Dünya savaş tarihi,
insanlık tarihiyle başlar. Nitekim bilenen ilk kan dökülmesi hadisesi Kabil ile
Habil’e nispet edilmektedir. O günden sonra insanoğlu, çeşitli vesilelerle kan
döküp can katletmeye devam edegelmiştir. Bu menfur hadise, kan dökme hadisesi,
savaş sanatına dönüşüp toplumlar, milletler, devletler için kaçınılmaz bir son
haline gelmiştir. Hemen hemen tüm toplumlar savaşla doğup savaşla ölmektedir.
Bundan sonra da dünya durdukça “tarih” kim bilir kaç kez daha bu kaçınılmaz
sona var ya da yok olma “kader anına” şahit olmaya devam edecektir.
Buna mukabil Osmanlı
Devleti de Selçuklu Hanedanlığının Moğol istilası ile yıkılıp son bulmasıyla
Selçuklunun bünyesinden koparak hayat bulmuş küçük bir beylikti. Daha sonra
Osmanlı, İslam’ın bayraktarlığını yapan, altı yüz otuz yıl, üç kıtada at
koşturup zaferden zafere koşan ihtişamlı, mağrur bir cihan devleti olmuş ve bu
vasfını yirminci asrın başlarına kadar da korumuştur.
Ne yazık ki yirminci asrın
başlarında Osmanlı devleti zor günler geçirmekte, adeta kaçınılmaz sona doğru hızla
ilerlemektedir. O dönemin diplomasİ dehası olan 2. Abdülhamit Han’ın çöküşü
yavaşlatan 33 yıllık hilafeti, İttihatçıların entrikaları ile son bulunca yıkım
daha da hızlanır. İslam’ın nuruyla üç kıtada hüküm sürmüş mağrur İslam devleti
yani meşhur adıyla Osmanlı, yine ittihatçıların sözde reform, ıslah
hareketleriyle akidesi İslam’dan uzaklaştıkça bataklığa saplanmakta, bu
bataklıktan kurtulmak için her çırpınışında daha da beter batmaktadır.
Oysa Osmanlı, yakın
geçmiş tarihte hasmı olan Avrupa’nın merkezi Viyana kapılarına kadar dayanmış,
karanlık ortaçağın kalbi olan Roma’yı İslam’ın nuru ile aydınlatmak için
seferler düzenliyordu. Şimdi ise cihan devletinin fetihlerle dolu şanlı
tarihinin sonuna gelinmiş, ecdadın
kanlarıyla sulayarak fetih edip İslam toprağına kattıkları beldeler birer birer
elden çıkıyordu. Osmanlının Afrika’daki uzantıları olan Libya, İtalyanlar
tarafından, Mısır ise İngilizler tarafından işgal edilmişti. Yine Osmanlı,
Balkanlar’da büyük bir hezimet yaşamış, Trakya elden çıkmış, düşman İstanbul’a
kadar dayanmıştı. Osmanlının içine düştüğü acınası bu zavallı durum, etrafının
leş kargaları ve sırtlanlar topluluğu tarafından kuşatılmasına sebep
olmaktaydı.
Yüzyıllardır
hasımlarının kalbine korku salan ihtişamlı, mağrur İslâm Devleti Osmanlı,
düşmanları tarafından artık bir kadavra, hasta adam diye anılır olmuştu. Sanki
cihan devleti ömrünün sonuna gelmiş, başına üşüşen düşmanları günlerini
saymakta, aralarında Boğazın İncisi
İstanbul ve Ayasofya kimin olacak kavgaları yaşanmaktaydı. Bir taraftan
Osmanlının hasımları, miras hususunda aralarında çekişirlerken, diğer taraftan
da haçlı zihniyeti etrafında toplanmaktadırlar. Çünkü bütün Avrupalıların
yüzyıllardır bekledikleri fırsat ayaklarına gelmiştir. “Şark Meselesi” diye
adlandırdıkları Osmanlı İslâm Devletini ilelebet ortadan kaldıracaklardır.
Bütün bu olup bitenden
habersiz, basiretsiz İttihatçı yöneticiler ise dış politikalarını gerçekten
uzak hayaller üstüne bina ederek devleti felakete doğru sürüklüyorlardı. Yönetim
ikiye bölünmüş kaybolan devlet itibarının yeniden kazanılması için yeni bir
savaşta İngilizler ve Fransızlarla yoksa Almanlarla mı birlikte olunacağını
tartışıyorlardı. Nitekim İttihatçıların atına binip, -35 derece soğukta yalın
ayaklı, abasız 90.000 evladını düşmana tek mermi bile atmadan donarak ölüme
göndererek bu millete Sarıkamış faciasını yaşatan o günün Genel Kurmay Başkanı
Enver Paşa sıkı bir Alman hayranı idi.
Osmanlı yanlış
politikalarla hemen her cephede kan kaybetmeye devam ederken sivil ve askerî bürokrasi
yenilgiden yenilgiye koşup duruyordu. İttihatçılar, ilk tercihi hayran
oldukları ve güçlü gördükleri İngiliz ve Fransızlar tarafına kullandılar. Lakin
yakında patlayacak Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlıyı yanlarında değil
karşılarında görmek isteyen İngiltere ve Fransa İttihatçıların silah
arkadaşlığı teklifini ret etmişlerdi. Bu vahim süreçte en başından Almanlarla
yapılacak bir ittifakın yerinde olacağını savunan Enver Paşa, İngiltere ve
Fransa’nın ret kararıyla daha da cesaretlenerek Almanlarla gizli bir anlaşma
için masaya oturmuştu bile.
Almanlar, İngiliz ve
Fransız müttefiki olan Ruslara savaş ilan etmeden bir gün önce İttihatçıların
altın bir tepside sunduğu bu eşsiz fırsatı değerlendirip sırtındaki yükü
hafifletmek için, hiç vakit kaybetmeden Osmanlıyı kendi saflarında savaşa
sokmanın hesaplarını yapmakta idi. Bunun için de hemen harekete geçerek bir
plan yaptılar. Goeben ve Breslau adındaki iki zırhlı savaş gemisini, Akdeniz’de
İngiliz donanmasıyla dalaştıktan sora İngilizleri de peşine takarak adeta
salına salına Osmanlıya sığınırlar. İttihatçılar baş belası bu iki gemiyi hemen
sınır dışı etmek yerine, Alman personele fes giydirip gemilerin isimlerini
Yavuz ve Midilli diye değiştirmiş ve ardından bu iki zırhlıya Osmanlı sancağı
çekilerek donanma envanterine katmak suretiyle güya tehlikeyi bertaraf
etmişlerdi. Ancak İttihatçılar ne tür bir ateşle oynadıklarının farkında bile
değillerdi.
Sözde Osmanlının
yitirdiği itibarını geri kazanacak olan bu basiretsiz sivil ve askerî kadrolar
yüzünden önce 1911 Trablusgarp sonra da 1912 Balkan Savaşları kaybedilmemiş
miydi? Bu savaşlar sonrasında Osmanlı, tarihinde hiç şahit olmadığı zillet
içeren anlaşmalara imza atmak zorunda kalmamış mıydı? Ayrıca iş bilmezlik ve
tecrübesizlikten kaybedilen bu savaşların gerçek mağdurları olan Müslüman
halkın halini görmüyor, hiç düşünmüyorlardı bile. Ümmet neredeyse her evden bir
şehit, bir gazi vermiş veya en az bir ana kuzusunu da İsmailî bir vefa ile
kınalayarak seve seve, dini uğrunda asker etmişti. Hülasası ümmet daha çok taze
olan yaralarını sarmaya, geride kalan dul, öksüz ve yetimlerini yokluk ve
fakirlik içerisinde teskin etmeye çalışıyordu. Hamaset ateşiyle yanıp tutuşan
ittihatçılar, gözlerini bürüyen hırsla ümmetin bu halini görmezlikten
geliyorlardı. Ümmetin boğuştuğu bunca zorlukla mücadele yetmezmiş gibi şimdi
daha perişan bir hale getirilecekti. Çünkü Osmanlı devleti kendisi için son
derece anlamsız yeni bir savaşın, felaketin eşiğine getirilmişti.
Oysa ittihatçıların
darbeyle tahttan indirdikleri strateji dehası Abdülhamit Han, yakında çıkacak
olan bu dünya harbini yıllar önceden tahmin ederek bu savaş hakkında;
Avrupalıların kendi aralarında çıkacak bir savaşın, en çok Osmanlının işine
yarayacağını, onlar kendi aralarında çatışırken Osmanlı da mümkün olan en kısa
zaman diliminde yaralarını saracak ve Osmanlıdan ekonomik, askerî, teknoloji ve
daha birçok açıdan önde olan Avrupa ile aradaki mesafeyi kapatmanın mümkün
olacağını düşünmekte idi. Nitekim gelişmeler, Abdülhamit Han’ın aynen düşündüğü
gibi olmuş, beklenen eşsiz fırsat doğmuştu. Lakin kendisi artık payitahtın
sahibi değildi. Allah’tan Abdülhamit Han sonrası hanedanın içerisinde hala
basiretli devlet adamları az da olsa vardı ve İttihatçılara rağmen zor da olsa
bu savaşa girmeme kararı alınmış, Osmanlı tarafsızlığını ilan etmişti. Ne çare
ki, istemese de Osmanlı savaşa girecekti.
Akdeniz’de İngiliz
donanmasını atlatarak Osmanlıya sığınan iki Alman zırhlı savaş gemisi 29 Ekim
1914’te Almanya’dan aldığı emirle, Karadeniz sahilindeki Rus limanlarını, gemilerini ve şehirlerini bombalaması sonucu
geri dönülmez yola girilmişti. Artık bu, bir savaş ilanı demekti. Bu saldırı
üzerine Ruslar karşı hamle yaparak 1 Kasım 1914’te Doğu Anadolu’ya girdiler.
İngiltere ve Fransa müttefikleri Ruslara yapılan bu saldırıyı kınamadılar. Osmanlıya savaş ilan edip misilleme olarak da
donanmalarıyla 5 Kasım 1914’te Çanakkale Boğazını bombaladılar.
Tabiri caiz ise Osmanlı
için yer demir gök bakırdır artık. Saflar belli olmuş, amansız bir savaşın, çıkışı
olmayan yangın yerinin tam ortasında kendisini buluvermişti. İngiltere’nin
domino taşı kıldığı İtilaf Devletleri; Fransa, Rusya ve Anzaklar’dan
oluşmaktaydı. Ayrıca İngiltere birçok sömürü devlet askeri yanında, İngiliz
entrikaları ile kandırılmış Müslümanları da İstanbul’u işgal eden Almanlardan
hilafeti kurtarmak için kendi safında cepheye sürmüştü. Osmanlının sonradan
katıldığı grup ise İttifak Devletleri olarak anılmakta, Almanya ve
Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan oluşmaktaydı.
Almanlar, Osmanlının
kendi yanlarında savaşa girmeleri için ellerinden gelen her şeyi denemiş ve
nihayet Osmanlı, Almanların safında savaşa girmek zorunda kalmıştı. Almanların,
Osmanlının kendi saflarında savaşa katılmasındaki bu ısrarının nedenini ise
savaşın stratejisine baktığımızda daha net görmekteyiz. Bu plana göre
Osmanlının üç görevi vardır. Birincisi, boğazları çok sağlam tutup, Ruslara
yardımı önlemek. İkincisi, Osmanlı topraklarının en doğusu Kafkasya’dan yine
Ruslara bir cephe açmak suretiyle onları meşgul etmek ve böylece Almanlara
karşı baskıyı azaltmak. Üçüncüsü, İngilizlerin Afrika, Asya ve Uzakdoğu’dan
toplayıp Mısır’da eğiterek savaşa sürmeyi düşündüğü askerlerin yolunu kesmek.
Görüldüğü üzere tamamen Almanların inisiyatifinde ve kendi menfaatleri doğrultusunda
dizayn edilmiş bu plan adeta Osmanlıyı, Almanlara uç karakol ve ön siper
durumuna getirmişti.
Diğer taraftan
İngilizler kendilerini dünyanın efendisi gibi görüyor, sömürgelerinin çokluğu
ile övünüyor, kendisini üzerinden güneş batmayan imparatorluk diye
tanımlıyordu. İngilizler bu unvanlarını elinde tutmak, daha da pekiştirmek
istiyordu. Bunun için de büyük bir savaş çıkartıp muhalifleri bu savaşla egale
etmeliydi. Bu minvalde İtilaf Devletlerine muhalif olarak savaşa sonradan giren
Osmanlı, İngiltere’yi hiç de kaygılandırmıyordu. Çünkü kafalarında Osmanlıyı
çoktan bertaraf etmişlerdi bile. Bu hususta Lort Winston Churchill: “Donanmamız bir eli belinde, sadece bir
elini kullanarak yaka, yıka Çanakkale boğazını geçebilir” diyordu. O,
zamanın en güçlü ve en büyük donanmasına sahip olmakla övünmekte idi. Ne de
olsa güneş batmayan Britanya İmparatorluğu, müttefikleriyle kurduğu o güne
kadar görülmemiş büyüklükteki donanma ve kara birliklerine bakarak haklı bir
gurur duyuyordu ki bu gurur onu kibre sevk etmekte idi. Ayrıca mağrur İngiliz
donanması son iki yüz yıl içinde girdiği hiçbir savaşı da kaybetmemişti. Bu
namağlup donanmanın komutanı olan Amiral Carden deniz harekatının başladığı gün
19 şubat 1915’te Çanakkale’den
İngiltere’ye çektiği telgrafta “Her şey planladığım gibi gidiyor. Hava
durumu çok müsait. 14 gün sonra İstanbul’da olacağız” diye yazmıştı. Dahası
İngiliz hükümeti müttefik askerleri için, üzerinde sadece İstanbul’da
geçerlidir yazan paralar bastırmıştı. Ayrıca İstanbul’da yaşayan gayrimüslimler
organize edilerek, donanma askerlerinin İstanbul sahilinden karaya çıkacağı güzergâh
belirlenerek şenlikler bile tertip edilmişti. Kısacası İngilizlerce İstanbul
çoktan düşmüştü. Kapıldıkları bu zannın sebebi ise her iki tarafın güç dengeleridir.
Bakıldığında teknik, teçhizat, silah ve asker bakımından İtilaf Devletlerinin
bariz bir biçimde üstünlükleri göze çarpmaktaydı.
Ancak Avrupalı kurnaz
İngilizlerin dahi unuttukları bir şey vardı, o da Mehmetçiğin iman dolu göğsünü
dini için, Hilâfet için, halifesi için siper edeceği ve bütün dünyaya “Çanakkale geçilmez” sözünü
ezberleteceğidir. İtilaf Devletleri, ölüm kusan o dönemin en yüksek teknolojik
silahlarıyla yüklenir deniz, kara ve havadan.
Gökler ölüm kusmakta, yerler ceset fışkırtmaktadır. Tarifi mümkün
olmayan insan kıyımı yaşanmaktadır Çanakkale’de. İnanılmaz bir ateş sağanağı
ekin biçer gibi biçmektedir Mehmetçiği. Lakin yaralanmasına, açlığa, susuzluğa,
yokluğa rağmen bir türlü kıramazlar Mehmetçiğin direncini. Düşmanının bu ateş
üstünlüğüne karşı Mehmetçiğin kimisinde tüfek, kimisinde mermi bile yoktur.
Savaşabilmek için kendinden önceki neferi bekler şehit veya gazi olursa silahı
olacaktır. Sırf bu yüzden binlerce kayıp vermesine rağmen sık sık süngü
savaşına kalkar Mehmetçik. Siperlerde abdest alıp, helalleşirler. Çünkü
birazdan Kevser havuzu başında Hz. Hamza’ya komşu olacaklardır. Sarsılmaz bir
imanla, “Allah Allah” sayhalarıyla adeta kükreyerek yeri, göğü inleterek “gün borç ödeme günüdür” diyerek gözünü
kırpmadan, adeta bir gül bahçesine girercesine ölüme koşar Mehmetçik. Tarihler
18 Mart 1915’i gösterdiğinde günün ilk ışıklarıyla, tüyler ürperten o eşsiz
manzara eşliğinde “Allah Allah” sayhalarıyla kıyama kalkar Mehmetçik. O gün
sonunda dünyanın yenilmeyen ordularını yenerek tarihe geçen “Çanakkale
yenilmeyenlerin yenildiği yer”
sözünü düşmanının hafızasına ve çelikten zırhına süngüsüyle kazımıştır
Mehmetçik.
Hiç şüphe yok ki
zaferlerle dolu Mehmetçiğin şanlı tarihinde Çanakkale zaferinin ayrı bir yeri
vardır. Çünkü bu zafer Osmanlının öldü, bitti, yok olup gitti denildiği bir
anda adeta yeniden dirilten bir zaferdir. Ümmet, yedisinden, yetmişine seferber
olarak eldeki kıt imkânlarla dünyanın yenilmez ordularını cihad ruhuyla dize
getirmiştir. Aklın almadığı, mantığa meydan okuyan Mehmetçiğin cihad ruhu
karşısında çaresizliğini, hayranlığını gizleyemeyen Müttefik Orduları
Başkomutanı General Jean Hamilton şu itirafta bulunur “…Evet insan ruhunu yenmek mümkün olmuyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar
sürekli ayakta kalamaz. Sadece bu gün 1800 şarapnel attık. Aylardır savaş
gemilerimiz mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Müslümanları koruyan
Allah’larından ayırmak için daha ne yapılabilir!...” Yine Osmanlı müttefiki Alman Mareşal
Liman Von Sanders, Mehmetçiğin cihad
ruhunu şöyle tarif eder. “Fakir
insanlardı; buğday kırığından yapılmış çorba en önemli yemekleri idi; sağlıksız
su içerlerdi; çamur barınaklarda yatarlardı; fakat en modern silah ve araçlarla
donanmış düşmanlarına karşı aslanlar gibi savaşırlardı. Bu insanların gönlünde
sadece ve sadece ulvî vatan sevgisi/iman aşkı vardır. Ölüme onlar kadar
gülümseyerek giden bir millet ferdi daha görmedim.” Sanders ve Hamilton, Mehmetçiğin zaferini kendi lisanlarıyla
böyle özetlerler. Fakat onlar, Müslüman değildi ve şehit olmanın ne demek
olduğunu anlayamazlardı. Onlar, Müslüman değildi ve Ümmet olmanın ne demek
olduğunu bilemezlerdi. Çanakkale Savaşında zaferin kapılarını açan şeyin ne
olduğunu hiçbir zaman öğrenemediler.
Evet, “Çanakkale Zaferi”
bir kişinin değil, bir ordunun değil, imanın zaferdir. Tıpkı, merhum şairimiz
Mehmet Akif’in dizelerinde dile getirdiği gibi: “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor “Tevhidi”. Bedrin askerleri ancak bu kadar şanlı idi”.


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış