Sorun çözmenin
değişmeyen evrensel bir kuralı vardır.
Problemin çözümü problemin kendi cinsinden olmalıdır. Başka bir ifadeyle
elinizdeki matematik formülleriyle çok karmaşık olan matematik problemlerini
çözebilirsiniz velakin yine aynı formüllerle daha az karmaşık olan fizik veya
kimya problemini çözemezsiniz. Bu eksende hangi denklem olursa olsun sonuç hep
aynı olacaktır, çıkan sonuç problemin çözümü olmadığı gibi yanlış sonuçlar
doğuracaktır.
Evrensel olan bu
denklemin kötü tezahürünü, yanlış sonuçlarını bugün AK Parti’nin çözüm sürecinde
esefle, dehşete düşerek izliyoruz. Çözümüne ilişkin yaşadığımız süreçte önce
açılım, sonrasında çözüm süreci formülleriyle kökleri neredeyse bir asra
dayanan “Kürt sorununu” çözme planlarının
yine sekteye uğradığı görülüyor.
Geçtiğimiz günlerde
Türkiye’nin ana gündemine yerleşen IŞİD’in Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’ye
sınır kenti olan Kobani (Ayn al- Arap)’ye saldırıları sonrası çıkan olaylardan
geriye kalan acı bilanço; Güneydoğu’da birçok ilimizde sokağa çıkma yasağı ilan
edilirken 30’u aşkın cana binlerce yaralıya ve milyarlık ekonomik kayıplara mal
olmuştur.
Kobani protestolarında
yaşanan bu olaylar maalesef yine buz dağının görünen kısmıdır. Görünmeyen suyun
altında kalan kısım ise daha büyük, daha da yıkıcı olacak bir potansiyele
sahiptir. Sözünü ettiğimiz bu önemli
tehlike kamuoyu nezdinde oluşan ayrıştırma, ötekileştirme algısıdır. Öncelikle
bu çok tehlikeli olan “algıda seçicilik”
meselesini biraz açalım. Akademisyenlerce kısaca şöyle tarif edilmektedir; insanın algı sürecinde
etkili olduğu kabul edilmiş psikolojik bir
kavramdır. Çevrede bulunan uyarıcılardan, olaylardan ya da nesnelerden bir ya
da birkaçına dikkati yöneltmektir. Kişinin daha önce yaşadığı deneyimlerin, önyargıların ve
benzer her türlü duygulanımın o anki algılama düzeyinde etkili olduğunu ifade
eder. Basit bir örnekle açıklamak gerekirse gündelik hayatta defalarca karşısına
çıkan beyaz arabaları fark etmeyip ancak beyaz bir araç sahibi olduktan sonra
diğer beyaz araçların dikkatini celp etmesidir.
Bu kısa izahattan sonra
gelelim asıl meselemiz olan algı oyunlarıyla, bin yılı aşkın bir zaman diliminde
yan yana, iç içe yaşayan akraba ve öz kardeş olan bu iki millet Kürtler ve
Türkler üzerindeki ötekileştirme ayrıştırma tezimizin adeta ispatı niteliğinde
olan Avrupa basınındaki yankılara.
Independent
gazetesinin Patrick Cockburn imzalı haberinde, “Kobani'nin düşmesinin Ankara için çok ciddi sonuçları olabileceği ve
Türkiye'deki Kürtlerle ilişkilerin bir daha toparlanamayacak kadar bozulmasının
olası olduğu” belirtiliyor. Türkiye, Irak ve Suriye'de yaklaşık 30 milyon
Kürdün yaşadığı ifade edilen haberde,
"Birçok Kürt Kobani düşerse bundan Türkiye'nin sorumlu olacağını düşünüyor.”
deniyor.
Financial Times:
Türkiye'nin Suriye Politikası Barış Sürecine Zarar Veriyor
Daniel Dombey imzalı
haberde, "Türkiye dün birçok şehrin
caddelerinde tankların olduğu ve sokağa çıkma yasağının uygulandığı bir sabaha
uyandı. Oysa pek çok kişi bu manzaraların geçmişte kaldığını ümit
ediyordu" deniliyor. Haberde, Türkiye'nin Suriye politikasının etnik
çatışmaları tekrar alevlendirdiği belirtiliyor.
Liberation: Türkiye,
Kürt Öfkesini Ateşledi
Fransız gazetesi Le
Figaro haberinde şu ifadelere yer veriliyor: Kürt nüfusunun çoğunlukta olduğu Anadolu’nun güneybatısı ama aynı
zamanda İstanbul ve Ankara’da da kanlı bir gece oldu. En az 16 kişi yaşamını
yitirdi, onlarcası da yaralandı. Türk ordusu sınırın diğer tarafında beklerken,
cihatçılar tarafından çevrelenmiş Suriye’deki Kürt direnişinin sembolü olan
Kobani kentinin her an düşecek olması, Türkiye’de yaşayan 15 milyon Kürdün
öfkesini ateşledi. Yirmi yıldan uzun bir süre sonra yetkililer ilk defa altı
şehirde sokağa çıkma yasağı ilan etti. Okullar kapatıldı, uçuşlar iptal
edildi. Kürt nüfusu patlama noktasına getiren şey ise iktidardaki AKP’nin, Esad
rejimine karşı savaşan cihatçılara açık veya kapalı bir şekilde tolerans
göstermesi. Üstelik Çarşamba günü yaşanan olaylar daha da şiddetlenebilir. Kimi
yorumcular “Bana saçmalık nedir diye sorsanız, eline silahı alıp dağlara
çıkmaya cesaret eden bir halka sokağa çıkma yasağı ilan etmektir” diyor.
Batı basınında yer alan
birkaç gazete başlığına göz attığımızda Batı kaynaklı bir fitne ateşinin nasıl
körüklendiği açıkça görülmektedir. Dahası Batı bundan öncede her fırsatta ve de
her platformda sözde Kürtler lehine tavır takınıp, bir bardak suda fırtınalar koparmıştır. Batı’nın
Türkiye aleyhindeki bu kara propagandasının sebebi sizce Kürtleri çok
sevdiklerinden dolayı mıdır? Yoksa işlerine geldiğinde kutsadıkları insan
haklarından dolayı mı? Tabii ki hayır. Kâfir Batı’nın bize düşmanlık tarihçesi
İslâm’ın doğuşuyla başladığını cümle âlem bilmektedir. Burada önemli olan şey aşikâr
olan bu durumun tekrar tekrar tescili değildir elbette. Önemli olan bu fasit
duruma sahih olan köklü bir çözüm bulmaktır. Aksi halde hali hazırda potansiyel
bir tehlike olan ve algıda oluşturulmak istenen Kürtçülük, Türkçülük algısının
biraz daha derinleşip daha büyük felaketlere yol açması söz konusu olur.
Çözüm süreciyle Kürtlere
tanınan ana dilde eğitim ve kamusal alanda dil serbestliği yaşanan bu son
olaylarda görüldüğü üzere sorunu çözmemiştir. Belki bu çözüm stratejisi Avrupa ya
da dünyanın başka her hangi bir yerinde başarı sağlayabilir, lakin bu durum
bizde İslâmî bir beldede sorunu asla kökünden çözemeyecektir. Çünkü sözünü
ettiğimiz çözüm şayet İslâm Ümmeti’nin problemi ise tabii ki çözümü de İslâm’ın
akidesinden olmalıdır.
Binaenaleyh bir atadan
yaratılmış insanlık, İslâm’ın nezdinde inanan ve inanmayan mahiyetinde ikiye
ayrılmaktadır. O halde Müslüman bir İngiliz, Amerikalı ya da her hangi bir milletten
Müslüman bizim kardeşimiz olmaktadır. Yine insanlığın hidayet kaynağı İslâm’ın
doğuşuyla hicaz topraklarına nam salmış Evs ve Hazreç düşmanlığı bu fikirle
giderilip, dünyada eşi benzeri görülmemiş gerçek manada bir İslâm kardeşliği
imar edilmiştir. Bu sağlam temeller
üzerine kurulu olan Osmanlı Devleti dört yüzyıl boyunca aynı düsturla yetmiş
iki milleti gayrimüslimler de dahil olmak üzere huzur içinde yaşatmıştır. Yine
ecdadımız Osmanlı tarihinden vereceğimiz daha somut bir örnekle konuyu biraz
daha pekiştirelim.
Osmanlının buhran
içerisinde olduğu o son dönemindeki Hamidiye Alayları’nın uygulamalarının
amacını ve tarihi seyrini kısaca tanımaya çalışalım. Sultan Abdülhamid Han
saltanatı boyunca bütün gücüyle o dönemde Doğu Anadolu’yu kuşatan fitneyi
ortadan kaldırmak ve orada kurulacak bir Ermenistan Devleti’ni engellemeye, Rum
ve İngiliz emperyalizminin hareket kabiliyetini azaltmaya çalışmıştır. Ayrıca
devletin askerî ve mülkî otoritesini Doğu Anadolu’da tesis etmek, Anadolu
halkının menfaatini koruyan reformlar yapmak, resmî kuvvet ve otoritenin
yetersiz kaldığı yerlerde mahalli kuvvet ve otoritelerden faydalanmak, büyük
devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak, Avrupalı
misyonerlerin faaliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak ve aşiretlerden
askerî birlikler teşkil etmek amacındaydı.
Sultan Abdülhamid Han
özellikle doğuda kurulacak askerî birliklerin çeşitli faydaları olacağını ümit
ediyordu. Bu suretle Doğu Anadolu’da asayişin bozulmasına sebep olan aşiretler
disiplin altına alınabilecekti. Doğuda Ermeniler tarafından çıkarılması
muhtemel ayaklanmalara karşı mahalli bir direnme meydana getirecek bir teşkilat
kurulacaktı. Rusya ile girişilecek bir savaşta bu cesur halktan destek alacak
ve yabancı devletlerin, aşiretler arasında yapmakta oldukları kışkırtmaları da
bu şekilde önlenebilecekti. Ayrıca Rus ordularına karşı da bu kuvvet etkili
olabilecekti. En önemlisi ise, yabancı devletlerin aşiretler üzerindeki tahrik
ve propagandası önlenmiş olacaktı. O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer
bölgelerin sosyal ve iktisadi meselelerinin çözümünde çok büyük rolü olan
Hamidiye Süvari Alayları, siyasi bakımdan sömürgeci devletlerin ve azınlıkların
hedefi haline geldi. Çünkü bu güçler ve azınlıklar amaçlarına ulaşabilmek
yolunda Sultan Abdülhamid’i ve Hamidiye Alayları’nı en büyük engel
görüyorlardı. Şöyle ki Hamidiye Alayları’nın kurulmasıyla Sultan Abdülhamid’in
aşiret reisleri ve din adamlarıyla olan sıkı ilişkileri sonucunda, merkezî
otorite kuvvetlenerek çarlık Rusya’sının Osmanlı üzerindeki emelleri, İngiliz
ve Fransızların, Ermenileri kışkırtma yoluyla çıkarmak istedikleri olayların
yanında, kan davası ve aşiret kavgalarının önüne geçildi. İstanbul ile
Diyarbakır arasında sağlam akidevi bağ Hamidiye Alayları sayesinde kurulmuştu.
Allah bugün bizlere de Abdülhamid Han gibi düşünen devlet adamları nasip etsin.
Şu gerçeği bir kez daha
hatırlatalım ki kâfir Batı toplumu onlarca devlet, yüzlerce milletten oluşmasına
rağmen, menfaatleri doğrultusunda hemen her konuda didişirken, mesele ortak düşmanları
Müslümanlar olduğunda hep birlik olmuşlardır. Ne yazık görünen o ki kâfir Batı’nın
Müslüman Ümmet üzerindeki entrikası, tefrikası menfaatleri doğrultusunda asla
son bulmayacaktır. Bugün kendi icatları olan Kürt meselesini yarın bir başka
meseleyi kaşıyarak amaçları doğrultusunda kullanmaya devam edeceklerdir. Daha
acı olan bir diğer gerçek daha var ki İslâm Ümmeti’nin tümörü haline gelen
asabiyetçiliğin ürünü “çözüm süreci”
bugün enine boyuna, taraflı tarafsız, müspet menfi birçok açıdan ele alınıp,
tartışılmaktadır. Lakin ne yazık ki ne siyasi çevrelerden, ne akademisyenlerden
ve de günümüzün önde gelen İslâmî cenahın kanaat önderlerinin hiç birinden
kayda değer İslâmî bir çözüm ortaya konmamaktadır. Nitekim kaynağı net olarak
ortaya konulmamıştır ki çözüm sağlıklı bir şekilde ortaya konulabilsin.
Kürt meselesi Batı’nın
necis fikirlerinden milliyetçiliğin ürünüdür. Kapitalist sistem onun varlığından
nemalandığı sürece bu meselenin nihayete erdirilmesi de mümkün görünmemektedir.
Kısa vadede bu meselenin ancak pansuman mesabesinde girişimlerle ötelenmesi
mümkündür. Köklü çözüm için dünyaya musallat olan kapitalizm illetini kaldırıp
yerine İslâmî otoriteyi tesis etmek gerekir ki o Hilâfet’tir.
“Artık çalışanlar
böylesi için çalışsınlar.”


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış