ABD-“İsrail” ilişkileri, 1948 yılında “İsrail” Devleti’nin(!) kuruluşunu
takiben ABD Başkanı Harry S. Truman’ın “İsrail”i tanıyan ilk dünya lideri
olmasıyla başlamış ve Soğuk Savaş dinamikleri içinde stratejik bir ittifaka
dönüşmüştür. Günümüzde bu ilişki, yıllık milyarlarca dolarlık askerî yardım,
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki (BMGK) diplomatik koruma ve derin
istihbarat iş birliği ile perçinlenmiş durumdadır. Ancak bu ittifakın doğası, basit
bir müttefiklik ilişkisinin ötesinde, uluslararası ilişkiler teorilerinin
sınırlarını zorlayan özgün bir yapı arz etmektedir.
Literatürde bu ilişkiyi açıklamaya yönelik iki temel argüman öne
çıkmaktadır. Birinci görüş, John Mearsheimer ve Stephen Walt’ın “İsrail Lobisi
ve ABD Dış Politikası” adlı çalışmalarında popülerleştirdiği "kuyruğun
köpeği sallaması" (the tail wagging the dog) ya da Türkçe deyimiyle
"ayakların baş olması" tezidir. Bu teze göre, ABD içindeki güçlü ve
organize Yahudi lobisi (başta AIPAC olmak üzere), Amerikan dış politikasını,
ABD’nin ulusal çıkarlarıyla her zaman örtüşmese dahi, “İsrail”in çıkarları
doğrultusunda şekillendirme kapasitesine sahiptir. İkinci görüş ise, realist
bir perspektiften yola çıkarak, “İsrail”in ABD için Ortadoğu’da vazgeçilmez bir
“stratejik varlık” olduğunu savunur. Bu görüşe göre ABD, bölgedeki çıkarlarını
korumak için “İsrail”i bir ileri karakol olarak kullanmakta ve bu nedenle
“İsrail”e koşulsuz destek vermektedir.
Her iki tezin de kısmi doğruluklar içerdiği kabul edilebilir, ancak bu özel
ilişkinin temel dinamiğinin asimetrik bir bağımlılık, ideolojik bir maksat ve
hiyerarşik bir yapı üzerine kurulu olduğu açıktır. “İsrail”in lobi faaliyetleri
ve stratejik önemi ABD politikalarını etkileyebilse de, bu etki ABD’nin temel
stratejik çerçevesi içinde kaldığı sürece mümkündür. ABD’nin büyük
stratejisiyle çatıştığı anlarda, karar alıcı mekanizmanın Washington’da olduğu
çok net bir şekilde görülebilir. Bu bağlamda, öncelikle bu özel ilişkinin
tarihsel temellerini ve ABD’nin “İsrail”in kuruluşundaki rolüne, ardından lobi
faktörüne ve “İsrail”in ABD’ye olan yapısal bağımlılığına bakalım. Sonrasında
ise Trump ve Biden dönemlerindeki politika değişimleri ve güncel Gazze
krizindeki ABD tavrını ele alalım.
“İsrail”in 14 Mayıs 1948’de bağımsızlığını ilan etmesinden sadece 11 dakika
sonra ABD tarafından tanınması, genellikle bu özel ilişkinin başlangıç noktası
olarak kabul edilir. Truman’ın kararı, Soğuk Savaş’ın başlangıç yıllarında
Sovyetler Birliği’nin de “İsrail”i tanımasıyla birlikte, Ortadoğu’da nüfuz
alanlarını kontrol mücadelesinin bir parçası olarak da okunmalıdır. Esasen
“İsrail” varlığını inşa eden ilk başlangıç noktası 1917 Balfour
Deklarasyonu’ydu ve Filistin mandasını kontrol eden İngilizler, 1948’e giden
süreç boyunca yüz binlerce Yahudi’yi Filistin’e getirtip silahlandırmış,
Müslümanları topraklarından cebren ve hile ile çıkarmış, devlet dinamiklerini
peyderpey oluşturmuştu. II. Dünya Savaşı ile birlikte dünya sahnesine açılan
ABD’nin “İsrail”in kuruluşundaki rolü, bir “yaratıcı” rolünden ziyade, ortaya
çıkan fiilî durumu stratejik çıkarları doğrultusunda hızla tanıyan ve
meşrulaştıran bir “kolaylaştırıcı” rolüydü.
Bu pragmatik başlangıç, ilişkinin ilerleyen yıllardaki seyrini de
belirleyecekti: ABD, “İsrail”i her zaman kendi küresel ve bölgesel çıkarlarının
bir enstrümanı olarak görme eğiliminde olmuştur. Başka bir ifadeyle ABD,
devletler arası düzenin yeniden şekillendiği yeni dünya düzeninde Yahudi
varlığını, Batı hegemonyasının sigortası olarak konumlandırmıştı. Bu, yalnızca
ABD’nin değil, aynı zamanda diğer Batılı sömürgeci devletlerin de paylaştığı ve
günümüze kadar işlevini sürdüren ortak bir vizyondu. Bilhassa 1948-1967 arası
dönemde ve sonrasında, ABD’nin yanı sıra Avrupalı sömürgeciler de Yahudi
varlığının bölgede tutunması, kök salması, yenilmezlik unvanına sahip olması ve
devletler arası koruma altında pervasızca cürümler işlemesi için kalkan görevi
üstlenmişlerdi.
Yahudi varlığının sahip olduğu eşi benzeri görülmemiş bu olağanüstü
ayrıcalıklar, yenilmezlik payesi ve devletler arası koruma, vakıayı gözlemleyenler
ve analiz edenler arasında ihtilafa neden olmuş, halen popülaritesi devam eden
bazı yorumlar, Yahudi varlığının dünyaya hükmettiği vehmini körüklemiştir.
ABD-“İsrail” ilişkilerini “İsrail” lehine açıklayan en popüler argüman,
şüphesiz ABD iç politikasındaki “İsrail” lobisinin etkinliğidir. Amerikan
“İsrail” Halkla İlişkiler Komitesi (AIPAC) gibi kuruluşlar, kongre üyeleri
üzerindeki finansal ve siyasî baskı gücü, medya ve düşünce kuruluşları
aracılığıyla kamuoyunu yönlendirme kapasitesi ve seçim kampanyalarındaki
belirleyici rolü ile bilinmektedir. Lobi, ABD’nin “İsrail”e yönelik her yıl
milyarlarca dolarlık askerî yardım paketinin koşulsuz onaylanmasından,
“İsrail”i eleştiren BM kararlarının veto edilmesine kadar birçok somut başarıya
imza atmıştır. Ancak lobinin gücü mutlak değildir. Etkisi, genellikle ABD’nin
genel stratejik yönelimiyle uyumlu olduğunda zirveye ulaşırken, ABD yönetiminin
temel çıkarlarına aykırı gördüğü bir politikayı dayatma konusunda ise
genellikle başarısız olmuştur.
Bunun en belirgin örneği, Barack Obama yönetiminin 2015 yılında İran ile
imzaladığı nükleer anlaşmadır. Binyamin Netanyahu’nun ve AIPAC’in tüm
muhalefetine, hatta Netanyahu’nun ABD Kongresi’nde doğrudan Obama’yı hedef alan
bir konuşma yapmasına rağmen, Obama yönetimi anlaşmayı imzalamaktan geri
durmamıştır. Bu durum, ABD başkanı ve hükümetinin, ulusal güvenlik meselesi
olarak tanımladığı bir konuda, lobinin baskısını bertaraf edebildiğini
göstermiştir. Dolayısıyla lobi, ABD dış politikasının parametrelerini
belirleyen değil, bu parametreler içinde “İsrail” lehine maksimum faydayı
sağlamaya çalışan etkili bir baskı grubudur. Aynı durum, ABD içinde etkin olan
ve sahipleri Yahudi olan savunma sanayi, petrol, teknoloji ve finans şirketleri
için de geçerlidir.
İlişkinin diğer yüzü, “İsrail”in ABD’ye olan derin ve yapısal
bağımlılığıdır. Bu bağımlılık, ilişkinin hiyerarşik doğasını anlamak için
kritik öneme sahiptir. “İsrail”, bölgesindeki niteliksel askerî üstünlüğünü
(Qualitative Military Edge - QME) büyük ölçüde ABD’den aldığı ileri teknoloji
silahlara borçludur. F-35 savaş uçakları, hassas güdümlü mühimmatlar ve Demir
Kubbe (Iron Dome) gibi hava savunma sistemlerinin finansmanı ve geliştirilmesi,
tamamen ABD desteğine dayanmaktadır. Bu askerî yardım, ABD’ye “İsrail” üzerinde
önemli bir nüfuz alanı sağlamaktadır. Washington, silah sevkiyatını yavaşlatma
veya koşullara bağlama tehdidini, “İsrail”i istenmeyen adımlardan caydırmak
için bir koz olarak elinde tutmaktadır.
Yakın zamanda yaşanan ve tiyatronun bir tık ötesine geçen İran-“İsrail”
savaşında, ABD’nin İran’a yeşil ışık yakarak adeta Yahudi varlığını terbiye
etmesi, Yahudi varlığının ABD ve Avrupa’dan yardım dilenecek pozisyona
düşürülmesi, ABD’nin İran’a savaş seçeneğine yönelmeyip karşılıklı göstermelik
füze atışlarıyla yetinmesi ve olayın kısa sürede sonlandırılması henüz
unutulmuş değildir.
Yahudi varlığının, uluslararası arenada, özellikle Birleşmiş Milletler gibi
yaptırım yetkisine sahip kurumlar nezdinde, ABD’nin diplomatik koruması olmadan
ayakta kalması imkânsızdır. ABD, BMGK’da daimi üye olarak sahip olduğu veto
hakkını, bugüne kadar defalarca “İsrail”i kınayan veya yaptırım uygulanmasını
talep eden karar tasarılarını engellemek için kullanmıştır. Keza Uluslararası
Ceza Mahkemesi, Uluslararası Adalet Divanı gibi sözde kurumlar nezdinde de
süregelen bu diplomatik kalkan, “İsrail”in uluslararası hukuka aykırı olarak
görülen yerleşim politikalarını, askerî operasyonlarını ve bölge ülkelerine
saldırılarını sürdürebilmesinin en önemli dayanağı olmuştur.
Askerî yardımın ötesinde, iki ülke arasında derin ekonomik ve teknolojik
bağlar mevcuttur. Ancak “İsrail” ekonomisinin refahı ve teknoloji sektörünün
küresel entegrasyonu, büyük ölçüde ABD pazarına, mâlî desteklerine ve
sermayesine erişime bağlıdır. Bu çok boyutlu bağımlılık, Yahudi varlığının ABD
himayesi ve desteği olmadan hareket kabiliyetini sınırlandırmaktadır.
“İsrail”, bölgesel düzeyde taktiksel kararlar alma özgürlüğüne sahip olsa
da, ABD’nin hayati çıkarlarına ters düşecek stratejik bir hamle yapma lüksüne
sahip değildir. Bu durum, “‘İsrail’ mi ABD’yi yönetiyor?” sorusuna
verilecek cevapta Washington lehine ağır basan bir hakikattir.
Zira ABD-“İsrail” ilişkilerinin sabit ve değişmez olduğu algısı
yanıltıcıdır. Özellikle Trump ve Biden yönetimleri arasındaki belirgin politika
farklılıkları, ilişkinin dinamiklerini anlamak için önemli bir vaka analizi
sunar. Bu farklılıklar, “İsrail”in artan veya azalan etkisinden ziyade, ABD’nin
kendi Ortadoğu stratejisindeki değişimlerin bir sonucudur.
İlk dönem Trump yönetimi, geleneksel ABD Ortadoğu politikasını radikal bir
şekilde değiştirmiştir. ABD Büyükelçiliği’nin Kudüs’e taşınması, Golan Tepeleri
üzerinde “İsrail” egemenliğinin tanınması ve İran nükleer anlaşmasından
çekilmesi gibi adımlar, ilk bakışta “İsrail”in taleplerinin koşulsuz kabulü olarak
görünüyordu. Oysa bu politikaların ardında daha büyük bir Amerikan planı
yatmaktaydı: Filistin sorununu denklemden çıkararak, “İsrail” ile bölge
ülkeleri arasında İran’a karşı ortak bir cephe oluşturmak. Başka bir ifadeyle,
Arap Baharı sonrası değişen bölge dinamiklerinde değişikliğe giderek bölgedeki
rolünü önemli ölçüde tamamlayan İran karşıtlığı üzerinden yeni bölgesel bir
denge oluşturmak, bu sayede Ortadoğu’da geçici de olsa bir istikrar sağlayarak
ABD’nin odağını Çin’e yöneltmesini sağlamaktı.
Bu stratejinin zirve noktası, “Yüzyılın Anlaşması” olarak sunulan plan ve
onun bir uzantısı olan Abraham Anlaşmaları’dır. Bu anlaşmalar, Birleşik Arap
Emirlikleri, Bahreyn, Fas ve Sudan’ın “İsrail” ile ilişkilerini
normalleştirmesini sağlamıştır. ABD için bu durum, Filistin meselesi çözülmeden
de bölgede “İsrail” merkezli bir istikrar ve güvenlik mimarisi
kurulabileceğinin işaretiydi. Burada “İsrail”, ABD’nin İran’ı çevreleme ve
Çin’in bölgedeki etkisini sınırlama stratejisinin kilit bir piyonu olarak
kullanılmıştır.
Dolayısıyla Trump’ın politikaları, “İsrail”in ABD’yi yönettiği anlamına
gelmekten çok, ABD’nin kendi jeopolitik hedefleri için “İsrail”i bir kaldıraç
olarak kullandığı yeni bir planın parçasıydı. Bu planın başarısızlığı ise, “Filistin
sorunu”nu -daha doğrusu “Yahudi varlığı sorunu” demek lazım- halının
altına süpürmenin sürdürülebilir bir çözüm olmaması ve ilerleyen yıllarda
patlak veren şiddet sarmalının ortaya çıkmasıyla belirginleşmiştir.
Joe Biden yönetimi ise Trump’ın yarattığı radikal kopuştan sonra daha
öngörülebilir ve geleneksel bir politikaya dönüş sinyalleri verdi. İki devletli
çözüm söyleminin yeniden canlandırılması, Filistinlilere yönelik insani
yardımların yeniden başlatılması ve “İsrail”in yerleşim politikalarına yönelik
eleştirel tonun artırılması bu değişimin göstergeleriydi. Ancak bu, ABD’nin “İsrail”e
sırtını döndüğü anlamına gelmiyordu, aksine bu da bir strateji değişikliğiydi.
Biden yönetimi, Trump’ın yaklaşımının bölgede yol açtığı istikrarsızlığın
ve Filistin meselesinin göz ardı edilmesinin uzun vadede ABD çıkarlarına zarar
vereceğini görmüştü. ABD’nin küresel odağını Çin ve Rusya’ya çevirdiği bir
dönemde, Ortadoğu’da kontrol dışı bir krizin patlak vermesi istenmeyen bir
durumdu. Bu nedenle Biden’ın politikası, çatışmayı “yönetme” ve Abraham
Anlaşmaları’nı sürdürme yaklaşımını korurken, aynı zamanda “Filistin sorunu”nu
tamamen dışlamayan bir denge kurma çabasıydı.
Biden kendisini bir Siyonist olarak tanımladığı halde, “İsrail”in
güvenliğini sağlama konusunda sonsuz destek vermeye devam ederken, Yahudi
varlığının ABD politikalarına ve bölgedeki ajanlarına zarar veren aşırı
eylemlerini törpüleyerek bölgesel bir patlamayı yani yeni bir Arap Baharı
riskini önlemeye çalışıyordu. Bu da yine karar merciinin Washington olduğunu
gösteriyordu. O kadar ki Biden bizatihi, “İsrail olmasaydı onu icat etmemiz
gerekirdi” diyerek bu kanaati pekiştiriyordu. Keza yakın zamanda Alman
Şansölyesi Merz’in “İsrail bizim pis işlerimizi yapıyor” sözünü de
hatırlatmak gerek.
2010 yılının sonunda Tunus’ta başlayan ve kısa sürede Mısır, Libya, Yemen,
Suriye gibi ülkelere yayılan Arap Baharı, Ortadoğu’nun siyasî haritasını ve güç
dengelerini kökten sarsan bir olaylar silsilesiydi. Arap Baharı öncesi
Ortadoğu, ABD ve “İsrail” için dost olan otokratik rejimler tarafından yönetilen
bir bölgeydi. Mısır’daki Hüsnü Mübarek veya Tunus’taki Zeynel Abidin Bin Ali
gibi liderler, “İsrail” ile soğuk bir barışı sürdüren ve güvenlik iş birliği
yapan istikrarlı ortaklardı. Suriye’deki Beşşar Esed rejimi ise düşman
görünümlü bir dosttu.
Arap Baharı bu düzeni yerle bir etti. Mısır’da Mübarek’in devrilip yerine
Müslüman Kardeşler’den Muhammed Mursi’nin gelmesi, sınırdaki istikrarın
bozulması ve Sina Yarımadası’nın kontrol dışı gruplar için bir sığınağa
dönüşmesi, “İsrail”in güvenlik endişelerini zirveye taşıdı. Benzer şekilde,
Suriye’deki iç savaş, “İsrail”in kuzey sınırında merkezi otoritenin çökmesine,
İran Devrim Muhafızları ve Hizbullah gibi sözde hasımlarının doğrudan
konuşlanmasına yol açtı. Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi, bölgeye yayılan
kontrolsüz silah akışını tetikledi.
Bu kaos ortamında, “İsrail”in iç istikrarı, güçlü ordusu ve Batı yanlısı
kurumsal yapısı, ABD için her zamankinden daha değerli hale geldi. Bölgedeki
eski müttefikler bir bir devrilirken veya zayıflarken, “İsrail”, ABD’nin
çıkarlarını savunabileceği tek güvenilir ve sağlam “kaya” olarak öne çıktı.
Bu durum, ABD nezdinde “İsrail”e verilen desteğin sadece bir lobi meselesi
olmadığını, aynı zamanda kaotik bir coğrafyada vazgeçilmez bir stratejik
zorunluluk olduğunu savunan realist argümanı güçlendirdi. ABD’nin Mısır’da
Sisi’nin Mursi’ye yönelik askerî darbesine sessiz kalarak destek vermesi ve
yakın zamanda güvenlik risklerini bertaraf edemeyen, İran’a bağımlı kalan Esed
rejimini devirerek “İsrail”in güvenlik önceliklerini dolaylı da olsa gözeten
Şam rejimine destek vermesi, Washington’ın bölgede demokrasi ideallerinden çok,
“İsrail”in güvenliğini ve öngörülebilirliği öncelediğinin en net göstergesiydi.
Yıllarca uluslararası ilişkiler literatüründe ve diplomaside, Ortadoğu’daki
temel sorunun “İsrail”-Filistin çatışması olduğu ve bu sorun çözülmeden bölgeye
istikrar gelmeyeceği tezi (“bağlantı teorisi” – linkage theory) savunulmuştu.
Arap Baharı, bu teoriyi büyük ölçüde çürütmüş, “‘İsrail’ Arap rejimlerinin
gölgesidir. Bu rejimler ortadan kalkınca gölgesi de yok olur” diyen Şeyh
Takiyyuddin en-Nebhani’nin öngörüsünü doğrulamıştı.
Zira Yahudi varlığına siper olan diktatör rejimler devrildikçe, halklar
değişim yönünde harekete geçtikçe, Yahudi varlığının yok olma tehlikesi alarm
verici boyutlara ulaşmıştı. Ancak ABD’nin halk devrimlerini bastırma ve
dönüştürme konusunda maalesef başarılı olması, hem ABD’ye hem de “İsrail”e
Filistin meselesini bölgedeki diğer sorunlardan "ayrıştırma"
(delinking) fırsatı verdi.
Artık “İsrail” ve onu destekleyenler, “Bölgedeki asıl istikrarsızlık
kaynağı biz değiliz; bakın, Suriye’de iç savaş var, Yemen’de kriz var, Mısır’da
kaos yaşandı. Öncelikli sorunlar bunlar” argümanını daha rahat bir şekilde
kullanmaya başladılar.
Bu paradigma kayması, özellikle Körfez ülkelerinin tutumunu derinden
etkiledi. Arap Baharı’nın yarattığı kaos ve özellikle Suriye iç savaşıyla
birlikte İran’ın artan bölgesel nüfuzu, Suudi Arabistan, BAE ve Bahreyn gibi
Körfez monarşileri için bir numaralı tehdit haline geldi. Bu ülkeler için artık
varoluşsal tehdit “İsrail” değil, İran ve onun vekil güçleriydi. Bu ortak
tehdit algısı, “İsrail” ile Körfez ülkeleri arasında perde arkasında yürütülen
güvenlik ve istihbarat iş birliğini hızlandırdı.
Arap Baharı sonrasında ortaya çıkan bu yeni konjonktür, doğrudan Abraham
Anlaşmaları’nın zeminini hazırladı. ABD (özellikle Trump yönetimi), bu değişen
dinamikleri kullanarak, Körfez ülkelerinin İran korkusunu ve Filistin
meselesine olan ilgisizliklerini değerlendirerek onları “İsrail” ile normalleşmeye
yöneltti.
Anlaşmalar, Arap Baharı’nın bir sonucu olarak ortaya çıkan yeni güç
dengelerinin resmî bir ilanı niteliğindeydi: Artık “İsrail” ile ilişki kurmak
için zaten vakıası olmayan bir Filistin devletinin kurulması gerekmiyordu;
“İsrail”, bir düşman olarak değil, İran’a karşı potansiyel bir müttefik olarak
görülüyordu.
İşte 7 Ekim Aksa Tufanı, ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmeye
yönelik bu planını bozmuş, genişletilmesini engellemiş ve Filistin meselesi
köklü bir şekilde çözülmeden bölgede istikrarın sağlanamayacağını
kanıtlamıştır.
Hatta ABD liderliğindeki küresel sömürgecilik sisteminin, Çin, Avrupa,
Rusya gibi tehditlerden çok daha fazla kaygılandığı Ortadoğu’da yeni bir Arap
Baharı korkusunu alevlendirme potansiyeline sahip olduğunu göstermiştir.
Başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin ve devletlerarası sistemlerin,
Yahudi varlığının 7 Ekim 2023 sonrası başlayan süreçte Gazze’de işlediği
soykırıma varan her tür savaş suçunu işlemesine göz yumması, bölgedeki ajan
yöneticileri susturması, hatta Yahudi varlığını desteklemeye yönelterek
Müslüman Filistin halkını yalnızlığa ve açlığa terk etmesinin en önemli nedeni
işte budur!
Bütün bunları yalnızca dünyayı Yahudilerin yönettiği iddiasıyla
gerekçelendirip Yahudi varlığını koşulsuz desteklemek şeklinde yorumlamak,
büyük resmi görememek demektir. Bilakis tutuşan Yahudi varlığından önce, bölgedeki
işbirlikçi rejimlerdir; her gün Gazze protestoları düzenleyen halklarının
güvenini kaybetmiş Batılı devletlerdir; devletlerarası düzen ve kurumlardır; kapitalist
ideolojidir; ABD’nin küresel çıkarlarıdır.
ABD, bu süreçte ikili ve ilk bakışta çelişkili görünen bir strateji
izlemiştir. ABD, “İsrail”e acil mühimmat sevkiyatı yapmış, BMGK’da ateşkes
çağrısı yapan tasarıları defalarca veto etmiş ve uluslararası platformlarda
“İsrail”in “meşru müdafaa hakkını” sonuna kadar savunmuştur. Bu tavır,
soykırıma suç ortaklığı anlamına gelen ve “İsrail”in operasyonlarını
sürdürmesini mümkün kılan temel faktördür.
ABD için “İsrail”in askerî olarak yenilgiye uğraması veya caydırıcılığını
yitirmesi, Ortadoğu’daki tüm stratejik denklemin çökmesi ve belki de küresel kapitalist
sömürgeciliğin sarsılması anlamına geleceği için bu destek kaçınılmazdı.
Öte yandan ABD, “İsrail” üzerinde ciddi bir baskı kurmaktan da geri durmamıştır.
Sivil kayıpların azaltılması, insani yardımların artırılması ve Refah’a yönelik
geniş çaplı bir operasyondan kaçınılması yönündeki telkinler giderek artmıştır.
Daha da önemlisi, ABD, Mısır ve Katar gibi ikincil ülkeler üzerinden “İsrail”i
ateşkes ve esir takası müzakerelerine zorlamıştır.
Gazze bataklığında “yenilmez” unvanını yitiren, “onurlu geri çekiliş” ile
bu bataklıktan çıkmaya çalışan, iç politik kaygıları ve yoğun protestolar
karşısında savaşı sürdürmek zorunda kalan, sınır ötesi suikastlar ve çağrı
cihazı operasyonuyla itibarını kurtarmaya çalışan, hatta savaşı Suriye, Lübnan,
İran ve Yemen çapına genişletmeye uğraşan Yahudi varlığına karşı sopasını
kullanmaktan çekinmemiştir.
En stratejik hamle ise, savaşın ortasında Suudi Arabistan ile “İsrail”
arasında bir normalleşme anlaşması karşılığında Filistin Devleti’nin
kurulmasını içeren kapsamlı bir planı yeniden gündeme getirmesi ve kısa süre
önce Yahudi varlığına zafer kazanmış görüntüsü vermek üzere bölgedeki
ajanlarına imzalattığı New York Bildirisi olmuştur.
ABD’nin bir yandan Yahudi varlığına sınırsız destek verip soykırım ve
katliamlarına yeşil ışık yakması, diğer yandan ateşkes yapmak, savaşa son
vermek, bölge ülkelerine bulaşmasına engel olmak üzere baskı uygulaması
şeklinde tezahür eden bu ikili strateji, bir çelişki değil, bilinçli bir
politika tercihidir.
ABD, bir yandan stratejik müttefiki olan “İsrail”in güvenliğini garanti
altına alırken, diğer yandan onun eylemlerinin bölgesel bir savaşa yol açmasını
ve ABD’nin küresel çıkarlarına zarar vermesini engellemeye çalışmaktadır.
Dolayısıyla iki devletli çözüm, Abraham Anlaşmaları’nın genişletilmesi,
normalleşme politikası gibi vizyonların karar merciinin Washington olduğu
açıktır.
“İsrail”, sahadaki taktiksel operasyonlarda belirli bir serbestiye sahip
olsa da, savaşın nihai politik sonucu ve bölgenin gelecekteki mimarisi
konusunda ABD’nin çizdiği çerçeveye uymak zorunda kalacaktır. Yani ABD, bir
yandan Gazze’nin yıkımına tam destek verirken, diğer yandan bu yıkımın enkazı
üzerine kendi bölgesel düzenini inşa etme planları yapmaktadır. Bu durum,
aralarındaki ilişkinin “efendi – uydu” veya “baba – şımarık çocuk” dinamiğine
ne kadar yakın olduğunu göstermektedir.
ABD-“İsrail” ilişkilerinin belirlediği Ortadoğu denkleminde, Türkiye ve
Arap ülkeleri gibi diğer bölgesel aktörlerin pozisyonu, bu hiyerarşik yapının
nasıl işlediğini ve sınırlarını anlamak açısından kritik bir öneme sahiptir. Bu
aktörlerin Filistin meselesine yönelik tarihsel ve güncel tutumları, ABD’nin
bölgedeki hegemonik rolünü ve “İsrail”in bu rol içindeki konumunu daha net bir
şekilde ortaya koymaktadır. Hem Arap dünyasının parçalı yapısı hem de
Türkiye’nin zaman zaman değişen politikaları, nihayetinde ABD’nin belirlediği
stratejik çerçeveyi temelden değiştirme kapasitesine sahip olamadıklarını
göstermektedir.
Trump döneminde hayata geçirilen Abraham Anlaşmaları Arap dünyasındaki
parçalanmayı yeni bir seviyeye taşımıştır. BAE ve Bahreyn gibi Körfez
monarşileri, Filistin sorununun çözümünü beklemeden “İsrail” ile normalleşme
yoluna gitmişlerdir. Bu kararın arkasındaki temel motivasyon, Yahudi varlığına duyulan
sempatinin artması değil, ABD’nin yönlendirdiği değişen tehdit algılarıdır.
Bu ülkeler için birincil tehdit, artık “İsrail” değil, İran’ın bölgesel
yayılmacılığıdır. ABD, bu tehdit algısını kullanarak, “İsrail”i bu ülkeler için
potansiyel bir güvenlik ortağı olarak sunmuş ve İran’a karşı yeni bir bölgesel
güvenlik mimarisi inşa etmiştir. Bu mimarinin merkezinde yine “İsrail” vardır
ve projenin mimarı ile garantörü Washington’dur. Dolayısıyla Arap ülkelerinin
normalleşme adımları, “İsrail”in artan etkisinden çok, ABD’nin kendi stratejik
çıkarları doğrultusunda bölgeyi yeniden dizayn etme kapasitesinin bir
sonucudur.
Güncel Gazze krizinde Arap ülkelerinin tavrı da bu sınırlı etkiyi teyit
etmektedir. Kamuoyu baskısı nedeniyle “İsrail”e yönelik sert kınamalar ve
diplomatik girişimler artsa da, askerî müdahale şöyle dursun, hiçbir somut ve
caydırıcı eylem ortaya konulamamıştır. Türkiye, Katar ve Mısır gibi ülkeler,
ABD’nin teşviki ve yönlendirmesiyle arabuluculuk rolü üstlenmişlerdir. Ancak bu
rolleri, bağımsız bir inisiyatiften ziyade, ABD’nin sahada istemediği bir
tırmanışı önlemek ve kendi diplomatik çözüm çerçevesini (esir takası, geçici
ateşkes vb.) hayata geçirmek için kullandığı bir enstrümandır. Bölgedeki
yöneticiler, ABD’nin onayı ve desteği olmadan “İsrail” üzerinde anlamlı bir
baskı kuramayacaklarının farkındadır. Bu durum, en hafif tabiriyle onları
ABD’nin bölgesel planlarının uygulayıcıları veya en iyi ihtimalle kolaylaştırıcıları
konumuna indirgemektedir.
Türkiye’nin durumu, Arap dünyasından farklı ve daha karmaşık bir yörünge
izlemektedir. Bir NATO müttefiki olarak Türkiye, Batı bloğuna sadakatinin bir
gereği olarak “İsrail” ile pragmatik ilişkiler sürdürmüştür. Filistin davasına
verilen destek, çoğunlukla retorik düzeyde kalmıştır. Türkiye’nin sözde
Filistin’in yanında görünen duruşu, sahadaki güç dengelerini değiştirme
konusunda sınırlı kalmıştır.
Oysa Türkiye’nin askerî ve ekonomik gücü, savunma sanayinde kaydettiği gelişmeler
ABD’nin “İsrail”e sağladığı koşulsuz desteği dengeleyecek veya “İsrail”i
politikalarını değiştirmeye zorlayacak bir seviyede olduğu halde, güncel Gazze
krizinde görüldüğü gibi Türkiye bu gücü kullanma ya da en azından caydırıcılık
maksatlı kullanma iradesi göstermeye cüret edememiştir.
Türkiye, “İsrail”i “terör devleti” olarak nitelemiş, eylemlerini “soykırım”
olarak tanımlamış ve kağıt üstünde diplomatik ile ticari ilişkileri askıya alma
gibi birtakım adımlar atmış gibi görünse de, Gazze’ye umut olacak, gönüllere
şifa olacak hiçbir adım atamamış, İslâm ümmetinin, hatta Yahudi varlığına
askerî müdahale talebini öne çıkaran Batılı halkların desteğini ardına alarak
küresel bir güç olma fırsatını kaçırmıştır.
Kısacası ABD’nin “İsrail”e sağladığı stratejik şemsiye delinemedikçe,
Yahudi varlığını haritadan silecek bir irade gösterilmedikçe, sözde diplomatik
adımların sadece Gazze veya Filistin özelinde değil, bölge çapında ve
devletlerarası arenada köklü bir değişim meydana getirmesi mümkün olmayacaktır.
Bu durum, dolaylı yoldan, bölgesel denklemin anahtarının Ankara’da, Kahire’de,
Tel Aviv’de veya Riyad’da değil, Washington’da olduğunu bir kez daha teyit
etmektedir. Hem Arap dünyasının pragmatizmi hem de Türkiye’nin sözde idealizmi, nihayetinde
ABD’nin çizdiği oyun alanının dışına çıkamamaktadır.
Sonuç olarak; Arap Baharı, Arap rejimlerinin zayıflığını ve kırılganlığını
ortaya koyarken, “İsrail”in ABD için stratejik önemini artırmıştır. Süreç,
Filistin davasını bölgesel siyasetin merkezinden çıkararak, ABD’nin “İsrail”
merkezli yeni bir güvenlik mimarisi kurma planlarına hizmet etmiştir. Bu da göstermektedir ki,
bölgesel krizler ve değişimler ne kadar büyük olursa olsun, bu süreçleri kendi
büyük stratejisi lehine yorumlama ve yönlendirme kapasitesine sahip olan ana
aktör, Washington’daki karar alıcılardır.
Son tahlilde; kuyruk köpeği sallıyor gibi görünse de, köpeğin rotasını ve
varacağı hedefi belirleyen yine köpeğin kendisidir. ABD, Ortadoğu’daki
stratejik varlığını sürdürmek için “İsrail”i vazgeçilmez bir varlık olarak
görmekte, ancak bu varlığın kendi küresel çıkarlarına hizmet etmesini
sağlayacak şekilde onu yönetme ve yönlendirme hakkını daima elinde tutmaktadır.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış