ORTADOĞU’DA ABD’NİN YENİ PLANI VE “TERÖRSÜZ TÜRKİYE” PROJESİ

Remzi Özer

Amerika, dünyadaki liderliğini sürdürebilmek, kurmuş olduğu dünya düzenini ve uluslararası sistemi devam ettirebilmek amacıyla, bu rolünü sürdürmesine engel olabilecek rakip güçleri —ki bunlar Çin, Rusya, Avrupa ve İslâm ümmetidir— kontrol etme, zayıflatma ve sınırlandırma siyasetini benimsemiştir.

Amerika’nın bu siyasetinde Çin, başat bir rakip olarak değerlendirilmektedir. 21. yüzyılın yükselen gücü Çin’i kuşatmak ve sınırlandırmak için Asya-Pasifik bölgesine yoğunlaşmak, dünyada kendisini meşgul eden sorunlardan kurtulmak Amerikan dış politikasının en önemli konularından biri hâline gelmiştir.

Amerika’nın Çin’e odaklanmasını zorlaştıran sorunların başında ise Orta Doğu’da yaşanan ve bütün dünyanın gündemini meşgul eden işgalci Yahudi varlığı “İsrail”in Gazze’de yürütmüş olduğu insanlık dışı soykırım ile Rusya-Ukrayna arasında 3,5 yıldan beri süregelen savaş gelmektedir.

ABD Başkanı Donald Trump tarafından seçim kampanyası esnasında ve başkan seçildikten sonra da sıklıkla söylenen “Dünyadaki savaşları sona erdireceğim” sözü de, aslında Amerika’yı meşgul eden, Amerika’nın enerjisini emen, Amerika’nın Çin’e yoğunlaşmasının önünde duran bu iki önemli sorundan kurtulmak istediklerine dair bir politika beyanıdır.

Bu çerçevede geçmişten günümüze ABD’nin Orta Doğu politikası dört esası içermektedir. Bu esaslar; “İsrail”in güvenliği, bölgedeki petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynaklarının güvenli bir şekilde dünya piyasalarına ulaştırılması, İslâm ile mücadele ve bölge ülkelerinin Amerika nüfuzu altında, Amerika’nın çıkarları yönünde hareket etmelerinin sağlanmasıdır.

ABD, Çin ile mücadelesine yoğunlaşmak amacıyla, Orta Doğu’da daha önce izlediği istikrarsızlaştırıcı ve çatışmacı politikalarının kendisini fazlasıyla meşgul ettiğini ve kendisine ağır yükler getirdiğini anlamasıyla birlikte, bu politikasının yerine bölgede çatışmaları sonlandıracak ve bölgeyi istikrara kavuşturacak yeni bir planı hayata geçirmek için çalışmaya başlamıştır.

Orta Doğu’da çatışma ve istikrarsızlık üreten faktörlerin başında “İsrail”in işgalci ve genişlemeci politikaları yer almaktadır. İran’ın vekil güçleri aracılığıyla takip ettiği yayılmacı politikaları, Suriye’deki durum ve Filistinli silahlı grupların varlığı da ABD açısından bölgeyi istikrarsızlaştıran unsurlar olarak görülmektedir.

İşgalci Yahudi varlığı “İsrail” de İran’ı, İran’ın vekil güçleri gibi hareket eden Lübnan’daki “Hizbullah” milislerini, Yemen’deki Husileri, Suriye ve Irak sahasındaki Haşdi Şabi gruplarını, Esad sonrası Suriye’de yönetimi ele geçiren silahlı grupları ve Filistin’deki silahlı güçleri kendi güvenliği açısından tehdit olarak görmektedir.

“İsrail”in bu tehdit algısı ile birlikte bölgede gerçekleştirmek istediği, Türkiye’nin Güneydoğu’sundan başlayıp Mısır’a kadar uzanan “Büyük İsrail” projesine dayalı yayılmacı politikası birleşince, bu durum bölgede çatışma ve istikrarsızlığı besleyen bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır.

İşte tam bu noktada Amerika’nın, Orta Doğu’da çatışma ve istikrarsızlığı sona erdireceğini düşündüğü, “İsrail”in güvenliğini esas alan, aynı zamanda da “İsrail”in bölgede çatışma ve istikrarsızlığa yol açan eylem ve faaliyetlerini önlemeyi hedefleyen; “İsrail”in bölgeyi istikrarsızlaştırmada öne sürdüğü bahaneleri ortadan kaldırmaya yönelik yeni planı devreye girmektedir.

Plan çerçevesinde “İsrail”in kendisi için tehdit olarak gördüğü İran ve Suriye de dâhil olmak üzere bütün bölge ülkelerinin “İsrail” ile normalleşmesinin sağlanması, bölgede var olan devlet dışı Haşdi Şabi, “Hizbullah”, Husiler, İslâmî Cihad, Hamas, PKK gibi paramiliter silahlı grupların silahsızlandırılması ve kontrol altına alınması hedeflenmektedir.

Plana göre İran’ın yayılmacı politikaları sona erdirilecek, nükleer faaliyetlerine izin verilmeyecek, İran’ın genişlemeci politikalarında ısrar eden ve nükleer faaliyetlere devam etme konusunda ayak direyen yönetim kadroları tasfiye edilerek İran, ulusal sınırlarına geri çekilecektir.

Nitekim geçtiğimiz aylarda “İsrail” tarafından İran’ın nükleer tesislerini, nükleer faaliyetlerle ilgilenen bilim insanlarını ve üst düzey askerî kadrolarını hedef alan saldırılar gerçekleşmiş; bu saldırıların hemen ardından Amerika tarafından da İran’ın üç nükleer tesisini yok etmeye yönelik bombardımanlar yapılmıştır.

Yine Suriye sahasında, Esad yönetiminin Türkiye destekli muhalif silahlı gruplar tarafından devrilmesiyle birlikte İran, Suriye sahasından tasfiye edilmiş; İran destekli Yemen’deki Husilere yönelik “İsrail” ve Amerika tarafından hava saldırıları düzenlenmiştir.

Lübnan’da İran’ın kontrolündeki “Hizbullah”a karşı da “İsrail” çok sayıda saldırı düzenlemiş, bu saldırılarda “Hizbullah” ağır kayıplar vermiştir. 7 Ağustos 2025 tarihinde Lübnan Cumhurbaşkanı Joseph Avn liderliğinde, başkent Beyrut’taki Baabda Sarayı’nda toplanan Bakanlar Kurulu, ülkede bulunan tüm silahlı yapıların devlet denetimine alınmasına karar vermiştir. Enformasyon Bakanı Paul Markus, toplantı sonrası yaptığı açıklamada, “Hizbullah dâhil olmak üzere Lübnan topraklarındaki tüm silahlı varlığın sona erdirilmesi” konusunda mutabakat sağlandığını duyurmuştur.

Esad yönetimi altındaki Suriye sahası da bölgede istikrarsızlık üretmiş, kendisine Suriye’yi istikrara kavuşturması için uzun bir süre verilmesine rağmen bu konuda başarısız olmuştur. Bu nedenle Suriye sahasında yeni bir düzenlemeye gidilmiş, Ahmed el-Şara yönetimindeki Türkiye destekli muhalif gruplar tarafından Esad devrilerek Ahmed el-Şara liderliğinde yeni bir Suriye yönetimi oluşturulmuştur.

Esad’ın devrilmesinden sonra ABD Başkanı Donald Trump’ın Cumhurbaşkanı Erdoğan ile yaptığı bir telefon görüşmesinde “Suriye’yi size emanet ediyorum” ifadesi, Suriye’deki yeni düzenlemenin kimler tarafından yapıldığı konusunda yeterince açıklayıcıdır.

Suriye’de yeni bir yönetimin oluşmasının hemen ardından “İsrail”, Suriye’nin önemli stratejik tesis, üs ve askerî yeteneklerini hedef alan yüzlerce hava saldırısı düzenleyerek, Suriye’nin devlet olma dinamiklerine önemli ölçüde zarar vermiş ve Suriye’nin “İsrail”e karşı herhangi bir tehdit üretmesine izin verilmeyeceğini ilan etmiştir.

Yeni Suriye yönetiminin, silahlı grupların silahlarını yeni yönetime teslim etmesi yönünde aldığı karar ise daha çok “İsrail” için tehdit oluşturabilecek mücahit grupları ve Sünnî aşiretleri kapsamaktadır.

Ayrıca yeni Suriye yönetiminin kontrolü dışına çıkmaları hâlinde bazı mücahit grupların ve Sünnî aşiretlerin “İsrail” için tehdit oluşturmalarını önlemek amacıyla, Suriye ile “İsrail” arasında Dürzîlerin yaşadığı Süveyda bölgesinde bir tampon bölge oluşturulması da plan dâhilindedir.

Bölgeyi istikrarsızlaştıran esas unsur ise hiç şüphesiz işgalci Yahudi varlığı “İsrail”dir. “İsrail”, liderliğini Amerika’nın yaptığı sömürgeci Batı medeniyetinin, İslâm ile mücadelesinde asla vazgeçemeyeceği; ne pahasına olursa olsun destekleyeceği Amerika’nın bölgedeki en büyük askerî üslerinden ve karakollarından biri niteliğindedir.

Bölge halklarının Müslüman olması ve son dönemde Gazze’nin de etkisiyle Müslüman halkların, içinde yaşadıkları sömürgeci Batı’ya bağlı siyasal sistemlerden ve uluslararası sistemden uzaklaşarak; İslâmî bir uyanışın tetiklediği İslâmî bir devlet ve Hilâfet arayışına yönelmeleri, sömürgeci Batı açısından büyük bir tehdit olarak görülmektedir. Bu tehdidin bertaraf edilmesinde, sömürgeci Batı medeniyetinin İslâm ile mücadelesinde “İsrail” ile sömürgeci Batı’ya bağlı bölge rejimleri kilit öneme sahiptir. Bu nedenle “İsrail”in güvenliğinin sağlanması ve bölge ülkelerinin “İsrail” ile normalleşmesinin temin edilerek, İslâm ile mücadelede birlikte hareket etmeleri Amerika açısından hayati niteliktedir.

Sömürgeci Batı tarafından 75 yıldır korunup gözetilen, desteklenen ve yardım edilerek ayakta kalması sağlanan; bölgeye sonradan yerleştirilmiş, yabancı, suni ve yapay bir varlık olan “İsrail”in, 7 Ekim Aksa Tufanı’nda aldığı darbe sonrasında ne kadar kırılgan, zayıf ve güvenlik zaafiyetleri içinde olduğu ortaya çıkmıştır. 75 yıl boyunca inşa etmeye çalıştıkları “yenilmez İsrail” efsanesi adeta yerle bir olmuştur.

Kendileri açısından bir daha böyle bir felaketin yaşanmaması için işgalci Yahudi varlığı “İsrail”, Amerika ve Avrupa’nın da yardım ve destekleriyle 22 ay boyunca her gün Gazze’yi bombalamış; yüz binden fazla masum insanı katletmiş; defalarca Gazze’yi karadan işgal etmeye çalışmış; Gazze’yi abluka altına alarak yardım girişlerine engel olmuş; Gazze’yi bir ölüm ve imha kampına dönüştürmüş; açlığı bir silah olarak kullanmıştır.

Ne var ki bütün bunlara rağmen hedeflerini gerçekleştirememiş, direnişi bitirememiş, Hamas’ı yok edememiştir. Şimdi ise Amerika, bölge ülkelerinin de Hamas üzerinde baskı kurmalarını sağlayarak Hamas’ın silahsızlandırılması ve Gazze yönetiminin Mahmud Abbas rejimine devredilmesi için çalışmaktadır. Amerika böylece Filistinli silahlı grupları tamamen silahlardan arındırarak, bütün bölgenin istikrarsızlaşmasında büyük etkisi olduğunu düşündüğü Filistinli direniş hareketlerini tamamen bitirmeye çalışmaktadır.

Amerika açısından, “İsrail”in güvenliğini tehdit eden Filistinli silahlı grupların silahsızlandırılması; “İsrail”in bölgeyi istikrarsızlaştıran eylem ve faaliyetlerinin de önüne geçmek anlamına gelmektedir.

Amerika’nın yeni Orta Doğu planında rol verdiği önemli aktörlerden biri de hiç kuşkusuz Türkiye’dir. Türkiye’nin bölgede Amerika ile birlikte siyasî ve askerî açıdan hareket etmesinin sürdürülebilmesi, Türkiye’de bir iktidar değişikliğinin olmamasına bağlıdır. Bu çerçevede Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2028 seçimlerinde yeniden cumhurbaşkanı seçilmesi, gerekirse bir anayasa değişikliğinin yapılabilmesi; Amerika’nın yeni Orta Doğu planının ve Türkiye’de CHP ile temsil edilen İngiliz nüfuzu ile mücadelenin vazgeçilmezleri arasındadır.

Ne var ki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, AK Parti’nin ve Cumhur İttifakı’nın halk desteği sürekli azalmaktadır. Mevcut durumda Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2028 seçimlerinde yeniden cumhurbaşkanı seçilebilmesi ya da anayasa değişikliği yapılabilmesi mümkün görünmemektedir.

Bunun gerçekleşebilmesi ise ancak CHP ile DEM Partisi arasındaki ittifakın sona erdirilerek DEM Partisi’nin CHP’den koparılması; Erdoğan karşıtı bloğun dağıtılması; DEM Partisi’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı destekleyecek ya da en azından 2028 cumhurbaşkanlığı seçimlerinde CHP ile birlikte hareket edecek bir pozisyondan uzaklaştırılması ile mümkün olabilecektir.

Bu çerçevede, bölgede istikrarsızlık üreten; aynı zamanda DEM Partisi üzerinde etkili olan ve yönetim kadroları İngiliz güdümünde hareket eden terör varlığı PKK’nın tasfiye edilerek DEM Partisi üzerindeki Kandil etkisinin sonlandırılması; DEM Partisi’nin CHP’den koparılması; CHP içinde krizler oluşturulması ve CHP’nin siyaseten yalnızlaştırılması hedeflenmiştir.

Bu hedefleri gerçekleştirmek amacıyla, “Terörsüz Türkiye” mottosu adı altında Türkiye’de iç siyasetin yeniden dizayn edilerek DEM Partisi’nin toplumsal mutabakatın bir parçası hâline gelmesini sağlamak üzere, MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli tarafından 22 Ekim 2024 tarihinde PKK lideri Abdullah Öcalan’a; PKK’yı feshetmesi şartıyla “umut hakkından” yararlanması yönünde bir çağrıda bulunulmuş ve sürecin ilk adımı atılmıştır.

27 Şubat 2025 tarihinde de ikinci adım atılarak, PKK lideri Abdullah Öcalan tarafından “Ömrünü tamamladığını” söylediği PKK’ya silah bırakması ve kendini feshetmesi çağrısı yapılmış; PKK da bu çağrıdan iki gün sonra ateşkes ilan etmiştir.

Öcalan’ın çağrısı üzerine 5-7 Mayıs 2025 tarihlerinde toplanan PKK Kongresi’nin, 12 Mayıs’ta yaptığı açıklama ile silahlı mücadeleyi sonlandırdığı duyurulmuştur. PKK, 11 Temmuz 2025 tarihinde Kuzey Irak’ın Süleymaniye kentinde düzenlenen törenle silah bırakmış; törende silahlar yakılarak imha edilmiştir.

 

PKK’nın silah bırakma töreni sonrasında, 12 Temmuz 2025 tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, “AK Parti, MHP ve DEM Parti olarak bu yolu beraber yürümeye karar verdik” açıklamasında bulunmuştur.

Böylece PKK’nın tasfiye süreci ile birlikte DEM Partisi, CHP’den uzaklaştırılarak “Terörsüz Türkiye” süreci kapsamında toplumsal mutabakatın bir parçası hâline getirilmiş ve Amerika’nın yeni Orta Doğu planının Türkiye ayağında da önemli bir ilerleme sağlanmıştır.

Bu süreçte, Amerika’nın yeni Orta Doğu planı ile uyumlu hareket eden iktidar kanadının; İngiliz nüfuzunun etkisiyle hareket eden CHP’ye yönelik operasyonları da dikkat çekicidir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’a 2028 seçimlerinde önemli bir rakip olarak görülen ve ciddi bir halk desteğine sahip olan CHP’nin cumhurbaşkanı adayı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu; yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle tutuklanarak cezaevine gönderilmiş, ayrıca sahte olduğu gerekçesiyle üniversite diploması iptal edilerek cumhurbaşkanı adaylığının önü kapatılmıştır.

Özgür Özel’in genel başkan seçildiği, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ise başkanlığı kaybettiği CHP kurultayının; kurultay delegelerinin parayla satın alındığı iddiası üzerine, kurultayın ve Özgür Özel’in başkanlığının geçersiz olduğu gerekçesiyle iptali talebiyle açılan hukuki süreç devam etmektedir.

Kurultay davasında mahkemenin, kurultayın geçersiz olduğuna hükmetmesi durumunda Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeniden CHP Genel Başkanlığı’na getirilmesi söz konusu olacaktır. Bu dava şimdiden CHP içinde ciddi bir krize yol açmış, parti ikiye bölünmüştür. Ekrem İmamoğlu ve kurultay davası, CHP’yi bir yandan zayıflatırken diğer yandan da partinin kendi iç sorunlarıyla meşgul edilmesine ve iç-dış siyaset alanında dar bir alana hapsolmasına yol açmaktadır.

Bütün bunlar olurken, Özgür Özel; siyaset üretememenin acizliği ile İngilizlerin CHP’yi yalnız bıraktığından söz ederek, aslında CHP’nin İngiliz etkisiyle hareket eden bir parti olduğunu defalarca ifşa etmektedir. Özgür Özel’in bu sitemine rağmen İngilizlerin sessiz kalması, İngilizlerin Amerika’nın bölge planları karşısındaki zayıflığını ve Türkiye’deki nüfuzunun iyice azaldığını göstermektedir.

Şüphesiz ki bölgemizde ve Türkiye’de mevcut olan geri kalmışlığın; siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki, toplumsal, kültürel ve ahlaki çöküşlerin; terör, kaos, çatışma, gerilim ve güvenlik sorunlarının temelinde, Osmanlı’nın parçalanması ve Hilâfet’in ilga edilmesi sonrasında, bölgede sömürgeci Batı tarafından çizilen sınırlar içinde, milliyetçilik esası üzerine kurulan ulus devlet anlayışı yatmaktadır.

Bu ulus devletler, sömürgeci Batı’ya bağlı olarak izledikleri politikalar ile Müslüman halkların birbirine düşmanlaştırılmasında, kutuplaştırılmasında, ayrıştırılmasında ve aralarına duvarlar örülmesinde; Müslümanların tekrar birleşmesinin önüne geçilmesinde sömürgeci Batı’ya hizmet ettikleri gibi, Müslüman ülkelerin servet ve kaynaklarının sömürülmesinde de sömürgeci Batı ile iş birliği içindedirler. Sömürgeci Batı’nın bölge ile ilgili planlarının uygulayıcısı konumundadırlar.

Dolayısıyla sömürgeci Batı’nın Orta Doğu ile ilgili planlarının uygulayıcısı ve onların çıkarlarına hizmet eden bu ulus devletler var oldukça; Türkiye’ye ve bölgemize barış, huzur, refah, güvenlik, esenlik ve istikrar asla geri gelmeyecek; PKK’nın silah bırakması gibi yapay çözümler yeterli olmayacaktır.

Bölge halklarının Müslüman olması itibarıyla, bölge için tek doğru ve gerçekçi çözüm; yüzyıllar boyunca bu halkları birbirine kardeş kılan İslâm’a geri dönüş, İslâmî hayatı yeniden başlatacak ve Müslüman halkları çatısı altında birleştirerek yeniden büyük İslâm ümmetini ortaya çıkaracak olan Hilâfet’in tesis edilmesidir.

Şayet Allah’ın yardımıyla bu başarılabilirse; özlemini duyduğumuz barışa, huzura, refaha, güvenliğe, esenliğe ve istikrara yeniden kavuşabilir; sömürgeciliği ve sömürgecileri koruyan, onlara hizmet eden ulus devletleri sona erdirebilir; Amerika’nın liderliğindeki dünya düzenini ve uluslararası sistemi sarsabilir; İslâm ümmetinin liderlik edeceği yeni bir dünya düzeni kurabilir; bütün insanlığı da sömürgeci Batı medeniyetinin zincirlerinden, prangalarından, esaret ve zindanından kurtarabiliriz.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz