GAZZE’NİN SİLAHSIZLANDIRILMASI VE “İKİ DEVLETLİ ÇÖZÜM” ALDATMACASI

İbrahim Er

7 Ekim Aksa Tufanı, kamuoyunda bazı çevrelerce oluşturulmaya çalışılan olumsuz algının aksine; bölgede bir statükonun yıkılışına, küresel planların bozulmasına ve bölge yönetimlerinin —kastımız, İslâm topraklarındaki yönetimlerdir— bir asırdır taktıkları maskelerin düşmesine vesile olan kutlu bir harekâttır. Bu harekâtın bölge açısından önemini ve küresel politikalar üzerindeki yıkıcı etkisini anlayabilmek için harekât öncesinde Yahudi varlığı “İsrail” ile bölge yönetimleri arasında hayata geçirilmeye çalışılan “normalleş(tir)me” politikalarını ele almamız gerekmektedir.

İşgal ve gasp yöntemleriyle Müslümanların bağrına yerleştirilen Yahudi varlığı “İsrail”, Batı’nın bölgedeki öncü karakoludur. Batı, bu habis varlık üzerinden bölgede Müslümanları sürekli meşgul edecek bir mücadele ortamı oluşturup; karton ulus-devlet sınırlarıyla birbirlerine ulaşmalarını ve tehlikeler karşısında yardımlaşmalarını engellemeyi hedeflemiştir. Bu nedenle sömürgeci kâfir Batı, bu varlığın güçlü kalmasına, “yenilmezlik” efsanesiyle anılmasına ve bölgede meşru bir devletmiş gibi kabul edilmesine büyük hırs göstermiştir. Eski ABD Başkanı Joe Biden’ın 18 Ekim 2023’te söylediği “Eğer ‘İsrail’ olmasaydı, onu icat etmemiz gerekirdi” sözü, yalnızca Yahudilerin akıbeti düşünülerek söylenmiş bir söz değildir.

Trump’ın ilk dönemiyle birlikte Amerika’nın Ortadoğu için yeni “istikrar” planı hayata geçirildi. Planın ilk aşaması, Yahudi varlığı “İsrail” ile bölge ülkeleri arasındaki normalleşme sürecini sağlayacak Abraham Anlaşmaları oldu. 15 Eylül 2020’de “İsrail” ile Birleşik Arap Emirlikleri ve Bahreyn arasında imzalanan anlaşmalar bu sürecin ilk adımlarıydı. Ardından 22 Aralık 2020’de “İsrail”-Fas normalleşme anlaşması imzalandı. Fas’ın “İsrail” egemenliğini tanıması karşılığında Amerika, Fas’ın Batı Sahra üzerindeki egemenliğini tanıdı. Sudan yönetimi de Ekim 2020’de “İsrail” ile normalleşme anlaşması imzaladı; 6 Ocak 2021’de ABD bu anlaşmaya karşılık Sudan’a ülkenin teröre olan borçlarını temizlemesine yardımcı olmak için 1,2 milyar dolar kredi sağladı.

Bu istikrar planının diğer ayağı, bölgedeki silahlı örgütlerin tasfiyesidir. Trump döneminde başlayan bu süreçte, Suriye’deki mücahitlerden Yemen’deki Husiler’e, PKK’dan Lübnan’daki İran uzantısı Hizbullah’a kadar birçok silahlı yapı hedef alınmıştır. İşte bu plan doğrultusunda hedef alınan gruplardan biri de Hamas/Kassam Tugayları ve dolayısıyla Gazze halkıdır.

Amerika’nın yeni Ortadoğu istikrar planının bir diğer ayağını da bölgedeki silahlı örgütlerin tasfiyesi oluşturmaktadır. Nitekim Trump’ın yeni döneminin başlamasıyla birlikte, çeşitli vasıtalar kullanılarak üç yıl önce yalnızca bir tespit ve tahlilden ibaret olan bu durum bugün fiilen hayata geçirilmiştir. Bugüne kadar bölgede eli silahlı gruplardan; Suriye’deki mücahitler, Esed rejiminin artığı silahlı çeteler, Süveyda bölgesindeki eli silahlı aşiretler, SDG’nin Suriye yönetimine bağlanmaya çalışılması, İran’ın Lübnan’daki askerî uzantısı, PKK ve Yemen’deki Husiler’e yönelik hamleler, bu planın uygulanmasına güncel örnek teşkil etmektedir.

İşte Amerika’nın Ortadoğu ile ilgili yeni istikrar planı doğrultusunda hedefte olan silahlı gruplardan biri de Hamas/Kassam Tugayları ve dolayısıyla Gazze halkıydı. Gazze’nin silahsızlandırılması da o döneme ait bir projedir. Bu sebeple, Amerika’nın desteğindeki Yahudi varlığı “İsrail” harekete geçmeden önce Kassam Tugayları 7 Ekim harekâtını düzenledi ve elinde bir koz olarak bulundurmak üzere Yahudilerden rehineler aldı. Bu harekâtın ardından, “Yahudi varlığı ‘İsrail’e bölgeye müdahale için fırsat doğdu” şeklindeki değerlendirmeler doğru değildir. Eğer bugün her şeye rağmen —yaşanan onca sıkıntıya, can kaybına ve artık açlığın ölümcül bir silah olarak kullanıldığı soykırıma rağmen— Hamas bölgeyi teslim etmiyor ve silah bırakmayı reddediyorsa, bu durum o sakat görüşün çürütülmesi için yeterlidir. Ayrıca fedakârlığın ve destansı sabrın güzide örneği Gazze halkı da Hamas’ın arkasında durma hususunda aynı fedakârlığı göstermeye devam etmektedir.

Kassam Tugayları’nın böyle bir harekâtı başarıyla tamamlamasının en büyük sebebi; başta Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın yardımı olmak üzere, İran ve diğer bölge devletlerinin bu harekâttan haberdar olmamalarıdır. Görüldüğü kadarıyla burada hesaplanmayan tek nokta; İslâm dünyasının bu kadar duyarsız kalabileceği ve İslâm beldelerindeki yöneticilerin ihanette bu kadar ileri gidebilecekleridir. Onların, bir lokma yiyecek ve bir yudum suyu ulaştırmak için bile adım atmayacakları, hatta Yahudi varlığını güçlendiren ve saldırılar süresince onun sıkıntıya düşmesini engelleyen ticareti dahi kesmeyecekleri sefih ve zelil tutum öngörülmemiştir.

Bölgedeki sorun hiçbir zaman Filistin veya Gazze sorunu olmamıştır. Sorun, doğrudan aşağılık Yahudi varlığının orada varlığını sürdürmesi; katliam, tehcir, gasp ve işgal yöntemleriyle alanını genişletmesidir. Meseleye, sanki 7 Ekim öncesinde bölgede hiçbir sorun yokmuş gibi yaklaşmak, ya akıl tutulmasının ya da hastalıklı bir zihniyetin meseleyi kasıtlı olarak çarpıtmasının sonucudur. 7 Ekim öncesinde de Batı Şeria, Yahudi yerleşimcilerin istilası altında Müslümanların elinden peyderpey alınıyor; Gazze ise tamamen kontrol altında tutulan bir açık hava hapishanesi gibi yönetiliyordu. Yahudiler Müslümanları katlediyor, evlerine el koyuyor, tehcire zorluyor ve her türlü zorbalığı uyguluyorlardı.

Bugün mesele, 22 aydır kendileri için adeta bir bataklığa dönüşen Gazze’den, onursuz Yahudilerin “onurlu” bir şekilde çıkışını sağlama meselesine dönüşmüştür. Zira Yahudi varlığı ve arkasındaki güçler, saldırılara başladıklarında ellerindeki teknolojik silahlar ve askerî imkânlarla birkaç hafta içinde zafer kazanacaklarını ve bölgenin hâkimiyetini ele geçireceklerini zannetmişlerdi. Ancak olay bekledikleri gibi gelişmedi. Yaklaşık iki yıldır her yöntemi denemelerine, en son açlık üzerinden insanları yıldırıp teslim olmaya zorlama vahşiliğine başvurmalarına rağmen Gazze’de hâlâ istedikleri sonucu elde edemediler. Bu şartlar altında çekilmek, Yahudi varlığının mağlubiyeti anlamına gelecektir. Bu da hem onların hem de kendilerine her türlü desteği sağlayan Batı’nın uzun yıllardır inşa ettiği “yenilmezlik” yalanının ifşası olacaktır. Bu nedenle, direnişi kırmak amacıyla bugünlerde Gazze’nin karadan tamamen işgali meselesi gündeme getirilmektedir.

Bir yandan, Gazze’nin tamamen işgali için harekete geçileceği tehdidi Yahudi varlığı yetkilileri tarafından caydırma aracı olarak kullanılırken; diğer yandan Birleşmiş Milletler çatısı altında Gazze’nin siyaseten yok edilme projesi yürütülmektedir. Bu maksatla, “Filistin Meselesine Barışçıl Çözüm Bulunması ve İki Devletli Çözümün Hayata Geçirilmesi” konulu BM Yüksek Düzeyli Uluslararası Konferansı, 29–30 Temmuz tarihlerinde New York’ta yapılmıştır. Konferans bildirisinin ana hatları; Hamas’ın 7 Ekim harekâtından dolayı kınanması, Gazze’nin silahsızlandırılması, Hamas’ın tasfiye edilmesi ve bölgenin, halkına ihaneti yıllar öncesinden tescillenmiş olan gerçek Yahudi dostu Abbas yönetimine teslim edilmesidir.

Gazze’de savaşın sona ermesine paralel olarak Hamas’ın, bölgenin yönetimini ve silahlarını Filistin Yönetimi’ne devretmesinin istendiği bu bildiriye Türkiye; “Hamas’ın ve diğer Filistinli grupların ancak 1967 sınırları temelinde egemen ve bağımsız bir Filistin devleti kurulması durumunda silah bırakmasının mümkün olacağı” şerhini koymuştur. Bu şerh; kendi acziyetini gizlemek, Müslümanlardan gelecek tepkileri bertaraf etmek ve Gazzeli Müslümanların tüm dünyanın ibretle izlediği direnişini yok saymayı maskelemek dışında hiçbir anlam ve geçerliliğe sahip değildir. Zira 1967 sınırlarına bakan herhangi bir kişi bile bunun pratikte imkânsız olduğunu görebilir.

Peki, bu ihanet anlaşmasına kimler katıldı? Bizi ilgilendirmeyen Batı ülkeleri dışında, elbette en başta Türkiye, Mısır ve diğer Arap Birliği ülkeleri…

Gazze’nin silahsızlandırılması, Amerika’nın yeni Ortadoğu istikrar planının bir parçası olmakla beraber, Yahudi varlığı “İsrail”in güvenliği açısından da önemlidir. Nitekim 7 Ekim Aksa Tufanı gerçekleştiğinde, Amerika Başkanı olan Joe Biden “Dünya, ‘İsrail’in hiç olmadığı kadar güçlü olduğunu bilecek” demiş ve 7 Ekim’deki saldırıları 11 Eylül’e benzeterek, “İsrail ölçeğindeki bir ülke için bu, 15 tane 11 Eylül’e bedeldi” ifadelerini kullanmıştır. Gazze’nin silahsızlandırılmasındaki öncelikli amaç, Yahudi varlığı “İsrail”in bundan sonra böylesine yıkıcı bir saldırıya maruz kalmasını önlemektir. Ancak bu necis varlığın, özelde Gazze ve genelde Filistinli Müslümanlar tarafından maruz kalacağı tehlike bununla sınırlı değildir.

Yahudi varlığı “İsrail” açısından asıl sorun, bundan sonra yaşanacaklarla ilgilidir. Halkın korkusu ve tepkisi de bu yüzdendir. Bu sebeple mevcut hükümet ve uyguladığı politikalar karşısında protestolar düzenlemektedirler. Bu protestolardaki amaç, yalnızca birkaç rehineyi kurtarmak değildir. Çünkü Yahudi varlığının tebaası, yıllarca intifada ve şahadet eylemleriyle yaşadıkları kayıpları ve korkuları unutmamıştır. Bundan sonra ateşkes gerçekleşse ve Gazze yeniden yapılandırılsa bile, Gazze halkının mübarek direnişinin bireysel eylemlerle süreceğini ve yaşananların hesabının bireysel olarak sorulacağını çok iyi biliyorlar. Bunu bizzat Yahudiler zaman zaman gündeme getirmekte ve bu tehlikeye dikkat çekmektedirler. Bu gerçek, şu anda bu acımasız soykırımı uygulayan Yahudi halkı için yeterli bir huzursuzluk ve korku sebebidir.

Geçmişte yaşanan iki intifada ile bireysel saldırılar ve şahadet eylemleri sonucunda yaklaşık 1000 Yahudi ölmüş, 4500 Yahudi yaralanmıştır. Bu bilanço, dünyaya aşırı düşkün ve korkak bir topluluk için doğal olarak büyük bir tehdit anlamına gelir. Bu nedenle silahsızlandırma, sadece Hamas’ın değil; bölgenin tamamen silahsızlandırılması ve Yahudi varlığının askerî kontrolü altına alınmasıyla ilgilidir. İşte bu yüzden Yahudi varlığı, bölgeden çekilişini bir takvime bağlamak ve bunu 10 yıla yayarak gerçekleştirmek istemektedir.

Yahudi varlığı “İsrail” sorunu için ortaya konulan “iki devletli çözüm”, bir Amerikan projesidir. 1959 yılında Cumhuriyetçi Başkan Eisenhower döneminden beri bu projeyi savunan Amerika, bunun sözde uluslararası toplum tarafından kabul edilmesini sağlamış ve İngiltere’nin savunduğu “tek devletli çözüm” düşüncesini rafa kaldırmıştır.

“İki devletli çözüm” söyleminin pratikte bir gerçekliği yoktur. Bu planın asıl maksadı; Yahudi varlığı “İsrail”in bölge tarafından kabul edilmesini, onunla güvenli ilişkiler kurulmasını ve bekasının kalıcı biçimde sağlanmasını temin eden bir tuzak projeyi hayata geçirmektir. Bugün oluşan siyasi konjonktür, 7 Ekim Aksa Tufanı’nın bir sonucudur ve iki devletli çözüme ilişkin planlanan tuzakları bozmuştur. Dolayısıyla hem gasıp Yahudi varlığı hem de arkasındaki sömürgeci güçler; samimi Filistinli Müslümanlar, cefakâr Gazze halkı, hayatını Allah’a adamış ve ümmetine umut olmuş insanlar var oldukça, bu bölgede başarıya ulaşamayacaklarını anlamışlardır. Bu insanları ciddi bir kırıma uğratmadan, ellerindeki gücü tamamen almadan ve bir hain vasıtasıyla sürekli kontrol altına almadan istediklerini elde edemeyeceklerini görmüşlerdir.

İki devletli çözüm politikası veya söylemi, bölgedeki sorunu çözmeye yönelik başka bir alternatifin bulunamamasından kaynaklanan bir söylemdir. Son günlerde özellikle Avrupa’nın önde gelen bazı ülkelerinin Filistin’i devlet olarak tanıyacağı yönündeki açıklamalar, imza attıkları New York bildirisinde belirtilen şartların sağlandığı bir Filistin içindir. Bu açıklamalar, silahsız, tamamen kontrol altına alınmış ve Abbas gibi bir haine teslim edilmiş Gazze’nin “devlet” olarak tanınacağını ifade eder. Bu durum ise bize şu anda nasıl bir projenin yürütüldüğünü açıkça göstermektedir.

İki devletli çözüm, İslâmî bakış açısından reddedilmiş olup, İslâm şeriatında kesinlikle haramdır. Çünkü bu çözüm, Yahudi varlığının işgalini pekiştirmek ve onu meşru bir devlet hâline getirmek demektir. Filistin mübarek bir İslâm toprağıdır ve İslâm ümmetinin mülküdür. Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın İsra ve Miraç olayının gerçekleştiği Mescid-i Aksa’yı Beytullah ile irtibatlandırdığı günden bu yana Filistin, ümmetin aklında ve kalbindedir. Yahudilerin orada otorite sahibi olması doğru değildir ve orada iki devletli çözüme yer yoktur. Nitekim Filistin’i Ömer el-Faruk fethetmiş, Râşidî Halifeler yönetmiş, Selahaddin kurtarmış, Abdülhamid ise Yahudilerden korumuştur.

Özetle, Filistin bir İslâm toprağıdır; satılık değildir. Halkı ile onu işgal eden asalak varlık arasında paylaşılmayı kabul etmez. Çözümü, “iki devletli çözüm” değildir. Asıl çözüm, Aziz ve Cebbâr olan Allah’ın buyurduğu gibi olandır:

[وَاقْتُلُوهُمْ حَيْثُ ثَقِفْتُمُوهُمْ وَاَخْرِجُوهُمْ مِنْ حَيْثُ اَخْرَجُوكُمْ] "Onları nerede yakalarsanız öldürün. Sizi çıkardıkları yerden siz de onları çıkarın."[1]

Başta Gazze olmak üzere tüm İslâm dünyasında Hilâfet’in ilgasının ardından yaşanan zulümlerin temel sebebi, demokratik düzenin de kendisinden hâsıl olduğu kapitalist sistemdir. Bu ideolojinin yayılma metodu olan sömürgecilik, korumasız kalan İslâm topraklarına başta Amerika olmak üzere İngiltere ve diğer Avrupa devletlerini musallat etmiştir. Onların topraklarımız üzerindeki nüfuz mücadelesinin bedelini ve beldelerimizin başındaki hain yöneticilerin bu sömürgeci kâfirlerle yaptıkları iş birliğinin faturasını her zaman Müslümanlar ödemiştir.

Amerika ve diğer sömürgeci devletleri güçlü kılan, bu bölgelerde istedikleri gibi hareket etmelerini sağlayan yegâne unsur; onların emri altında hareket eden işbirlikçi hain yöneticilerdir. Oysa ne Amerika ne de diğerleri kesinlikle yenilmez değildir. Hatta sömürü üzerinden elde ettikleri servetlerden ve yerleştikleri bölgelerde sağladıkları siyasi nüfuzdan mahrum kaldıklarında ayakta kalmakta dahi zorlanacaklardır. Mesela, güncel vakıada Amerika, ekonomik açıdan batma noktasına gelmişken, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nden sağladığı 4 trilyon dolar gibi devasa bir finans kaynağıyla rahat bir nefes alabilmiştir.

Yahudi varlığı “İsrail”e gelince; onun varlığı, hayatta kalması ve bekası tamamen bölge rejimlerine bağlıdır. Kendi halkına ihanet eden, halkının kanı üzerinden siyaset güden ve Yahudi varlığına arka çıkarak onu koruyan bu rejimler olmadığında, bu necis varlığın nefes alma şansı olmayacaktır. Onun şu an gösterişli teknolojisiyle yaptığı saldırılar, sahip olduğu güçten değil; bölge rejimlerinin koruması ve Batı devletlerinin her türlü desteği vermesindendir.

Sonuçta Amerika ve onun desteklediği Yahudi varlığı “İsrail”, tüm teknolojik silah ve askerî imkânlarına rağmen; Gazze gibi silahı olmayan, düzenli ordusu bulunmayan ve hiçbir teknolojik imkâna sahip olmayan bir beldeye 22 aydır saldırmalarına rağmen hiçbir başarı elde edememişlerdir. Hatta başarı elde etmek bir yana, şu anda Gazze’den “onurlu” bir çıkış için yeni stratejiler benimseyip uygulama telaşına düşmüştür. Birkaç hafta içinde bitireceklerini zannettikleri Gazze, Allah’ın izni ve yardımıyla onların “yenilmezlik” masalına son vermiştir.

قَالَ الَّذ۪ينَ يَظُنُّونَ اَنَّهُمْ مُلَاقُوا اللّٰهِۙ كَمْ مِنْ فِئَةٍ قَل۪يلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَث۪يرَةً بِاِذْنِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ مَعَ الصَّابِر۪ينَ “Kendilerinin Allah’a kavuşacağını bilenler: ‘Nice az topluluk, çok topluluğa Allah’ın izniyle üstün gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir’ dediler.”[2]

 



[1] Bakara Suresi 191

[2] Bakara Suresi 249


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz