocak 2025’te yeniden başkanlık koltuğuna oturan Donald Trump, seçim kampanyasında kullandığı “Amerika’yı Yeniden Harika Yap” sloganı da ülkenin karşı karşıya olduğu iç ve dış zorlukların artık gizlenemez bir gerçek haline geldiğine işaret ediyor.

Yeni başkanın en önemli vaatlerinden biri, Amerika’nın yeniden inşa edilmesi ve küresel çatışmalara müdahil olmak yerine iç sorunlara odaklanılmasıydı. Bu durum, Amerika’nın uluslararası alandaki rolünü yeniden tanımlamak istediğine ve enerjisini küresel krizlerden ziyade kendi iç meselelerine yönlendirmek istediğine işaret ediyor olabilir mi? Eğer öyleyse, Amerika’nın küresel sistemdeki liderliğinin zayıflaması durumunda bu boşluğu hangi güç dolduracak?

Trump’ın en önemli seçim vaatleri arasında yer alan “Amerika’yı yeniden inşa etmek” ve “dünyadaki savaşları sona erdirmek”, ülkenin enerjisini küresel krizlerden ziyade kendi iç sorunlarına yöneltmek istediğine dair yeni bir siyasi yaklaşımın habercisi olarak değerlendirilebilir mi? Yoksa bu, Amerika’nın dünyaya liderlik etme gibi “ağır bir yükü” artık taşıyamayacağının, artan iç sorunlar ve zayıflayan iç yapısıyla küresel rolünün sarsıldığının bir göstergesi mi?

“Amerika’yı Yeniden Harika Yap” sloganındaki en dikkat çekici kelime "yeniden"dir. Bu kelime, yalnızca geçmişe duyulan bir özlemi ifade etmekle kalmıyor; aynı zamanda Amerika’nın günümüzde yaşadığı olumsuzlukları ve kendinden şüphe etmeye başlayan yozlaşmış bir süper güç hâline geldiğini de gözler önüne seriyor.

Geçmişe duyulan bu özlemin temelinde, Amerika’nın Birinci Dünya Savaşı ve özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yükselişini açıklayan iki önemli faktör bulunuyor:

1. Toplumsal mutabakata dayalı geniş ve sağlam bir iç cephe,

2. Büyük bir dış ittifak ağı.

Ancak Trump, yemin töreninde yaptığı açıklamalar ve başkanlık görevine başladıktan sonra iç ve dış siyasete yönelik aldığı kararlarla, bu iki temel faktörü adeta Amerika’yı çöküşe sürükleyen unsurlara dönüştürmektedir.

İç cephede, Amerikan siyasetinde uzun süredir var olan yatay ve dikey bölünmeleri, kutuplaşmayı ve çatışmayı daha da derinleştiriyor.

Dış cephede ise, Amerika’nın küresel liderliğini sürdürebileceği yanılgısıyla hareket ederek, kendisini dünyanın sahibi gibi gören küstah ve kibirli bir tutum sergiliyor. “Önce Amerika” anlayışıyla yalnızca kendi çıkarlarını önceliklendirirken, müttefiklerinin çıkarlarını göz ardı ediyor, hatta zarar veren politikalar izleyerek onları dışlıyor. Bu durum, Amerika’nın uluslararası arenada giderek yalnızlaşmasına neden oluyor.

Bu iki önemli nedenin de içinde yer aldığı çok yönlü bir değerlendirme, Amerika’nın içinde bulunduğu gerçekleri daha iyi görmemizi sağlayacaktır.

Her şeyden önce, Amerika’nın ufku tıkanmış ve fikrî gerileme sürecine girmiştir. Bu gerileyiş, onun sahip olduğu kapitalist ideolojinin yanlışlığı ve kısırlığı ile doğrudan bağlantılı olduğu kadar, ideolojisinin temel değerlerinden uzaklaşmasıyla da ilgilidir.

Amerika’nın bugün, gerek kendi içinde gerekse uluslararası sahada ve insanlığın içinde bulunduğu problem ve krizlere çözüm üretme konusunda fikrî bir acziyet içerisinde olduğu görülmektedir. Kapitalist ideolojinin temel esasları çerçevesinde, etkili ve net çözümler geliştirememektedir.

Amerika’yı büyük devlet yapan en önemli faktörlerden biri olan fikrî gücün zayıflaması, onun çöküş sürecine girdiğinin en büyük belirtilerinden biri hâline gelmiştir. Örneğin, koronavirüs salgını sırasında, virüsün etkisini azaltmak amacıyla uygulanan sokağa çıkma yasakları ve kapanmalar, küresel tedarik zincirinde aksamalara, üretimde düşüşe ve enflasyonda ciddi artışlara neden olmuştur. Amerika, artan enflasyonu kontrol altına almak için parasal sıkılaşmayı ve faiz artışını bir çözüm olarak benimsemiş, bunun dışında bir alternatif üretememiştir. Ancak bu çözüm, hem Amerikan ekonomisinde hem de dünya ekonomisinde yavaşlama ve daralmaya yol açmıştır. İşsizlik, yoksulluk, açlık, sefalet ve gelir dağılımındaki adaletsizlik daha da artmış; bir krizi çözmek isterken başka krizleri tetiklemiştir.

Bu örnek bile, kapitalist ideolojinin yanlışlığını ve kısırlığını gözler önüne sermektedir. Ayrıca, Amerika’da -sayıları ne kadar çok olursa olsun- siyasetçilerin, düşünürlerin ve akademisyenlerin, yeni ve etkili çözümler üretme konusunda yetersiz olduklarını ortaya koymaktadır.

İkinci ve daha çarpıcı bir örnek ise, 7 Ekim 2023 Aksa Tufanı sonrası Gazze’de yaşanan katliam, soykırım ve insanlık suçlarıdır. Amerika, ideolojisine ve kendi değerlerine aykırı olmasına rağmen, Müslümanlardan ve dünya halklarından gelen büyük tepkilere kulak tıkayarak, işgalci Yahudi varlığının gerçekleştirdiği zulmü desteklemiş, ona yardım etmiş ve açıkça onun yanında yer almıştır.

Bu tutumuyla Amerika, ideolojisinden vazgeçmeye başladığını göstermiş, kendi değerleriyle çelişen, hatta ideolojisinin reddettiği yöntemlerle hareket etmeye yönelmiştir.

Amerika’yı büyük yapan ve bir zamanlar dilinden düşürmediği eşitlik, adalet, özgürlük, demokrasi, insan hakları, uluslararası hukuk ve halkların kendi kaderini tayin hakkı gibi kavramları ayaklarının altına almış, tam anlamıyla kapitalist despotizme evrilmiş böylece vahşi, zorba, sömürgeci karakteri gün yüzüne çıkarmıştır.

Temel değerlerinden uzaklaşması, problem ve krizlere fikrî çözümler üretememesi Amerika’ya ve onun ideolojisine güveni sarsmış, insanlık ondan nefret etmiş, onun ve kapitalist ideolojinin yerine yeni arayışlara yönelmiştir.

Amerika’nın iç siyasetinde ve Amerikan toplumunda yaşanan bölünme ve kutuplaşma da Amerika’yı büyük yapan kuvvetli ve sağlam iç cephenin zayıflamaya başladığını göstermektedir.

Bu kapsamda, Amerika’nın en büyük iki partisi olan Cumhuriyetçi Parti ile Demokrat Parti arasındaki geçmişte daha belirsiz olan iç siyaset farklılıkları, giderek daha keskin hâle gelmiş ve toplumsal bütünlüğü tehdit eder bir noktaya ulaşmıştır.

Ulusalcı yaklaşım ile küreselci yaklaşım, enerji şirketleri ile teknoloji şirketleri arasındaki çıkar çatışması, özgürlükler, cinsiyetsiz toplum, küresel ısınma, ekonomi, göçmen sorunu gibi konular üzerindeki ayrışma derinleşmektedir.

Federal sistemin parçalanmaya elverişli olması, eyaletler arasındaki rekabet ve bağımsızlık düşüncesinin daha fazla tartışılır hale gelmesi, federal sistem ile eyaletler arsında yönetim konusunda yaşanan uyumsuzluk ve karşıtlıklar, Amerikan müesses nizamını oluşturan kurumlar arasındaki hakimiyet kavgaları, toplumu birleştirici bir unsur olması gereken Amerikan siyasal sisteminin giderek sorunlu bir siyasal sisteme dönüştürmektedir.

Amerika’nın tarih boyunca birlik ve büyüklüğünün önündeki en büyük engeller olan bölünme, kutuplaşma, ırkçılık ve ayrılıkçı fikirler, günbegün artmakta ve ülke için ölümcül bir kansere dönüşmektedir.

Bugün Amerika, dünyada en derin toplumsal ve sosyal çöküntü içinde olan ülkelerin başında gelmektedir.

  • Bir milyon insan evsizdir, sokaklarda yaşamaktadır.
  • Yaklaşık 50 milyon insan açlık ve sefalet içinde, temel insani ihtiyaçlarını karşılamaktan ve sağlık sistemine erişmekten uzaktır.
  • Amerikan toplumu, dünyanın en yüksek suç oranlarına sahip, en bozuk toplumlarından biri hâline gelmiştir.
  • Uyuşturucu bağımlılığı, taciz, tecavüz, cinayetler, şiddet, ırkçılık, sistematik ayrımcılık Amerikan toplumunun temel gerçekliği olmuştur.
  • Eşcinsellik, ailenin parçalanması, evlilik dışı ilişkilerin artması, boşanma oranlarının yükselmesi ve gelir dağılımındaki adaletsizliğin korkunç boyutlara ulaşması, Amerikan toplumunu paramparça bir hâle getirmiştir.

Amerika, siyasi iflas ve başarısızlıklarla dolu bir ortamda, devlet ve toplumdaki derin ayrışma ve kutuplaşma nedeniyle bir iç çatışma, hatta belki de bir iç savaş riskiyle karşı karşıya modern tarihin en gergin dönemlerinden birini yaşamaktadır.

Amerika’nın içinde bulunduğu ekonomik kriz ve çöküş süreci de, onun çöküşe sürüklendiğine dair en güçlü kanıtlardan biridir.

  • Amerika, 36 trilyon dolarlık ulusal borcu ile dünyanın en fazla borcu olan ülkesidir.
  • Gelirleri giderlerini karşılayamamakta, sürekli bütçe açığı ve mali disiplinsizlik sorunları yaşamaktadır.
  • Yılda 1 trilyon dolardan fazla dış ticaret açığı vermektedir.
  • Her yıl borç tavanını yükseltmek zorunda kalmaktadır. Bu, Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu kısır döngüyü ve iflasın eşiğinde olduğunu göstermektedir.

Ancak Amerika, hâlâ küresel ekonomi üzerinde etkili olabilmesini, doların uluslararası rezerv para olmasına, IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar üzerindeki hâkimiyetine ve küresel finans piyasalarını kontrol edebilmesine borçludur.

Donald Trump’ın başkan olmasının ardından Kanada, Çin ve Meksika’ya yönelik gümrük vergilerini artırması, Amerika’ya yabancı sermaye çekme girişimleri, Suudi Arabistan’dan 1 trilyon dolarlık yatırım talep etmesi ve yurt dışında üretim yapan Amerikan şirketlerini ülke içinde üretim yapmaya teşvik etmesi, Amerikan ekonomisinin içinde bulunduğu kötü durumun bir sonucudur."

Gayri safi hasılasının %125’ine karşılık gelen 36 trilyon dolarlık borç, sürekli açık veren dış ticaret ve bütçe ile diğer ülkelerle rekabet etmekte zorlanan bir ekonomi sürdürülebilir değildir. Trump’ın bulduğu çözümler ise işe yaramayacak hem Amerikan ekonomisinde hem de küresel ekonomide krizlerin artmasına yol açacaktır.

Amerika’nın zayıfladığına ve çöküşe doğru sürüklendiğine dair işaretlerden bir diğeri de siyasi gücündeki sarsıntılardır.

Amerikan’ın “İkinci Dünya Savaşından günümüze kadar olan mirası”, Amerika’nın siyasi gücündeki sarsıntıların nedenlerini anlamamızı sağlıyor.

Bu miras, dünyanın dört bir yanına yayılmış askerî üsler, denizlerin ve okyanusların askerî olarak kontrol edilmesi, doları modern dünya ekonomisinin resmî para birimi haline getiren Bretton Woods Anlaşması, uluslararası örgütlerdeki hâkimiyet gibi unsurlara dayanmaktadır.

Ayrıca, dünya savaşları, Kore, Vietnam, Ortadoğu, Afganistan ve Irak savaşları, Guantanamo ve Ebu Gureyb cezaevleri, Arap Baharı sırasında halkları hiçe sayarak diktatörleri destekleyen politikaları ve bununla bağlantılı toplum mühendisliği faaliyetleri, Amerika’nın küresel anlamda nasıl bir güç inşa ettiğini göstermektedir.

Bugün, Gazze savaşında açık bir soykırım gerçekleştiren işgalci “İsrail”i desteklemesi, Amerika’nın uluslararası hukuk, insan hakları ve demokrasi gibi iddialarına tamamen ters düşmektedir. Amerika, “demokrasi yayma ve terörizme karşı küresel savaş” adı altında ülkeleri işgal etmeye, darbeler düzenlemeye ve sömürgeciliğe dayalı politikalar yürütmeye devam etmektedir. Ancak artık bu miras, onun için bir güç kaynağı olmaktan çıkmış, tersine küresel itibarını zedeleyen bir yüke dönüşmüştür.

Amerika’nın sadece kendi çıkarlarını esas aldığını, bu uğurda ideolojisinden bile uzaklaşarak hiçbir değere bağlı kalmadığını gösteren ve maskesini düşüren bu acımasız sömürgeci miras, ona duyulan güveni yok etmiş, insanlığın ve müttefiklerinin onu terk etmesine ve ondan nefret etmesine yol açmıştır.

Amerikan dış politikasında ortaya çıkan temel çelişki, kendi çıkarlarını bütün dünyaya dayatmak istemesidir. Bu çelişki, Amerika’yı hem en yakın müttefiklerinden hem de ekonomik pazarlarından soyutluyor ve başka yeni güçler tarafından doldurulmak istenecek bir boşluk oluşturuyor.

Ayrıca son yıllarda teknoloji alanında yaşanan gelişmeler, Amerika’nın bu alandaki üstünlüğünü koruyamadığını, askerî alanda ve özellikle yazılım ve yapay zekâ gibi yumuşak güç üretiminde yeni rakiplerle yüzleşmek zorunda kalacağını da göstermektedir.

Tüm bu nedenlerden dolayı, dünyadaki “birinci devlet” konumu sarsılan Amerika için düşüş süreci başlamış ve hızla çöküşe doğru sürüklenmektedir.

Ancak, Amerika ve onun ideolojisi olan kapitalizme alternatif oluşturabilecek, onunla mücadele eden farklı bir ideolojiye sahip bir devletin veya toplumun bulunmayışı, bu çöküş sürecinin tam anlamıyla hissedilmemesinin en büyük sebeplerinden biridir.

Bu eksiklik, Amerika’nın ve kapitalist ideolojinin çöküşe sürüklendiği gerçeğinin net bir şekilde algılanmasını engellemekte ve Amerika’nın dünya siyasetindeki etkisini bir süre daha sürdürebilmesine olanak tanımaktadır.

Dünyadaki ülkelerin büyük çoğunluğunda iktidarda bulunan yöneticiler, özellikle de stratejik öneme sahip jeopolitik konumları ve zengin doğal kaynaklarıyla öne çıkan İslâm beldelerindeki yöneticileri, Amerika’ya bağımlı hareket eden “kukla liderler” olarak, onun politika ve çıkarlarına hizmet etmektedir.

Bu 57 İslâm beldesinin başındaki yöneticilerin, kendi halklarını yoksulluğa ve sefalete mahkûm ederken, ülkelerinin servet ve kaynaklarının Amerika tarafından sömürülmesine göz yummaktadır. İşte bu durum, içten içe çürüyen Amerika’nın hâlâ nasıl ayakta kalabildiğini ve dünya liderliğini sürdürebildiğini açıklayan başlıca nedenlerden biri olmaktadır.

Dünyada, Amerika’dan sonra en büyük devletler olan Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa gibi ülkeler ise, ne birinci devlet olma konumunu devralabilecek güce sahiptir ne de adil ve paylaşımcı yeni bir dünya düzeni kurma iradesine sahiptir. Dünyadaki kriz ve sorunlara çözüm üretecek, insanlığı etkileyebilecek bir ideoloji ve fikrî icat edicilikten de uzaktırlar. Bu devletler, bırakın Amerika’nın yerini almayı ve küresel liderliğe yükselmeyi, kendi içlerindeki sorunlar ve krizlerle boğuşmaktadır.

Amerika’nın çöküş sürecine girmesi ve birinci devlet konumunu sürdürememesi, ancak diğer devletlerin de bu gücü devralamaması, küresel siyasette büyük bir “boşluk” oluştuğuna dair güçlü işaretler vermektedir.

Peki, bu siyasi boşluğu dolduracak, Amerika’nın yerini alarak dünyaya liderlik edecek, küresel sorun ve krizlere adil ve doğru çözümler üretecek fikrî ve ideolojik kapasiteye sahip, insanlığı etkileyecek ve onların rızasını kazanacak bir başka güç var mı?

Kapitalist ideolojinin kısırlığı ve Amerika’nın çöküş sürecine girmesiyle oluşan bu boşluğu doldurabilecek “tek seçenek”, şüphesiz ki İslâm ve İslâm ile yönetilecek olan Hilâfet Devleti’dir.

İslâm, âlemlerin Rabbinden gelen seçkin bir hidayet, çağlar ötesi evrensel fikrî bir önderlik ve hayatın bütün alanlarında doğru ve etkili çözümler sunan bir nizamdır.

Dünyanın en geri kalmış bölgelerinden biri olan Arap Yarımadası’nda, İslâm’ın gerçekleştirdiği büyük devrim neticesinde, Müslümanlar Hilâfet ile dünya sahnesine çıkmış ve kısa sürede büyük bir İslâm medeniyeti tesis etmiştir.

Hilâfet, farklı dillerden, kültürlerden, inançlardan ve milletlerden insanları İslâm’ın potasında eritmiş, onları kardeşler hâline getirmiştir. İslâm Devleti, siyasal yapısı, ekonomik düzeni, hukuki sistemi, sosyal yapısı ve uluslararası siyasetiyle, devlet, toplum ve birey arasındaki güçlü dengesiyle, İslâm’ı yeryüzüne hâkim kılma gayesiyle hareket ederek 13 asır boyunca “dünya liderliği” konumunu sürdürmüştür.

Ancak, Müslümanların İslâm’a bağlılığında meydana gelen zayıflık, Batı’da gerçekleşen düşünce ve sanayi devrimlerine karşı İslâm’ı esas alan bir kalkınma hamlesi gerçekleştirememeleri, medeniyetlerinin ve devletlerinin yıkılmasına ve bugünkü geri kalmışlığa sürüklenmelerine neden olmuştur.

Tüm bu geri kalmışlığa rağmen İslâm, günümüzde Müslümanların kalplerinde hâlâ canlılığını korumakta ve insanlığı etkilemeye devam etmektedir.

Özellikle Gazze savaşında, İslâm’a teslim olmuş küçük bir topluluğun ortaya koyduğu inanç, yaşam tarzı, cesaret, fedakârlık, mücadele ruhu ve direniş, Batı medeniyetinin çürümüş ideolojisi karşısında İslâm’ın üstünlüğünü ve yüceliğini tüm insanlığa açıkça göstermiştir. Bu gerçek, İslâm’ın insanlığın kurtuluşu için yegâne alternatif olduğunu tescillemiştir.

Bir devleti büyük devlet yapan en önemli faktör, fikrî gücü ve insanlık için taşıdığı mesajdır.

Hilâfet Devleti kurulduğunda, İslâm’ın fikrî üstünlüğü ve insanlığa sunacağı mesaj, Batı medeniyetinin liderliğini üstlenen Amerika ve onun çürümüş ideolojisi olan kapitalizme karşı üstün bir konum elde etmesini sağlayacaktır.

Hilâfet, sömürgeci Batı medeniyetine karşı sadece fikrî üstünlüğe değil, aynı zamanda; fizikî güç, beşerî sermaye, siyasi etki, ekonomik güç, stratejik konum, jeopolitik avantajlar gibi alanlarda da üstünlüğe sahip olacaktır.

Sömürgeci Batı dünyasında nüfus yaşlanmış, doğum oranları azalmış ve insan kaynakları tükenmeye başlamıştır. Buna karşılık, iki milyar civarındaki Müslüman nüfus, genç, dinamik, yeteneklerle dolu ve yüksek motivasyona sahip devasa bir insan kaynağını temsil etmektedir.

Dahası;

Fas’tan Endonezya’ya kadar Müslümanların yaşadığı geniş coğrafya, stratejik konumu, doğal kaynakları ve ulaşım yolları bakımından eşsiz bir öneme sahiptir.

Dünya ticaret yollarına, önemli boğazlara, kanallara ve enerji koridorlarına hâkimiyet imkânı, Hilâfet’in küresel üstünlüğünü pekiştirecektir.

İslâm toprakları, dünyanın en fazla petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip olup, büyük bir tarımsal potansiyel barındırmaktadır.

18,5 milyon aktif asker sayısı, gelişmiş silah teknolojileri ve büyüyen savunma sanayisi ile Hilâfet, dünya çapında caydırıcı bir güç olacak kapasiteye sahiptir.

Hilâfet’in şanlı, şerefli, fetih ve zaferlerle dolu tarihî mirası, fetihlerinin adalet, merhamet ve hakkaniyet üzerine kurulu olduğunu; sömürgeci Batılılar gibi ülkeleri işgal etmek, halklarını köleleştirmek ve servetlerini yağmalamak için hareket etmediğini ortaya koymaktadır.

Eğer Müslümanlar, Hilâfet’i yeniden tesis ederek İslâm düşüncesini esas alan bir devrim gerçekleştirebilir ve sanayi devrimi için gerekli olan teknolojik tabanı inşa edebilirlerse, yeniden dünya liderliğine ulaşacaklardır. Zira bugün Müslümanlar, bilim, teknoloji ve sanayi için gerekli olan tüm doğal kaynaklara ve insan gücüne sahiptir. Eksik olan tek unsur, ideolojik bir devrimdir.

Hilâfet’in yeniden kurulması, tüm dünyada ve özellikle devletlerarası sahada büyük bir sarsıntıya neden olacak ve adeta bir deprem etkisi oluşturacaktır. Amerika’nın liderlik ettiği dünya düzeni, bu depremin etkisiyle yıkılıp bir enkaza dönüşecektir.

Hilâfet, bu enkazın üzerinde “birinci devlet” olarak dünya liderliğine yükselirken, İslâm ümmeti de yeniden “en hayırlı ümmet” vasfını kazanacak ve Allah’ın dinini yeryüzüne hâkim kılmak için harekete geçecektir.

[وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ فِي الْأَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ دِينَهُمُ الَّذِي ارْتَضَى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ أَمْناً يَعْبُدُونَنِي لا يُشْرِكُونَ بِي شَيْئاً وَمَنْ كَفَرَ بَعْدَ ذَلِكَ فَأُولَئِكَ هُمُ الْفَاسِقُونَ] “Allah, içinizden, iman edip  salih ameller işleyenlere, kendilerinden öncekileri egemen kıldığı gibi onları da yeryüzünde mutlaka egemen kılacağına, onlar için razı olduğu dinlerini iyice yerleştireceğine, yaşadıkları korkularının ardından kendilerini mutlaka emniyete kavuşturacağına dair vaatte bulunmuştur. Onlar bana kulluk eder ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Artık bundan sonra kimler inkâr ederse, işte onlar fasıkların ta kendileridir.”[1]

 



[1] Nur Suresi 55


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz