SURİYE’DE BİTMEYEN KAOS: SÜVEYDA’DA DÜRZİ İSYANI VE “İSRAİL”İN GÜVENLİK KAYGISI

Muhammed Emin Yıldırım

Elli yılı aşkın bir süre Suriye halkını demir yumrukla yöneten baba-oğul Esad hanedanlığının devrildiği 8 Aralık 2024 kurtuluş gününden kısa bir süre sonra, Suriye bir kez daha kaos ve şiddete sürükleniyor. ABD ve Yahudi varlığının Süveyda’yı vekâlet savaşı alanına dönüştürmesiyle başlayan bu yeni çatışmaların hem iç hem dış faktörleri içeren, çok boyutlu ve derinlikli pek çok sebebi vardır. Bu çatışmalar, on dört yıl boyunca küresel, bölgesel ve yerel düşmanlardan gelen saldırı ve tuzaklara meydan okuyarak, inanç ve kararlılıkla ayakta kalan 15 Mart İslâmi devriminin itici gücüyle kazanılan zaferin tam anlamıyla yaşanmasına fırsat vermeden yeniden baş göstermiştir.

Bu durumun en önemli sebeplerinden biri, Kassam Tugaylarının 7 Ekim 2023’te Yahudi varlığına karşı başlattığı Aksa Tufanı Harekâtı sonrası ortaya çıkan yeni konjonktürdür. Bu yeni dönem, ABD liderliğindeki sömürgeci Batı’nın İslâm’la savaş stratejisinin temellerinde bir değişiklik meydana getirmemiş olsa da, Ortadoğu’da dengelerin yeniden kurulmasına ve birçok yerel ve bölgesel aktöre yeni rollerin dağıtılmasına neden oldu.

Kimileri (İran gibi) nüfuz alanlarından çıkarılarak tasfiye sürecine tabi tutulurken, kimilerine de (Türkiye gibi) bölgesel güç olma rolü verildi. ABD Başkanı Trump’ın, “Suriye’nin anahtarının Türkiye’nin elinde olduğunu” söyleyerek Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı övmesi de bu bağlamda değerlendirilebilir. Ortadoğu’nun iki önemli aktöründen İran, bunca hizmetine rağmen ABD ve Yahudi varlığı saldırılarıyla kapısına kilit vurulurken, Türkiye’ye ise ılımlı İslâm modelinin bir uzantısı ve pekiştiricisi olarak ABD menşeli “Terörsüz Türkiye” projesinin potansiyel desteğiyle birçok kilidi açabilecek bir anahtar sunuldu.

 Gazze Direnişi ve Yahudi Varlığının Güvenlik Paranoyası

Yazının başındaki bu örnekler, Aksa Tufanı’nın gölgesinde iki yıldan fazla süredir yaşanan tüm gelişmelerin, Yahudi varlığının karşı karşıya kaldığı güvenlik sorunuyla doğrudan ilgili olduğunu göstermektedir. Yahudi varlığı, tüm barbarlığını sergileyerek korkunç seviyede aşırı güç kullanmasına rağmen Gazze direnişini teslim alamadı ve bu durum, güvenlik kaygılarını paranoya seviyesine taşıdı. Gazze’de zafer kazanmak; Yahudiler için varlık-yokluk, ABD ve Batı için ise küresel kapitalist sistemi koruma meselesi haline geldi. Ancak, Haçlı-Siyonist ittifakının ve İslâm beldelerinin başındaki işbirlikçi yönetimlerin tüm çabalarına rağmen bu zafer henüz kazanılamadı. Üstelik mesele, artık sadece Gazze’de zafer kazanmaktan çıkıp kalplerinde öfke birikmiş, cihat için yanıp tutuşan potansiyel “düşmanlara” karşı da zafer kazanılması gerekliliğine dönüştü.

Bu bağlamda, İran ve hizipleri meselesi kolayca halledildi. Zira İran’ın Yahudi varlığına karşı savaşı, ABD’nin bölgedeki düşük yoğunluklu çatışmaya dayalı denge politikasının bir parçası olduğu için hiçbir zaman gerçek bir savaşa dönüşmedi. İran, devlet gibi davranmadığı için kazanan hep Yahudi varlığı oldu. Dolayısıyla geriye sadece gerçek düşmanlar kaldı. İşte bu düşmanın en yakını ve en tehlikelisi, sınırın hemen öte tarafındaki Suriye’dir. Süveyda’da yaşanan kaos ve çatışmalar, bu potansiyel düşmanın bertaraf edilmesi ya da en azından uzaklaştırılması içindir.

Burada “düşman” derken Ahmed Şara’yı veya ABD ve Türkiye’den güvenoyu almış kurmaylarını kastetmiyorum. Aksine, Yahudi varlığına karşı akidevi düşmanlığını koruyan, Suriye’deki ihlaslı mücahitleri ve devrimci Suriye halkını kastediyorum. Bu tespitin gerekçelerini anlamak için, Süveyda’da olayların nasıl başladığını ve sonrasında nasıl seyrettiğini inceleyelim.

Bir Düşman Kozu Olarak Dürziler

Çoğunlukla Suriye’nin güneyinde, özellikle Süveyda ilinde yaşayan Dürzilerin sayısı yaklaşık 700 bin civarındadır. Tıpkı Nusayriler gibi, İslâm dışı sapkın bir inanca sahiptirler. Dürzilerin bir bölümü de Lübnan’da yaşamakta ve sayılarının 250 bin civarında olduğu tahmin edilmektedir. Yaklaşık 140 bin olduğu tahmin edilen bir diğer grup ise Filistin’in kuzeyinde ve Golan Tepeleri’nde yaşıyor. Yahudi varlığının işgal altındaki topraklarda yaşayan Dürzi gruplara vatandaşlık vermesiyle içlerinden bir kısmı Yahudi varlığı ordusuna katılmıştır. Dolayısıyla Yahudi varlığı, Suriye’ye müdahale etmek için onları bir koz olarak kullanmaktadır. Nitekim geçtiğimiz şubat ayının sonlarından itibaren, Yahudi varlığı, başkent Şam’ın yanı başındaki Caramana mahallesi ve Sahnaya semtinde onları kışkırtarak fitili ateşlemiştir.

12 Temmuz 2025’te Süveyda ilinde Bedevi Arap aşiretleri ile Dürzi silahlı gruplar arasında küçük çaplı çatışmalar başladı. Yahudi varlığı, Dürzileri desteklediğini ve onları kendi çıkarları için kullandığını açıkça duyurdu. Bölgeye sevk edilen Suriye güvenlik güçlerine, Dürzi grupların saldırılarında onlarca asker hayatını kaybetti. Çatışmaların büyümesinin ardından, ateşkes söylentileri arasında Yahudi varlığı ordusu, Suriye güvenlik güçlerini hedef alan saldırılar düzenledi. Yahudi varlığının saldırılarına karşı herhangi bir hazırlığı olmadığı anlaşılan Suriye güvenlik güçlerinden 700’den fazla Müslüman şehit oldu. Bazı haber kaynaklarına göre Suriye yönetimi, bölgeye güç göndereceğini Yahudi varlığına önceden bildirdi. Nihayetinde Suriye ordusu tuzağa düşürüldü ve büyük bir kayıp yaşandı.

Ahmed Şara Yönetiminin Teslimiyeti

16 Temmuz’da ise Yahudi varlığının savaş uçakları, Suriye Cumhurbaşkanlığı yerleşkesi, Genelkurmay Başkanlığı ve Savunma Bakanlığı’nı vurdu. Doğrudan egemenliği hedef alan ve bir devlet için savaş sebebi sayılacak bu saldırılar karşısında Şara yönetimi, “istikrar ve ateşkese bağlılık” bahanesiyle hiçbir karşılık vermedi. Ahmed Şara, 17 Temmuz 2025 sabahı Suriye televizyonu ve diğer Arap kanallarından canlı yayınlanan ulusa sesleniş konuşmasında şunları söyledi:

“Bölgeyi belirsiz bir kaderden kurtaran Amerikan, Arap ve Türk arabuluculuğunun etkili müdahalesi olmasaydı, iki zorlu seçenekle karşı karşıya kalacaktık… Dürzi halkımız ve onların güvenliği pahasına, Yahudi varlığıyla açık bir savaşa girmek –ki bu, Suriye’yi ve tüm bölgeyi istikrarsızlığa sürüklemek olurdu-. Diğer seçenek ise, Dürzi ileri gelenlerinin ve şeyhlerinin aklıselimle hareket ederek, dağın onurlu halkının itibarını zedelemek isteyenlerin aksine, ulusal çıkarları önceliklendirmelerine olanak tanımaktı.”

Ahmed Şara’nın bu açıklaması, başta Yahudi varlığına kol kanat geren ABD olmak üzere diğer ülkelerin müdahalesine bel bağladığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu teslimiyetin, Yahudi varlığının Suriye üzerindeki saldırı ve işgalini daha da pervasızlaştıracağına, aynı zamanda ABD’nin Şara üzerindeki baskı ve tahakkümünü daha da artıracağına şüphe yoktur. Zira Şara yönetimi, ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın “Suriye’nin birliği ve istikrarı” söyleminin, söz konusu Yahudi varlığının güvenliği olduğunda kolayca esnetilebilen ve abartılmaması gereken bir söylem olduğu gerçeğiyle acı bir şekilde yüzleşmiştir.

Nitekim aynı gün ABD, tüm taraflar arasında bir anlaşma sağlandığını söyledikten sonra, Şam yönetimine bağlı güçler Süveyda’dan çekildi. Bu çekilmeyi fırsat bilen Yahudi varlığı destekli Dürzi çeteler, bölgede yaşayan Bedevi aşiret mensubu Müslümanları vahşice katletmeye başladı. Çocuklar boğazlandı, erkeklerin başları kesildi, kadınlara tecavüz edildi ve evler yakılıp yağmalandı. Öldürülen Müslümanların cesetleri, şehrin girişine asılarak Dürzi hesaplardan sosyal medyada paylaşıldı. Birçok Bedevi aile, çetelerin ellerinden kurtulmak için çöle sığınmak zorunda kaldı.

Bedevi Aşiretlerin Seferberliği

17 Temmuz’da çatışmalar tekrar başladı ve bu tarihten sonra olayların seyri değişti. Suriye ordusunun Süveyda’dan çekilmesiyle, kardeşlerinin sahipsizliğe ve katliama terk edildiğini gören Suriye’deki 42 Bedevi aşireti, ortak bir bildiri yayınlayarak savaş seferberliği ilan etti. Dera’dan, Deyrezzor’dan ve diğer şehirlerden Süveyda’ya doğru akın ettiler. Bildiride, Suriye hükümetinden, araya girmemeleri ve aşiret savaşçılarını engellememeleri, aksi halde katillerin safında yer almış sayılacakları ve bunun tarihî bir sorumluluk olacağı vurgulandı. Bazı aşiret liderleri, Suriye yönetiminin siyasi hesaplarının kendi soyluluk ve gelenekleriyle uyumlu olmadığını ifade etti. Nihayetinde aşiretler, Dürzi çeteleri kırsalda ezip geçtikten sonra Süveyda’nın merkezine ulaştılar. Dürziler, mağdur rolüne soyunmaya ve Batı’dan yardım istemeye başladılar. Yani Suriye ordusunun yapamadığını, kardeşlerine yapılan zulüm sona ermedikçe kahve içmeyi kendilerine haram sayan Bedevi aşiretler başardı.

Hesapta olmayan bu gelişme sonrası ABD ve Yahudi varlığından peş peşe açıklamalar yapıldı. ABD Dışişleri, “Suriye yönetimi sürecin liderliğini eline almalı” derken, Yahudi varlığının bir yetkilisi gazetecilere, “Güneybatı Suriye’de devam eden istikrarsızlık sonrası Yahudi varlığı, Suriye güvenlik güçlerinin önümüzdeki 48 saat boyunca Süveyda’ya girmesine izin verdi” dedi.

Bu açıklamalar sonrası Şara yönetimi, güvenliği sağlamak için Suriye ordusunu tekrar Süveyda’ya konuşlandıracağını açıkladı. Ayrıca Süveyda’ya gelmeye devam eden aşiret savaşçılarını engelleyerek, mevcut olanların da bölgeyi terk etmelerini istedi. Açıkça ihanet anlamına gelen bu adım Suveyda’yı göz göre göre “İsrail” destekli Dürzilerin kontrolüne bıraktı.

Böylelikle Yahudi varlığının hedeflerini ve politikasını son derece açık bir şekilde ilan ettiği, Suriye’ye yönelik bu politikasını hayata geçirmek üzere Dürzileri araçsallaştırdığı, sanki onların durumunun Suriye rejiminin değil de kendisinin umurundaymış gibi bir hava yarattığı ve adeta bu bölgeyi Suriye’den üstü kapalı bir şekilde koparıp bölgenin yeni jandarması olmanın hesaplarını yaptığı görülüyor.

Türkiye, Suriye’yi ABD’nin Kucağına İtiyor

Olayların Yahudi varlığı lehine sonuçlanmasının temel sebebinin, Şam hükümetinin Süveyda ve Suriye’nin güneyinde yaşanan olaylar dizisinde kendisini en zayıf halka konumuna düşürmesi olduğunun altını tekrar çizmek gerekir. Zira Şam yönetimi, ortada bir devlet yokmuş gibi Suriye’nin güneyine girerek katliam işleyen ve tutuklamalar yapan Yahudi varlığına karşı pasif ve kayıtsız bir tutum sergiledi. Devletin bu tepkisizliği ve kayıtsızlığı, Amerikan Başkanı’nın Şam’ın İbrahim Anlaşmaları’na katılması çağrısını desteklediğini açıklayan ve halihazırda Azerbaycan’da Şara hükümeti ile Yahudi varlığı arasındaki temaslara aracılık eden Erdoğan’ın tavsiyelerinden kaynaklanmaktadır.

Esad rejiminin düşüşünden hemen sonra, “Heyetü Tahrir Şam örgütünü İdlib’de 10 yıllık çalışmayla nasıl dönüştürdüğünü ve artık onların Batı’yı düşman görmeyen ılımlı kişiler haline geldiğini” gururla anlatan Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın açıklamalarıyla, ABD Başkanı Trump’ın “Suriye’nin anahtarı Erdoğan’ın elinde” ifadelerini birleştirdiğimizde, Türkiye’nin Suriye hükümeti üzerindeki rolü daha net anlaşılacaktır.

ABD ile Örtünen, Çıplak Kalır

Suriye’deki gelişmeler dikkatle incelendiğinde, Amerika’nın ülkeyi bir plan çerçevesinde yönettiği görülür. Bu plan, Trump’ın gelişiyle birlikte ivme kazanmış olsa da bugünün planı değildir. ABD’nin Suriye planı, bir işbirlikçiyi başka bir işbirlikçiyle değiştirme ilkesine dayanmaktadır. Bu amaçla Türkiye’ye, Esad rejimini devirmek ve yerine kendisine bağlı yeni bir rejim kurmak için yeşil ışık yakmıştır. Suriye’nin yeni lideri Ahmed Şara’nın yaptığı gevşek ve tavizkâr açıklamalar da onun bu değişimi kabul ettiğine işaret etmektedir. Bu tavizkâr açıklamalar arasında, İslâm’ın hakemliğinden vazgeçilmesini, Esad’ın yandaşlarından hesap sorulmamasını ve bunun ulusal uzlaşı ile değiştirilmesini sayabiliriz. Gelinen noktada, Yahudi varlığıyla önce gizli, ardından 12 Temmuz 2025’te Azerbaycan’da aleni görüşmeler başlamış, sonrasında Paris’te resmi temaslar gerçekleşmiştir. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack’ın arabuluculuğunda gerçekleşen ve yaklaşık dört saat süren müzakereler, iki ülke arasında son 25 yılda türünün ilk örneği olma özelliğini taşıyor. Görüşmelerde ağırlıklı olarak, Suriye’nin güneyindeki gerilimin düşürülmesi, bölgede güvenliğin tesis edilmesi ve ateşkesin sağlanması konuları ele alındı.

Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR), Suriye ile Yahudi varlığı arasında ABD arabuluculuğuyla 7 maddelik bir anlaşmaya varıldığını duyurdu. Söz konusu anlaşma, Süveyda ili de dahil olmak üzere ülkenin güneyinde ateşkes sağlanmasını öngörüyor ve metinde Süveyda dosyasının tamamen ABD yönetimine devredilmesi hükmü de yer alıyor. Anlaşma ayrıca, Dera ve Kuneytra vilayetlerinin silahsızlandırılması ve ağır silah bulundurmamak kaydıyla yerel güvenlik komitelerin oluşturulmasını öngörüyor.

Tüm bunlar, Amerika’nın Suriye’nin güneyini Yahudi varlığı için güvenli bir tampon bölge haline getirmek istediğini ve rejimi, normalleşme uğruna mevcut durumu kabule zorlamak amacıyla Yahudi varlığının tekrarlanan saldırılarından memnun olduğunu göstermektedir. Azerbaycan ve Paris’te gerçekleştirilen görüşmeler, bu kirli yolda atılmış ardışık adımlardan başka bir şey değildir. Medyaya yansıyan bilgilere göre, müzakerelerin en önemli maddelerinden birini, Suriye’nin güneyinde Yahudi varlığı için güvenli bir tampon bölge oluşturulması teşkil ediyor. Planlanan bu tampon bölge, 1979’da Mısır rejiminin imzaladığı ve hala yürürlükte olan, bugün bile Mısır halkının, gözlerinin önünde soykırıma uğrayan Gazzeli kardeşlerine el uzatmasını engelleyen Sina anlaşmasının kanlı bir kopyasıdır.

Suriye Devriminin Sabitleri

Şimdi asıl soruyu soralım. 8 Aralık’taki kurtuluş gününden sonra Suriye’nin elinde ne var? Yüzlerce şehit, kaybedilen bir şehir, evlerinden yurtlarından sürülen binlerce aile ve güçlü olduğu halde zincire vurulup aşağılanan bir ümmet... Peki, tüm bunlar neyin karşılığında feda ediliyor? Sömürgeci kâfir ABD’nin vaat ettiği sözde istikrar ve kalkınma için mi? Suriye halkının uğruna büyük bedeller ödediği, ümmetin birlik ve izzet çatısı olan İslâmi Hilafet projesine tercih edilen ayrıştırıcı ve yıkıcı Arap Cumhuriyeti için mi? Gazze’nin yok edilişi pahasına Yahudi varlığıyla uzlaşmak ve normalleşmek için mi? “Sarı öküzü vermek” karşılığında siyah öküzün bir müddet daha yaşaması için mi?

Uzak ve yakın tarih, güç ve kuvveti, izzet ve şerefi İslâm’dan başka yerde arayanların dünyada ve ahirette hüsrana uğradığı nice örneklerle doludur. Peki Ahmed Şara, ibret alarak Suriye devriminin sabitelerine geri dönecek mi? Artık bir grup lideri olmadığını, “bugün kaybettiğimizi yarın geri alırız” anlayışıyla devlet yönetilemeyeceğinin, Suriye halkının tümünden ve toprakların tamamından sorumlu olduğunun bilincine varacak mı? Devrimin bir fikir olduğunu, asla bitmeyeceğini, asıl meselenin iktidara ulaştıktan sonra başlayacağını, Allah’a ve ümmete dayandıktan sonra aşılamayacak bir engel olmadığını ilan ederek yeniden başlayacak mı? Yoksa ABD ve Yahudi boyunduruğunda, laik ulus devlet kafesinde, tutsaklardan bir tutsak olarak yaşamayı seçip Suriye halkının, mazlum Gazze’nin, ümmetin vebalini yüklenerek zilleti ve kaybetmeyi mi tercih edecek?

Tüm bunlardan sonra Suriye hakkında akıllara kazınması gereken hakikat şudur: İslâm projesini benimseme konusunda tutarsızlık, hem devlet hem de ümmet için tehlikeli olup, Şam’daki mübarek devrimin tüm fedakârlıklarını ve kazanımlarını boşa çıkaracaktır. Bu nedenle, Suriye’nin bağımsızlığı, birliği, kalkınması ve istikrarı için İslâm projesini güçlü ve net bir şekilde benimseyip, Allah’a dayanarak, O’na tevekkül ederek ve zaferine iman ederek, sabit adımlarla bu yolda ilerlemekten başka çare yoktur. Zira zorluklar ne kadar büyük, fedakârlıklar ne kadar ağır olursa olsun, Allah’ın yardımı kesindir.

[اِنَّ اللّٰهَ يُدَافِعُ عَنِ الَّذِينَ اٰمَنُواۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يُحِبُّ كُلَّ خَوَّانٍ كَفُورٍ۟] “Şüphesiz Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.”[1]

 



[1] Hac Suresi 38


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz