7 Ekim Aksa Tufanı, kamuoyunda bazı çevrelerce oluşturulmaya çalışılan
olumsuz algının aksine; bölgede bir statükonun yıkılışına, küresel planların
bozulmasına ve bölge yönetimlerinin —kastımız, İslâm topraklarındaki
yönetimlerdir— bir asırdır taktıkları maskelerin düşmesine vesile olan kutlu
bir harekâttır. Bu harekâtın bölge açısından önemini ve küresel politikalar
üzerindeki yıkıcı etkisini anlayabilmek için harekât öncesinde Yahudi varlığı
“İsrail” ile bölge yönetimleri arasında hayata geçirilmeye çalışılan “normalleş(tir)me”
politikalarını ele almamız gerekmektedir.
İşgal ve gasp yöntemleriyle Müslümanların bağrına yerleştirilen Yahudi
varlığı “İsrail”, Batı’nın bölgedeki öncü karakoludur. Batı, bu habis varlık
üzerinden bölgede Müslümanları sürekli meşgul edecek bir mücadele ortamı
oluşturup; karton ulus-devlet sınırlarıyla birbirlerine ulaşmalarını ve
tehlikeler karşısında yardımlaşmalarını engellemeyi hedeflemiştir. Bu nedenle
sömürgeci kâfir Batı, bu varlığın güçlü kalmasına, “yenilmezlik” efsanesiyle anılmasına
ve bölgede meşru bir devletmiş gibi kabul edilmesine büyük hırs göstermiştir.
Eski ABD Başkanı Joe Biden’ın 18 Ekim 2023’te söylediği “Eğer ‘İsrail’
olmasaydı, onu icat etmemiz gerekirdi” sözü, yalnızca Yahudilerin akıbeti
düşünülerek söylenmiş bir söz değildir.
Trump’ın ilk dönemiyle birlikte Amerika’nın Ortadoğu için yeni “istikrar”
planı hayata geçirildi. Planın ilk aşaması, Yahudi varlığı “İsrail” ile bölge
ülkeleri arasındaki normalleşme sürecini sağlayacak Abraham Anlaşmaları oldu.
15 Eylül 2020’de “İsrail” ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasında
imzalanan anlaşmalar bu sürecin ilk adımlarıydı. Ardından 22 Aralık 2020’de
“İsrail”-Fas normalleşme anlaşması imzalandı. Fas’ın “İsrail” egemenliğini
tanıması karşılığında Amerika, Fas’ın Batı Sahra üzerindeki egemenliğini
tanıdı. Sudan yönetimi de Ekim 2020’de “İsrail” ile normalleşme anlaşması
imzaladı; 6 Ocak 2021’de ABD bu anlaşmaya karşılık Sudan’a ülkenin teröre olan
borçlarını temizlemesine yardımcı olmak için 1,2 milyar dolar kredi sağladı.
Bu istikrar planının diğer ayağı, bölgedeki silahlı örgütlerin
tasfiyesidir. Trump döneminde başlayan bu süreçte, Suriye’deki mücahitlerden
Yemen’deki Husiler’e, PKK’dan Lübnan’daki İran uzantısı Hizbullah’a kadar
birçok silahlı yapı hedef alınmıştır. İşte bu plan doğrultusunda hedef alınan
gruplardan biri de Hamas/Kassam Tugayları ve dolayısıyla Gazze halkıdır.
Amerika’nın yeni Ortadoğu istikrar planının bir diğer ayağını da bölgedeki
silahlı örgütlerin tasfiyesi oluşturmaktadır. Nitekim Trump’ın yeni döneminin
başlamasıyla birlikte, çeşitli vasıtalar kullanılarak üç yıl önce yalnızca bir
tespit ve tahlilden ibaret olan bu durum bugün fiilen hayata geçirilmiştir.
Bugüne kadar bölgede eli silahlı gruplardan; Suriye’deki mücahitler, Esed
rejiminin artığı silahlı çeteler, Süveyda bölgesindeki eli silahlı aşiretler,
SDG’nin Suriye yönetimine bağlanmaya çalışılması, İran’ın Lübnan’daki askerî
uzantısı, PKK ve Yemen’deki Husiler’e yönelik hamleler, bu planın uygulanmasına
güncel örnek teşkil etmektedir.
İşte Amerika’nın Ortadoğu ile ilgili yeni istikrar planı doğrultusunda
hedefte olan silahlı gruplardan biri de Hamas/Kassam Tugayları ve dolayısıyla
Gazze halkıydı. Gazze’nin silahsızlandırılması da o döneme ait bir projedir. Bu
sebeple, Amerika’nın desteğindeki Yahudi varlığı “İsrail” harekete geçmeden
önce Kassam Tugayları 7 Ekim harekâtını düzenledi ve elinde bir koz olarak
bulundurmak üzere Yahudilerden rehineler aldı. Bu harekâtın ardından, “Yahudi
varlığı ‘İsrail’e bölgeye müdahale için fırsat doğdu” şeklindeki
değerlendirmeler doğru değildir. Eğer bugün her şeye rağmen —yaşanan onca
sıkıntıya, can kaybına ve artık açlığın ölümcül bir silah olarak kullanıldığı
soykırıma rağmen— Hamas bölgeyi teslim etmiyor ve silah bırakmayı reddediyorsa,
bu durum o sakat görüşün çürütülmesi için yeterlidir. Ayrıca fedakârlığın ve
destansı sabrın güzide örneği Gazze halkı da Hamas’ın arkasında durma hususunda
aynı fedakârlığı göstermeye devam etmektedir.
Kassam Tugayları’nın böyle bir harekâtı başarıyla tamamlamasının en büyük
sebebi; başta Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın yardımı olmak üzere, İran ve
diğer bölge devletlerinin bu harekâttan haberdar olmamalarıdır. Görüldüğü
kadarıyla burada hesaplanmayan tek nokta; İslâm dünyasının bu kadar duyarsız
kalabileceği ve İslâm beldelerindeki yöneticilerin ihanette bu kadar ileri
gidebilecekleridir. Onların, bir lokma yiyecek ve bir yudum suyu ulaştırmak
için bile adım atmayacakları, hatta Yahudi varlığını güçlendiren ve saldırılar
süresince onun sıkıntıya düşmesini engelleyen ticareti dahi kesmeyecekleri
sefih ve zelil tutum öngörülmemiştir.
Bölgedeki sorun hiçbir zaman Filistin veya Gazze sorunu olmamıştır. Sorun,
doğrudan aşağılık Yahudi varlığının orada varlığını sürdürmesi; katliam,
tehcir, gasp ve işgal yöntemleriyle alanını genişletmesidir. Meseleye, sanki 7
Ekim öncesinde bölgede hiçbir sorun yokmuş gibi yaklaşmak, ya akıl tutulmasının
ya da hastalıklı bir zihniyetin meseleyi kasıtlı olarak çarpıtmasının
sonucudur. 7 Ekim öncesinde de Batı Şeria, Yahudi yerleşimcilerin istilası
altında Müslümanların elinden peyderpey alınıyor; Gazze ise tamamen kontrol
altında tutulan bir açık hava hapishanesi gibi yönetiliyordu. Yahudiler
Müslümanları katlediyor, evlerine el koyuyor, tehcire zorluyor ve her türlü
zorbalığı uyguluyorlardı.
Bugün mesele, 22 aydır kendileri için adeta bir bataklığa dönüşen
Gazze’den, onursuz Yahudilerin “onurlu” bir şekilde çıkışını sağlama meselesine
dönüşmüştür. Zira Yahudi varlığı ve arkasındaki güçler, saldırılara
başladıklarında ellerindeki teknolojik silahlar ve askerî imkânlarla birkaç
hafta içinde zafer kazanacaklarını ve bölgenin hâkimiyetini ele geçireceklerini
zannetmişlerdi. Ancak olay bekledikleri gibi gelişmedi. Yaklaşık iki yıldır her
yöntemi denemelerine, en son açlık üzerinden insanları yıldırıp teslim olmaya
zorlama vahşiliğine başvurmalarına rağmen Gazze’de hâlâ istedikleri sonucu elde
edemediler. Bu şartlar altında çekilmek, Yahudi varlığının mağlubiyeti anlamına
gelecektir. Bu da hem onların hem de kendilerine her türlü desteği sağlayan
Batı’nın uzun yıllardır inşa ettiği “yenilmezlik” yalanının ifşası olacaktır.
Bu nedenle, direnişi kırmak amacıyla bugünlerde Gazze’nin karadan tamamen
işgali meselesi gündeme getirilmektedir.
Bir yandan, Gazze’nin tamamen işgali için harekete geçileceği tehdidi
Yahudi varlığı yetkilileri tarafından caydırma aracı olarak kullanılırken;
diğer yandan Birleşmiş Milletler çatısı altında Gazze’nin siyaseten yok edilme
projesi yürütülmektedir. Bu maksatla, “Filistin Meselesine Barışçıl Çözüm
Bulunması ve İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi” konulu BM Yüksek Düzeyli
Uluslararası Konferansı, 29–30 Temmuz tarihlerinde New York’ta yapılmıştır.
Konferans bildirisinin ana hatları; Hamas’ın 7 Ekim harekâtından dolayı
kınanması, Gazze’nin silahsızlandırılması, Hamas’ın tasfiye edilmesi ve
bölgenin, halkına ihaneti yıllar öncesinden tescillenmiş olan gerçek Yahudi
dostu Abbas yönetimine teslim edilmesidir.
Gazze’de savaşın sona ermesine paralel olarak Hamas’ın, bölgenin yönetimini
ve silahlarını Filistin Yönetimi’ne devretmesinin istendiği bu bildiriye
Türkiye; “Hamas’ın ve diğer Filistinli grupların ancak 1967 sınırları temelinde
egemen ve bağımsız bir Filistin devleti kurulması durumunda silah bırakmasının
mümkün olacağı” şerhini koymuştur. Bu şerh; kendi acziyetini gizlemek,
Müslümanlardan gelecek tepkileri bertaraf etmek ve Gazzeli Müslümanların tüm
dünyanın ibretle izlediği direnişini yok saymayı maskelemek dışında hiçbir
anlam ve geçerliliğe sahip değildir. Zira 1967 sınırlarına bakan herhangi bir
kişi bile bunun pratikte imkânsız olduğunu görebilir.
Peki, bu ihanet anlaşmasına kimler katıldı? Bizi ilgilendirmeyen Batı
ülkeleri dışında, elbette en başta Türkiye, Mısır ve diğer Arap Birliği
ülkeleri…
Gazze’nin silahsızlandırılması, Amerika’nın yeni Ortadoğu istikrar planının
bir parçası olmakla beraber, Yahudi varlığı “İsrail”in güvenliği açısından da
önemlidir. Nitekim 7 Ekim Aksa Tufanı gerçekleştiğinde, Amerika Başkanı olan
Joe Biden “Dünya, ‘İsrail’in hiç olmadığı kadar güçlü olduğunu bilecek”
demiş ve 7 Ekim’deki saldırıları 11 Eylül’e benzeterek, “İsrail ölçeğindeki
bir ülke için bu, 15 tane 11 Eylül’e bedeldi” ifadelerini kullanmıştır.
Gazze’nin silahsızlandırılmasındaki öncelikli amaç, Yahudi varlığı “İsrail”in
bundan sonra böylesine yıkıcı bir saldırıya maruz kalmasını önlemektir. Ancak
bu necis varlığın, özelde Gazze ve genelde Filistinli Müslümanlar tarafından
maruz kalacağı tehlike bununla sınırlı değildir.
Yahudi varlığı “İsrail” açısından asıl sorun, bundan sonra yaşanacaklarla
ilgilidir. Halkın korkusu ve tepkisi de bu yüzdendir. Bu sebeple mevcut hükümet
ve uyguladığı politikalar karşısında protestolar düzenlemektedirler. Bu
protestolardaki amaç, yalnızca birkaç rehineyi kurtarmak değildir. Çünkü Yahudi
varlığının tebaası, yıllarca intifada ve şahadet eylemleriyle yaşadıkları
kayıpları ve korkuları unutmamıştır. Bundan sonra ateşkes gerçekleşse ve Gazze
yeniden yapılandırılsa bile, Gazze halkının mübarek direnişinin bireysel
eylemlerle süreceğini ve yaşananların hesabının bireysel olarak sorulacağını
çok iyi biliyorlar. Bunu bizzat Yahudiler zaman zaman gündeme getirmekte ve bu
tehlikeye dikkat çekmektedirler. Bu gerçek, şu anda bu acımasız soykırımı
uygulayan Yahudi halkı için yeterli bir huzursuzluk ve korku sebebidir.
Geçmişte yaşanan iki intifada ile bireysel saldırılar ve şahadet eylemleri
sonucunda yaklaşık 1000 Yahudi ölmüş, 4500 Yahudi yaralanmıştır. Bu bilanço,
dünyaya aşırı düşkün ve korkak bir topluluk için doğal olarak büyük bir tehdit
anlamına gelir. Bu nedenle silahsızlandırma, sadece Hamas’ın değil; bölgenin
tamamen silahsızlandırılması ve Yahudi varlığının askerî kontrolü altına
alınmasıyla ilgilidir. İşte bu yüzden Yahudi varlığı, bölgeden çekilişini bir
takvime bağlamak ve bunu 10 yıla yayarak gerçekleştirmek istemektedir.
Yahudi varlığı “İsrail” sorunu için ortaya konulan “iki devletli çözüm”, bir
Amerikan projesidir. 1959 yılında Cumhuriyetçi Başkan Eisenhower döneminden
beri bu projeyi savunan Amerika, bunun sözde uluslararası toplum tarafından
kabul edilmesini sağlamış ve İngiltere’nin savunduğu “tek devletli çözüm”
düşüncesini rafa kaldırmıştır.
“İki devletli çözüm” söyleminin pratikte bir gerçekliği yoktur. Bu planın
asıl maksadı; Yahudi varlığı “İsrail”in bölge tarafından kabul edilmesini,
onunla güvenli ilişkiler kurulmasını ve bekasının kalıcı biçimde sağlanmasını
temin eden bir tuzak projeyi hayata geçirmektir. Bugün oluşan siyasi
konjonktür, 7 Ekim Aksa Tufanı’nın bir sonucudur ve iki devletli çözüme ilişkin
planlanan tuzakları bozmuştur. Dolayısıyla hem gasıp Yahudi varlığı hem de
arkasındaki sömürgeci güçler; samimi Filistinli Müslümanlar, cefakâr Gazze
halkı, hayatını Allah’a adamış ve ümmetine umut olmuş insanlar var oldukça, bu
bölgede başarıya ulaşamayacaklarını anlamışlardır. Bu insanları ciddi bir
kırıma uğratmadan, ellerindeki gücü tamamen almadan ve bir hain vasıtasıyla
sürekli kontrol altına almadan istediklerini elde edemeyeceklerini
görmüşlerdir.
İki devletli çözüm politikası veya söylemi, bölgedeki sorunu çözmeye
yönelik başka bir alternatifin bulunamamasından kaynaklanan bir söylemdir. Son
günlerde özellikle Avrupa’nın önde gelen bazı ülkelerinin Filistin’i devlet
olarak tanıyacağı yönündeki açıklamalar, imza attıkları New York bildirisinde
belirtilen şartların sağlandığı bir Filistin içindir. Bu açıklamalar, silahsız,
tamamen kontrol altına alınmış ve Abbas gibi bir haine teslim edilmiş Gazze’nin
“devlet” olarak tanınacağını ifade eder. Bu durum ise bize şu anda nasıl bir
projenin yürütüldüğünü açıkça göstermektedir.
İki devletli çözüm, İslâmî bakış açısından reddedilmiş olup, İslâm
şeriatında kesinlikle haramdır. Çünkü bu çözüm, Yahudi varlığının işgalini
pekiştirmek ve onu meşru bir devlet hâline getirmek demektir. Filistin mübarek
bir İslâm toprağıdır ve İslâm ümmetinin mülküdür. Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın
İsra ve Miraç olayının gerçekleştiği Mescid-i Aksa’yı Beytullah ile
irtibatlandırdığı günden bu yana Filistin, ümmetin aklında ve kalbindedir.
Yahudilerin orada otorite sahibi olması doğru değildir ve orada iki devletli
çözüme yer yoktur. Nitekim Filistin’i Ömer el-Faruk fethetmiş, Râşidî Halifeler
yönetmiş, Selahaddin kurtarmış, Abdülhamid ise Yahudilerden korumuştur.
Özetle, Filistin bir İslâm toprağıdır; satılık değildir. Halkı ile onu
işgal eden asalak varlık arasında paylaşılmayı kabul etmez. Çözümü, “iki
devletli çözüm” değildir. Asıl çözüm, Aziz ve Cebbâr olan Allah’ın buyurduğu
gibi olandır:
[وَاقْتُلُوهُمْ
حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَاَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ] "Onları
nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları
çıkarın."[1]
Başta Gazze olmak üzere tüm İslâm dünyasında Hilâfet’in ilgasının ardından
yaşanan zulümlerin temel sebebi, demokratik düzenin de kendisinden hâsıl olduğu
kapitalist sistemdir. Bu ideolojinin yayılma metodu olan sömürgecilik,
korumasız kalan İslâm topraklarına başta Amerika olmak üzere İngiltere ve diğer
Avrupa devletlerini musallat etmiştir. Onların topraklarımız üzerindeki nüfuz
mücadelesinin bedelini ve beldelerimizin başındaki hain yöneticilerin bu
sömürgeci kâfirlerle yaptıkları iş birliğinin faturasını her zaman Müslümanlar
ödemiştir.
Amerika ve diğer sömürgeci devletleri güçlü kılan, bu bölgelerde
istedikleri gibi hareket etmelerini sağlayan yegâne unsur; onların emri altında
hareket eden işbirlikçi hain yöneticilerdir. Oysa ne Amerika ne de diğerleri
kesinlikle yenilmez değildir. Hatta sömürü üzerinden elde ettikleri
servetlerden ve yerleştikleri bölgelerde sağladıkları siyasi nüfuzdan mahrum
kaldıklarında ayakta kalmakta dahi zorlanacaklardır. Mesela, güncel vakıada
Amerika, ekonomik açıdan batma noktasına gelmişken, Suudi Arabistan ve Birleşik
Arap Emirlikleri’nden sağladığı 4 trilyon dolar gibi devasa bir finans
kaynağıyla rahat bir nefes alabilmiştir.
Yahudi varlığı “İsrail”e gelince; onun varlığı, hayatta kalması ve bekası
tamamen bölge rejimlerine bağlıdır. Kendi halkına ihanet eden, halkının kanı
üzerinden siyaset güden ve Yahudi varlığına arka çıkarak onu koruyan bu
rejimler olmadığında, bu necis varlığın nefes alma şansı olmayacaktır. Onun şu
an gösterişli teknolojisiyle yaptığı saldırılar, sahip olduğu güçten değil;
bölge rejimlerinin koruması ve Batı devletlerinin her türlü desteği
vermesindendir.
Sonuçta Amerika ve onun desteklediği Yahudi varlığı “İsrail”, tüm
teknolojik silah ve askerî imkânlarına rağmen; Gazze gibi silahı olmayan,
düzenli ordusu bulunmayan ve hiçbir teknolojik imkâna sahip olmayan bir beldeye
22 aydır saldırmalarına rağmen hiçbir başarı elde edememişlerdir. Hatta başarı
elde etmek bir yana, şu anda Gazze’den “onurlu” bir çıkış için yeni stratejiler
benimseyip uygulama telaşına düşmüştür. Birkaç hafta içinde bitireceklerini
zannettikleri Gazze, Allah’ın izni ve yardımıyla onların “yenilmezlik” masalına
son vermiştir.
قَالَ الَّذ۪ينَ
يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ
فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ “Kendilerinin
Allah’a kavuşacağını bilenler: ‘Nice az topluluk, çok topluluğa Allah’ın
izniyle üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.”[2]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış