ÇÖZÜM SÜRECİNE İSLÂMÎ ÇÖZÜM

Murat Altın

Sorun çözmenin değişmeyen evrensel bir kuralı vardır.  Problemin çözümü problemin kendi cinsinden olmalıdır. Başka bir ifadeyle elinizdeki matematik formülleriyle çok karmaşık olan matematik problemlerini çözebilirsiniz velakin yine aynı formüllerle daha az karmaşık olan fizik veya kimya problemini çözemezsiniz. Bu eksende hangi denklem olursa olsun sonuç hep aynı olacaktır, çıkan sonuç problemin çözümü olmadığı gibi yanlış sonuçlar doğuracaktır.

Evrensel olan bu denklemin kötü tezahürünü, yanlış sonuçlarını bugün AK Parti’nin çözüm sürecinde esefle, dehşete düşerek izliyoruz. Çözümüne ilişkin yaşadığımız süreçte önce açılım, sonrasında çözüm süreci formülleriyle kökleri neredeyse bir asra dayanan “Kürt sorununu”  çözme planlarının yine sekteye uğradığı görülüyor.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin ana gündemine yerleşen IŞİD’in Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’ye sınır kenti olan Kobani (Ayn al- Arap)’ye saldırıları sonrası çıkan olaylardan geriye kalan acı bilanço; Güneydoğu’da birçok ilimizde sokağa çıkma yasağı ilan edilirken 30’u aşkın cana binlerce yaralıya ve milyarlık ekonomik kayıplara mal olmuştur.

Kobani protestolarında yaşanan bu olaylar maalesef yine buz dağının görünen kısmıdır. Görünmeyen suyun altında kalan kısım ise daha büyük, daha da yıkıcı olacak bir potansiyele sahiptir.  Sözünü ettiğimiz bu önemli tehlike kamuoyu nezdinde oluşan ayrıştırma, ötekileştirme algısıdır. Öncelikle bu çok tehlikeli olan “algıda seçicilik” meselesini biraz açalım. Akademisyenlerce kısaca şöyle tarif edilmektedir; insanın  algı sürecinde etkili olduğu kabul edilmiş psikolojik bir kavramdır. Çevrede bulunan uyarıcılardan, olaylardan ya da nesnelerden bir ya da birkaçına dikkati yöneltmektir. Kişinin daha önce yaşadığı deneyimlerinönyargıların ve benzer her türlü duygulanımın o anki algılama düzeyinde etkili olduğunu ifade eder. Basit bir örnekle açıklamak gerekirse gündelik hayatta defalarca karşısına çıkan beyaz arabaları fark etmeyip ancak beyaz bir araç sahibi olduktan sonra diğer beyaz araçların dikkatini celp etmesidir.

Bu kısa izahattan sonra gelelim asıl meselemiz olan algı oyunlarıyla, bin yılı aşkın bir zaman diliminde yan yana, iç içe yaşayan akraba ve öz kardeş olan bu iki millet Kürtler ve Türkler üzerindeki ötekileştirme ayrıştırma tezimizin adeta ispatı niteliğinde olan Avrupa basınındaki yankılara.

Independent gazetesinin Patrick Cockburn imzalı haberinde, “Kobani'nin düşmesinin Ankara için çok ciddi sonuçları olabileceği ve Türkiye'deki Kürtlerle ilişkilerin bir daha toparlanamayacak kadar bozulmasının olası olduğu” belirtiliyor. Türkiye, Irak ve Suriye'de yaklaşık 30 milyon Kürdün yaşadığı ifade edilen haberde, "Birçok Kürt Kobani düşerse bundan Türkiye'nin sorumlu olacağını düşünüyor.” deniyor.

Financial Times: Türkiye'nin Suriye Politikası Barış Sürecine Zarar Veriyor

Daniel Dombey imzalı haberde, "Türkiye dün birçok şehrin caddelerinde tankların olduğu ve sokağa çıkma yasağının uygulandığı bir sabaha uyandı. Oysa pek çok kişi bu manzaraların geçmişte kaldığını ümit ediyordu" deniliyor. Haberde, Türkiye'nin Suriye politikasının etnik çatışmaları tekrar alevlendirdiği belirtiliyor.

Liberation: Türkiye, Kürt Öfkesini Ateşledi

Fransız gazetesi Le Figaro haberinde şu ifadelere yer veriliyor: Kürt nüfusunun çoğunlukta olduğu Anadolu’nun güneybatısı ama aynı zamanda İstanbul ve Ankara’da da kanlı bir gece oldu. En az 16 kişi yaşamını yitirdi, onlarcası da yaralandı. Türk ordusu sınırın diğer tarafında beklerken, cihatçılar tarafından çevrelenmiş Suriye’deki Kürt direnişinin sembolü olan Kobani kentinin her an düşecek olması, Türkiye’de yaşayan 15 milyon Kürdün öfkesini ateşledi. Yirmi yıldan uzun bir süre sonra yetkililer ilk defa altı şehirde sokağa çıkma yasağı ilan etti. Okullar kapatıldı, uçuşlar iptal edildi. Kürt nüfusu patlama noktasına getiren şey ise iktidardaki AKP’nin, Esad rejimine karşı savaşan cihatçılara açık veya kapalı bir şekilde tolerans göstermesi. Üstelik Çarşamba günü yaşanan olaylar daha da şiddetlenebilir. Kimi yorumcular “Bana saçmalık nedir diye sorsanız, eline silahı alıp dağlara çıkmaya cesaret eden bir halka sokağa çıkma yasağı ilan etmektir” diyor.

Batı basınında yer alan birkaç gazete başlığına göz attığımızda Batı kaynaklı bir fitne ateşinin nasıl körüklendiği açıkça görülmektedir. Dahası Batı bundan öncede her fırsatta ve de her platformda sözde Kürtler lehine tavır takınıp,  bir bardak suda fırtınalar koparmıştır. Batı’nın Türkiye aleyhindeki bu kara propagandasının sebebi sizce Kürtleri çok sevdiklerinden dolayı mıdır? Yoksa işlerine geldiğinde kutsadıkları insan haklarından dolayı mı? Tabii ki hayır. Kâfir Batı’nın bize düşmanlık tarihçesi İslâm’ın doğuşuyla başladığını cümle âlem bilmektedir. Burada önemli olan şey aşikâr olan bu durumun tekrar tekrar tescili değildir elbette. Önemli olan bu fasit duruma sahih olan köklü bir çözüm bulmaktır. Aksi halde hali hazırda potansiyel bir tehlike olan ve algıda oluşturulmak istenen Kürtçülük, Türkçülük algısının biraz daha derinleşip daha büyük felaketlere yol açması söz konusu olur.

Çözüm süreciyle Kürtlere tanınan ana dilde eğitim ve kamusal alanda dil serbestliği yaşanan bu son olaylarda görüldüğü üzere sorunu çözmemiştir. Belki bu çözüm stratejisi Avrupa ya da dünyanın başka her hangi bir yerinde başarı sağlayabilir, lakin bu durum bizde İslâmî bir beldede sorunu asla kökünden çözemeyecektir. Çünkü sözünü ettiğimiz çözüm şayet İslâm Ümmeti’nin problemi ise tabii ki çözümü de İslâm’ın akidesinden olmalıdır.

Binaenaleyh bir atadan yaratılmış insanlık, İslâm’ın nezdinde inanan ve inanmayan mahiyetinde ikiye ayrılmaktadır. O halde Müslüman bir İngiliz, Amerikalı ya da her hangi bir milletten Müslüman bizim kardeşimiz olmaktadır. Yine insanlığın hidayet kaynağı İslâm’ın doğuşuyla hicaz topraklarına nam salmış Evs ve Hazreç düşmanlığı bu fikirle giderilip, dünyada eşi benzeri görülmemiş gerçek manada bir İslâm kardeşliği imar edilmiştir.  Bu sağlam temeller üzerine kurulu olan Osmanlı Devleti dört yüzyıl boyunca aynı düsturla yetmiş iki milleti gayrimüslimler de dahil olmak üzere huzur içinde yaşatmıştır. Yine ecdadımız Osmanlı tarihinden vereceğimiz daha somut bir örnekle konuyu biraz daha pekiştirelim.

Osmanlının buhran içerisinde olduğu o son dönemindeki Hamidiye Alayları’nın uygulamalarının amacını ve tarihi seyrini kısaca tanımaya çalışalım. Sultan Abdülhamid Han saltanatı boyunca bütün gücüyle o dönemde Doğu Anadolu’yu kuşatan fitneyi ortadan kaldırmak ve orada kurulacak bir Ermenistan Devleti’ni engellemeye, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kabiliyetini azaltmaya çalışmıştır. Ayrıca devletin askerî ve mülkî otoritesini Doğu Anadolu’da tesis etmek, Anadolu halkının menfaatini koruyan reformlar yapmak, resmî kuvvet ve otoritenin yetersiz kaldığı yerlerde mahalli kuvvet ve otoritelerden faydalanmak, büyük devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak, Avrupalı misyonerlerin faaliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak ve aşiretlerden askerî birlikler teşkil etmek amacındaydı.

Sultan Abdülhamid Han özellikle doğuda kurulacak askerî birliklerin çeşitli faydaları olacağını ümit ediyordu. Bu suretle Doğu Anadolu’da asayişin bozulmasına sebep olan aşiretler disiplin altına alınabilecekti. Doğuda Ermeniler tarafından çıkarılması muhtemel ayaklanmalara karşı mahalli bir direnme meydana getirecek bir teşkilat kurulacaktı. Rusya ile girişilecek bir savaşta bu cesur halktan destek alacak ve yabancı devletlerin, aşiretler arasında yapmakta oldukları kışkırtmaları da bu şekilde önlenebilecekti. Ayrıca Rus ordularına karşı da bu kuvvet etkili olabilecekti. En önemlisi ise, yabancı devletlerin aşiretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı. O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer bölgelerin sosyal ve iktisadi meselelerinin çözümünde çok büyük rolü olan Hamidiye Süvari Alayları, siyasi bakımdan sömürgeci devletlerin ve azınlıkların hedefi haline geldi. Çünkü bu güçler ve azınlıklar amaçlarına ulaşabilmek yolunda Sultan Abdülhamid’i ve Hamidiye Alayları’nı en büyük engel görüyorlardı. Şöyle ki Hamidiye Alayları’nın kurulmasıyla Sultan Abdülhamid’in aşiret reisleri ve din adamlarıyla olan sıkı ilişkileri sonucunda, merkezî otorite kuvvetlenerek çarlık Rusya’sının Osmanlı üzerindeki emelleri, İngiliz ve Fransızların, Ermenileri kışkırtma yoluyla çıkarmak istedikleri olayların yanında, kan davası ve aşiret kavgalarının önüne geçildi. İstanbul ile Diyarbakır arasında sağlam akidevi bağ Hamidiye Alayları sayesinde kurulmuştu. Allah bugün bizlere de Abdülhamid Han gibi düşünen devlet adamları nasip etsin.

Şu gerçeği bir kez daha hatırlatalım ki kâfir Batı toplumu onlarca devlet, yüzlerce milletten oluşmasına rağmen, menfaatleri doğrultusunda hemen her konuda didişirken, mesele ortak düşmanları Müslümanlar olduğunda hep birlik olmuşlardır. Ne yazık görünen o ki kâfir Batı’nın Müslüman Ümmet üzerindeki entrikası, tefrikası menfaatleri doğrultusunda asla son bulmayacaktır. Bugün kendi icatları olan Kürt meselesini yarın bir başka meseleyi kaşıyarak amaçları doğrultusunda kullanmaya devam edeceklerdir. Daha acı olan bir diğer gerçek daha var ki İslâm Ümmeti’nin tümörü haline gelen asabiyetçiliğin ürünü  “çözüm süreci” bugün enine boyuna, taraflı tarafsız, müspet menfi birçok açıdan ele alınıp, tartışılmaktadır. Lakin ne yazık ki ne siyasi çevrelerden, ne akademisyenlerden ve de günümüzün önde gelen İslâmî cenahın kanaat önderlerinin hiç birinden kayda değer İslâmî bir çözüm ortaya konmamaktadır. Nitekim kaynağı net olarak ortaya konulmamıştır ki çözüm sağlıklı bir şekilde ortaya konulabilsin.

Kürt meselesi Batı’nın necis fikirlerinden milliyetçiliğin ürünüdür. Kapitalist sistem onun varlığından nemalandığı sürece bu meselenin nihayete erdirilmesi de mümkün görünmemektedir. Kısa vadede bu meselenin ancak pansuman mesabesinde girişimlerle ötelenmesi mümkündür. Köklü çözüm için dünyaya musallat olan kapitalizm illetini kaldırıp yerine İslâmî otoriteyi tesis etmek gerekir ki o Hilâfet’tir.

“Artık çalışanlar böylesi için çalışsınlar.”


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz