Amerika, dünyadaki liderliğini sürdürebilmek, kurmuş olduğu dünya düzenini
ve uluslararası sistemi devam ettirebilmek amacıyla, bu rolünü sürdürmesine
engel olabilecek rakip güçleri —ki bunlar Çin, Rusya, Avrupa ve İslâm
ümmetidir— kontrol etme, zayıflatma ve sınırlandırma siyasetini benimsemiştir.
Amerika’nın bu siyasetinde Çin, başat bir rakip olarak
değerlendirilmektedir. 21. yüzyılın yükselen gücü Çin’i kuşatmak ve
sınırlandırmak için Asya-Pasifik bölgesine yoğunlaşmak, dünyada kendisini
meşgul eden sorunlardan kurtulmak Amerikan dış politikasının en önemli
konularından biri hâline gelmiştir.
Amerika’nın Çin’e odaklanmasını zorlaştıran sorunların başında ise Orta
Doğu’da yaşanan ve bütün dünyanın gündemini meşgul eden işgalci Yahudi varlığı
“İsrail”in Gazze’de yürütmüş olduğu insanlık dışı soykırım ile Rusya-Ukrayna
arasında 3,5 yıldan beri süregelen savaş gelmektedir.
ABD Başkanı Donald Trump tarafından seçim kampanyası esnasında ve başkan
seçildikten sonra da sıklıkla söylenen “Dünyadaki savaşları sona erdireceğim”
sözü de, aslında Amerika’yı meşgul eden, Amerika’nın enerjisini emen,
Amerika’nın Çin’e yoğunlaşmasının önünde duran bu iki önemli sorundan kurtulmak
istediklerine dair bir politika beyanıdır.
Bu çerçevede geçmişten günümüze ABD’nin Orta Doğu politikası dört esası
içermektedir. Bu esaslar; “İsrail”in güvenliği, bölgedeki petrol ve doğal gaz
gibi enerji kaynaklarının güvenli bir şekilde dünya piyasalarına ulaştırılması,
İslâm ile mücadele ve bölge ülkelerinin Amerika nüfuzu altında, Amerika’nın çıkarları
yönünde hareket etmelerinin sağlanmasıdır.
ABD, Çin ile mücadelesine yoğunlaşmak amacıyla, Orta Doğu’da daha önce
izlediği istikrarsızlaştırıcı ve çatışmacı politikalarının kendisini fazlasıyla
meşgul ettiğini ve kendisine ağır yükler getirdiğini anlamasıyla birlikte, bu
politikasının yerine bölgede çatışmaları sonlandıracak ve bölgeyi istikrara
kavuşturacak yeni bir planı hayata geçirmek için çalışmaya başlamıştır.
Orta Doğu’da çatışma ve istikrarsızlık üreten faktörlerin başında
“İsrail”in işgalci ve genişlemeci politikaları yer almaktadır. İran’ın vekil
güçleri aracılığıyla takip ettiği yayılmacı politikaları, Suriye’deki durum ve
Filistinli silahlı grupların varlığı da ABD açısından bölgeyi
istikrarsızlaştıran unsurlar olarak görülmektedir.
İşgalci Yahudi varlığı “İsrail” de İran’ı, İran’ın vekil güçleri gibi
hareket eden Lübnan’daki “Hizbullah” milislerini, Yemen’deki Husileri, Suriye
ve Irak sahasındaki Haşdi Şabi gruplarını, Esad sonrası Suriye’de yönetimi ele
geçiren silahlı grupları ve Filistin’deki silahlı güçleri kendi güvenliği
açısından tehdit olarak görmektedir.
“İsrail”in bu tehdit algısı ile birlikte bölgede gerçekleştirmek istediği,
Türkiye’nin Güneydoğu’sundan başlayıp Mısır’a kadar uzanan “Büyük İsrail”
projesine dayalı yayılmacı politikası birleşince, bu durum bölgede çatışma ve
istikrarsızlığı besleyen bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.
İşte tam bu noktada Amerika’nın, Orta Doğu’da çatışma ve istikrarsızlığı
sona erdireceğini düşündüğü, “İsrail”in güvenliğini esas alan, aynı zamanda da
“İsrail”in bölgede çatışma ve istikrarsızlığa yol açan eylem ve faaliyetlerini
önlemeyi hedefleyen; “İsrail”in bölgeyi istikrarsızlaştırmada öne sürdüğü
bahaneleri ortadan kaldırmaya yönelik yeni planı devreye girmektedir.
Plan çerçevesinde “İsrail”in kendisi için tehdit olarak gördüğü İran ve
Suriye de dâhil olmak üzere bütün bölge ülkelerinin “İsrail” ile
normalleşmesinin sağlanması, bölgede var olan devlet dışı Haşdi Şabi,
“Hizbullah”, Husiler, İslâmî Cihad, Hamas, PKK gibi paramiliter silahlı grupların
silahsızlandırılması ve kontrol altına alınması hedeflenmektedir.
Plana göre İran’ın yayılmacı politikaları sona erdirilecek, nükleer
faaliyetlerine izin verilmeyecek, İran’ın genişlemeci politikalarında ısrar
eden ve nükleer faaliyetlere devam etme konusunda ayak direyen yönetim
kadroları tasfiye edilerek İran, ulusal sınırlarına geri çekilecektir.
Nitekim geçtiğimiz aylarda “İsrail” tarafından İran’ın nükleer tesislerini,
nükleer faaliyetlerle ilgilenen bilim insanlarını ve üst düzey askerî kadrolarını
hedef alan saldırılar gerçekleşmiş; bu saldırıların hemen ardından Amerika
tarafından da İran’ın üç nükleer tesisini yok etmeye yönelik bombardımanlar
yapılmıştır.
Yine Suriye sahasında, Esad yönetiminin Türkiye destekli muhalif silahlı
gruplar tarafından devrilmesiyle birlikte İran, Suriye sahasından tasfiye
edilmiş; İran destekli Yemen’deki Husilere yönelik “İsrail” ve Amerika
tarafından hava saldırıları düzenlenmiştir.
Lübnan’da İran’ın kontrolündeki “Hizbullah”a karşı da “İsrail” çok sayıda
saldırı düzenlemiş, bu saldırılarda “Hizbullah” ağır kayıplar vermiştir. 7
Ağustos 2025 tarihinde Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn liderliğinde, başkent
Beyrut’taki Baabda Sarayı’nda toplanan Bakanlar Kurulu, ülkede bulunan tüm
silahlı yapıların devlet denetimine alınmasına karar vermiştir. Enformasyon
Bakanı Paul Markus, toplantı sonrası yaptığı açıklamada, “Hizbullah dâhil olmak
üzere Lübnan topraklarındaki tüm silahlı varlığın sona erdirilmesi” konusunda
mutabakat sağlandığını duyurmuştur.
Esad yönetimi altındaki Suriye sahası da bölgede istikrarsızlık üretmiş,
kendisine Suriye’yi istikrara kavuşturması için uzun bir süre verilmesine
rağmen bu konuda başarısız olmuştur. Bu nedenle Suriye sahasında yeni bir
düzenlemeye gidilmiş, Ahmed el-Şara yönetimindeki Türkiye destekli muhalif
gruplar tarafından Esad devrilerek Ahmed el-Şara liderliğinde yeni bir Suriye
yönetimi oluşturulmuştur.
Esad’ın devrilmesinden sonra ABD Başkanı Donald Trump’ın Cumhurbaşkanı
Erdoğan ile yaptığı bir telefon görüşmesinde “Suriye’yi size emanet
ediyorum” ifadesi, Suriye’deki yeni düzenlemenin kimler tarafından
yapıldığı konusunda yeterince açıklayıcıdır.
Suriye’de yeni bir yönetimin oluşmasının hemen ardından “İsrail”,
Suriye’nin önemli stratejik tesis, üs ve askerî yeteneklerini hedef alan
yüzlerce hava saldırısı düzenleyerek, Suriye’nin devlet olma dinamiklerine
önemli ölçüde zarar vermiş ve Suriye’nin “İsrail”e karşı herhangi bir tehdit
üretmesine izin verilmeyeceğini ilan etmiştir.
Yeni Suriye yönetiminin, silahlı grupların silahlarını yeni yönetime teslim
etmesi yönünde aldığı karar ise daha çok “İsrail” için tehdit oluşturabilecek
mücahit grupları ve Sünnî aşiretleri kapsamaktadır.
Ayrıca yeni Suriye yönetiminin kontrolü dışına çıkmaları hâlinde bazı mücahit
grupların ve Sünnî aşiretlerin “İsrail” için tehdit oluşturmalarını önlemek
amacıyla, Suriye ile “İsrail” arasında Dürzîlerin yaşadığı Süveyda bölgesinde
bir tampon bölge oluşturulması da plan dâhilindedir.
Bölgeyi istikrarsızlaştıran esas unsur ise hiç şüphesiz işgalci Yahudi
varlığı “İsrail”dir. “İsrail”, liderliğini Amerika’nın yaptığı sömürgeci Batı
medeniyetinin, İslâm ile mücadelesinde asla vazgeçemeyeceği; ne pahasına olursa
olsun destekleyeceği Amerika’nın bölgedeki en büyük askerî üslerinden ve
karakollarından biri niteliğindedir.
Bölge halklarının Müslüman olması ve son dönemde Gazze’nin de etkisiyle
Müslüman halkların, içinde yaşadıkları sömürgeci Batı’ya bağlı siyasal
sistemlerden ve uluslararası sistemden uzaklaşarak; İslâmî bir uyanışın
tetiklediği İslâmî bir devlet ve Hilâfet arayışına yönelmeleri, sömürgeci Batı
açısından büyük bir tehdit olarak görülmektedir. Bu tehdidin bertaraf
edilmesinde, sömürgeci Batı medeniyetinin İslâm ile mücadelesinde “İsrail” ile
sömürgeci Batı’ya bağlı bölge rejimleri kilit öneme sahiptir. Bu nedenle
“İsrail”in güvenliğinin sağlanması ve bölge ülkelerinin “İsrail” ile
normalleşmesinin temin edilerek, İslâm ile mücadelede birlikte hareket etmeleri
Amerika açısından hayati niteliktedir.
Sömürgeci Batı tarafından 75 yıldır korunup gözetilen, desteklenen ve
yardım edilerek ayakta kalması sağlanan; bölgeye sonradan yerleştirilmiş,
yabancı, suni ve yapay bir varlık olan “İsrail”in, 7 Ekim Aksa Tufanı’nda
aldığı darbe sonrasında ne kadar kırılgan, zayıf ve güvenlik zaafiyetleri
içinde olduğu ortaya çıkmıştır. 75 yıl boyunca inşa etmeye çalıştıkları
“yenilmez İsrail” efsanesi adeta yerle bir olmuştur.
Kendileri açısından bir daha böyle bir felaketin yaşanmaması için işgalci
Yahudi varlığı “İsrail”, Amerika ve Avrupa’nın da yardım ve destekleriyle 22 ay
boyunca her gün Gazze’yi bombalamış; yüz binden fazla masum insanı katletmiş;
defalarca Gazze’yi karadan işgal etmeye çalışmış; Gazze’yi abluka altına alarak
yardım girişlerine engel olmuş; Gazze’yi bir ölüm ve imha kampına dönüştürmüş;
açlığı bir silah olarak kullanmıştır.
Ne var ki bütün bunlara rağmen hedeflerini gerçekleştirememiş, direnişi
bitirememiş, Hamas’ı yok edememiştir. Şimdi ise Amerika, bölge ülkelerinin de
Hamas üzerinde baskı kurmalarını sağlayarak Hamas’ın silahsızlandırılması ve
Gazze yönetiminin Mahmud Abbas rejimine devredilmesi için çalışmaktadır.
Amerika böylece Filistinli silahlı grupları tamamen silahlardan arındırarak,
bütün bölgenin istikrarsızlaşmasında büyük etkisi olduğunu düşündüğü Filistinli
direniş hareketlerini tamamen bitirmeye çalışmaktadır.
Amerika açısından, “İsrail”in güvenliğini tehdit eden Filistinli silahlı
grupların silahsızlandırılması; “İsrail”in bölgeyi istikrarsızlaştıran eylem ve
faaliyetlerinin de önüne geçmek anlamına gelmektedir.
Amerika’nın yeni Orta Doğu planında rol verdiği önemli aktörlerden biri de
hiç kuşkusuz Türkiye’dir. Türkiye’nin bölgede Amerika ile birlikte siyasî ve
askerî açıdan hareket etmesinin sürdürülebilmesi, Türkiye’de bir iktidar
değişikliğinin olmamasına bağlıdır. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2028
seçimlerinde yeniden cumhurbaşkanı seçilmesi, gerekirse bir anayasa
değişikliğinin yapılabilmesi; Amerika’nın yeni Orta Doğu planının ve Türkiye’de
CHP ile temsil edilen İngiliz nüfuzu ile mücadelenin vazgeçilmezleri
arasındadır.
Ne var ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, AK Parti’nin ve Cumhur İttifakı’nın
halk desteği sürekli azalmaktadır. Mevcut durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2028
seçimlerinde yeniden cumhurbaşkanı seçilebilmesi ya da anayasa değişikliği
yapılabilmesi mümkün görünmemektedir.
Bunun gerçekleşebilmesi ise ancak CHP ile DEM Partisi arasındaki ittifakın
sona erdirilerek DEM Partisi’nin CHP’den koparılması; Erdoğan karşıtı bloğun
dağıtılması; DEM Partisi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı destekleyecek ya da en
azından 2028 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP ile birlikte hareket edecek bir
pozisyondan uzaklaştırılması ile mümkün olabilecektir.
Bu çerçevede, bölgede istikrarsızlık üreten; aynı zamanda DEM Partisi
üzerinde etkili olan ve yönetim kadroları İngiliz güdümünde hareket eden terör
varlığı PKK’nın tasfiye edilerek DEM Partisi üzerindeki Kandil etkisinin
sonlandırılması; DEM Partisi’nin CHP’den koparılması; CHP içinde krizler
oluşturulması ve CHP’nin siyaseten yalnızlaştırılması hedeflenmiştir.
Bu hedefleri gerçekleştirmek amacıyla, “Terörsüz Türkiye” mottosu adı
altında Türkiye’de iç siyasetin yeniden dizayn edilerek DEM Partisi’nin toplumsal
mutabakatın bir parçası hâline gelmesini sağlamak üzere, MHP Genel Başkanı
Devlet Bahçeli tarafından 22 Ekim 2024 tarihinde PKK lideri Abdullah Öcalan’a;
PKK’yı feshetmesi şartıyla “umut hakkından” yararlanması yönünde bir çağrıda
bulunulmuş ve sürecin ilk adımı atılmıştır.
27 Şubat 2025 tarihinde de ikinci adım atılarak, PKK lideri Abdullah Öcalan
tarafından “Ömrünü tamamladığını” söylediği PKK’ya silah bırakması ve kendini
feshetmesi çağrısı yapılmış; PKK da bu çağrıdan iki gün sonra ateşkes ilan
etmiştir.
Öcalan’ın çağrısı üzerine 5-7 Mayıs 2025 tarihlerinde toplanan PKK
Kongresi’nin, 12 Mayıs’ta yaptığı açıklama ile silahlı mücadeleyi sonlandırdığı
duyurulmuştur. PKK, 11 Temmuz 2025 tarihinde Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde
düzenlenen törenle silah bırakmış; törende silahlar yakılarak imha edilmiştir.
PKK’nın silah bırakma töreni sonrasında, 12 Temmuz 2025 tarihinde
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “AK Parti, MHP ve DEM Parti olarak bu yolu beraber
yürümeye karar verdik” açıklamasında bulunmuştur.
Böylece PKK’nın tasfiye süreci ile birlikte DEM Partisi, CHP’den
uzaklaştırılarak “Terörsüz Türkiye” süreci kapsamında toplumsal mutabakatın bir
parçası hâline getirilmiş ve Amerika’nın yeni Orta Doğu planının Türkiye
ayağında da önemli bir ilerleme sağlanmıştır.
Bu süreçte, Amerika’nın yeni Orta Doğu planı ile uyumlu hareket eden
iktidar kanadının; İngiliz nüfuzunun etkisiyle hareket eden CHP’ye yönelik
operasyonları da dikkat çekicidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a 2028 seçimlerinde
önemli bir rakip olarak görülen ve ciddi bir halk desteğine sahip olan CHP’nin
cumhurbaşkanı adayı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu;
yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine gönderilmiş, ayrıca sahte
olduğu gerekçesiyle üniversite diploması iptal edilerek cumhurbaşkanı
adaylığının önü kapatılmıştır.
Özgür Özel’in genel başkan seçildiği, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ise başkanlığı
kaybettiği CHP kurultayının; kurultay delegelerinin parayla satın alındığı
iddiası üzerine, kurultayın ve Özgür Özel’in başkanlığının geçersiz olduğu
gerekçesiyle iptali talebiyle açılan hukuki süreç devam etmektedir.
Kurultay davasında mahkemenin, kurultayın geçersiz olduğuna hükmetmesi durumunda
Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeniden CHP Genel Başkanlığı’na getirilmesi söz konusu
olacaktır. Bu dava şimdiden CHP içinde ciddi bir krize yol açmış, parti ikiye
bölünmüştür. Ekrem İmamoğlu ve kurultay davası, CHP’yi bir yandan zayıflatırken
diğer yandan da partinin kendi iç sorunlarıyla meşgul edilmesine ve iç-dış
siyaset alanında dar bir alana hapsolmasına yol açmaktadır.
Bütün bunlar olurken, Özgür Özel; siyaset üretememenin acizliği ile
İngilizlerin CHP’yi yalnız bıraktığından söz ederek, aslında CHP’nin İngiliz
etkisiyle hareket eden bir parti olduğunu defalarca ifşa etmektedir. Özgür
Özel’in bu sitemine rağmen İngilizlerin sessiz kalması, İngilizlerin
Amerika’nın bölge planları karşısındaki zayıflığını ve Türkiye’deki nüfuzunun
iyice azaldığını göstermektedir.
Şüphesiz ki bölgemizde ve Türkiye’de mevcut olan geri kalmışlığın; siyasi,
ekonomik, sosyal, hukuki, toplumsal, kültürel ve ahlaki çöküşlerin; terör,
kaos, çatışma, gerilim ve güvenlik sorunlarının temelinde, Osmanlı’nın
parçalanması ve Hilâfet’in ilga edilmesi sonrasında, bölgede sömürgeci Batı
tarafından çizilen sınırlar içinde, milliyetçilik esası üzerine kurulan ulus
devlet anlayışı yatmaktadır.
Bu ulus devletler, sömürgeci Batı’ya bağlı olarak izledikleri politikalar
ile Müslüman halkların birbirine düşmanlaştırılmasında, kutuplaştırılmasında,
ayrıştırılmasında ve aralarına duvarlar örülmesinde; Müslümanların tekrar
birleşmesinin önüne geçilmesinde sömürgeci Batı’ya hizmet ettikleri gibi,
Müslüman ülkelerin servet ve kaynaklarının sömürülmesinde de sömürgeci Batı ile
iş birliği içindedirler. Sömürgeci Batı’nın bölge ile ilgili planlarının
uygulayıcısı konumundadırlar.
Dolayısıyla sömürgeci Batı’nın Orta Doğu ile ilgili planlarının
uygulayıcısı ve onların çıkarlarına hizmet eden bu ulus devletler var oldukça;
Türkiye’ye ve bölgemize barış, huzur, refah, güvenlik, esenlik ve istikrar asla
geri gelmeyecek; PKK’nın silah bırakması gibi yapay çözümler yeterli
olmayacaktır.
Bölge halklarının Müslüman olması itibarıyla, bölge için tek doğru ve
gerçekçi çözüm; yüzyıllar boyunca bu halkları birbirine kardeş kılan İslâm’a
geri dönüş, İslâmî hayatı yeniden başlatacak ve Müslüman halkları çatısı
altında birleştirerek yeniden büyük İslâm ümmetini ortaya çıkaracak olan
Hilâfet’in tesis edilmesidir.
Şayet Allah’ın yardımıyla bu başarılabilirse; özlemini duyduğumuz barışa, huzura, refaha, güvenliğe, esenliğe ve istikrara yeniden kavuşabilir; sömürgeciliği ve sömürgecileri koruyan, onlara hizmet eden ulus devletleri sona erdirebilir; Amerika’nın liderliğindeki dünya düzenini ve uluslararası sistemi sarsabilir; İslâm ümmetinin liderlik edeceği yeni bir dünya düzeni kurabilir; bütün insanlığı da sömürgeci Batı medeniyetinin zincirlerinden, prangalarından, esaret ve zindanından kurtarabiliriz.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış