YENİLMEYENLERİN YENİLDİĞİ YER

Murat Altın

Dünya savaş tarihi, insanlık tarihiyle başlar. Nitekim bilenen ilk kan dökülmesi hadisesi Kabil ile Habil’e nispet edilmektedir. O günden sonra insanoğlu, çeşitli vesilelerle kan döküp can katletmeye devam edegelmiştir. Bu menfur hadise, kan dökme hadisesi, savaş sanatına dönüşüp toplumlar, milletler, devletler için kaçınılmaz bir son haline gelmiştir. Hemen hemen tüm toplumlar savaşla doğup savaşla ölmektedir. Bundan sonra da dünya durdukça “tarih” kim bilir kaç kez daha bu kaçınılmaz sona var ya da yok olma “kader anına” şahit olmaya devam edecektir.

Buna mukabil Osmanlı Devleti de Selçuklu Hanedanlığının Moğol istilası ile yıkılıp son bulmasıyla Selçuklunun bünyesinden koparak hayat bulmuş küçük bir beylikti. Daha sonra Osmanlı, İslam’ın bayraktarlığını yapan, altı yüz otuz yıl, üç kıtada at koşturup zaferden zafere koşan ihtişamlı, mağrur bir cihan devleti olmuş ve bu vasfını yirminci asrın başlarına kadar da korumuştur.

Ne yazık ki yirminci asrın başlarında Osmanlı devleti zor günler geçirmekte, adeta kaçınılmaz sona doğru hızla ilerlemektedir. O dönemin diplomasİ dehası olan 2. Abdülhamit Han’ın çöküşü yavaşlatan 33 yıllık hilafeti, İttihatçıların entrikaları ile son bulunca yıkım daha da hızlanır. İslam’ın nuruyla üç kıtada hüküm sürmüş mağrur İslam devleti yani meşhur adıyla Osmanlı, yine ittihatçıların sözde reform, ıslah hareketleriyle akidesi İslam’dan uzaklaştıkça bataklığa saplanmakta, bu bataklıktan kurtulmak için her çırpınışında daha da beter batmaktadır.

Oysa Osmanlı, yakın geçmiş tarihte hasmı olan Avrupa’nın merkezi Viyana kapılarına kadar dayanmış, karanlık ortaçağın kalbi olan Roma’yı İslam’ın nuru ile aydınlatmak için seferler düzenliyordu. Şimdi ise cihan devletinin fetihlerle dolu şanlı tarihinin sonuna gelinmiş,  ecdadın kanlarıyla sulayarak fetih edip İslam toprağına kattıkları beldeler birer birer elden çıkıyordu. Osmanlının Afrika’daki uzantıları olan Libya, İtalyanlar tarafından, Mısır ise İngilizler tarafından işgal edilmişti. Yine Osmanlı, Balkanlar’da büyük bir hezimet yaşamış, Trakya elden çıkmış, düşman İstanbul’a kadar dayanmıştı. Osmanlının içine düştüğü acınası bu zavallı durum, etrafının leş kargaları ve sırtlanlar topluluğu tarafından kuşatılmasına sebep olmaktaydı.

Yüzyıllardır hasımlarının kalbine korku salan ihtişamlı, mağrur İslâm Devleti Osmanlı, düşmanları tarafından artık bir kadavra, hasta adam diye anılır olmuştu. Sanki cihan devleti ömrünün sonuna gelmiş, başına üşüşen düşmanları günlerini saymakta,  aralarında Boğazın İncisi İstanbul ve Ayasofya kimin olacak kavgaları yaşanmaktaydı. Bir taraftan Osmanlının hasımları, miras hususunda aralarında çekişirlerken, diğer taraftan da haçlı zihniyeti etrafında toplanmaktadırlar. Çünkü bütün Avrupalıların yüzyıllardır bekledikleri fırsat ayaklarına gelmiştir. “Şark Meselesi” diye adlandırdıkları Osmanlı İslâm Devletini ilelebet ortadan kaldıracaklardır.

Bütün bu olup bitenden habersiz, basiretsiz İttihatçı yöneticiler ise dış politikalarını gerçekten uzak hayaller üstüne bina ederek devleti felakete doğru sürüklüyorlardı. Yönetim ikiye bölünmüş kaybolan devlet itibarının yeniden kazanılması için yeni bir savaşta İngilizler ve Fransızlarla yoksa Almanlarla mı birlikte olunacağını tartışıyorlardı. Nitekim İttihatçıların atına binip, -35 derece soğukta yalın ayaklı, abasız 90.000 evladını düşmana tek mermi bile atmadan donarak ölüme göndererek bu millete Sarıkamış faciasını yaşatan o günün Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa sıkı bir Alman hayranı idi.

Osmanlı yanlış politikalarla hemen her cephede kan kaybetmeye devam ederken sivil ve askerî bürokrasi yenilgiden yenilgiye koşup duruyordu. İttihatçılar, ilk tercihi hayran oldukları ve güçlü gördükleri İngiliz ve Fransızlar tarafına kullandılar. Lakin yakında patlayacak Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlıyı yanlarında değil karşılarında görmek isteyen İngiltere ve Fransa İttihatçıların silah arkadaşlığı teklifini ret etmişlerdi. Bu vahim süreçte en başından Almanlarla yapılacak bir ittifakın yerinde olacağını savunan Enver Paşa, İngiltere ve Fransa’nın ret kararıyla daha da cesaretlenerek Almanlarla gizli bir anlaşma için masaya oturmuştu bile.

Almanlar, İngiliz ve Fransız müttefiki olan Ruslara savaş ilan etmeden bir gün önce İttihatçıların altın bir tepside sunduğu bu eşsiz fırsatı değerlendirip sırtındaki yükü hafifletmek için, hiç vakit kaybetmeden Osmanlıyı kendi saflarında savaşa sokmanın hesaplarını yapmakta idi. Bunun için de hemen harekete geçerek bir plan yaptılar. Goeben ve Breslau adındaki iki zırhlı savaş gemisini, Akdeniz’de İngiliz donanmasıyla dalaştıktan sora İngilizleri de peşine takarak adeta salına salına Osmanlıya sığınırlar. İttihatçılar baş belası bu iki gemiyi hemen sınır dışı etmek yerine, Alman personele fes giydirip gemilerin isimlerini Yavuz ve Midilli diye değiştirmiş ve ardından bu iki zırhlıya Osmanlı sancağı çekilerek donanma envanterine katmak suretiyle güya tehlikeyi bertaraf etmişlerdi. Ancak İttihatçılar ne tür bir ateşle oynadıklarının farkında bile değillerdi.

Sözde Osmanlının yitirdiği itibarını geri kazanacak olan bu basiretsiz sivil ve askerî kadrolar yüzünden önce 1911 Trablusgarp sonra da 1912 Balkan Savaşları kaybedilmemiş miydi? Bu savaşlar sonrasında Osmanlı, tarihinde hiç şahit olmadığı zillet içeren anlaşmalara imza atmak zorunda kalmamış mıydı? Ayrıca iş bilmezlik ve tecrübesizlikten kaybedilen bu savaşların gerçek mağdurları olan Müslüman halkın halini görmüyor, hiç düşünmüyorlardı bile. Ümmet neredeyse her evden bir şehit, bir gazi vermiş veya en az bir ana kuzusunu da İsmailî bir vefa ile kınalayarak seve seve, dini uğrunda asker etmişti. Hülasası ümmet daha çok taze olan yaralarını sarmaya, geride kalan dul, öksüz ve yetimlerini yokluk ve fakirlik içerisinde teskin etmeye çalışıyordu. Hamaset ateşiyle yanıp tutuşan ittihatçılar, gözlerini bürüyen hırsla ümmetin bu halini görmezlikten geliyorlardı. Ümmetin boğuştuğu bunca zorlukla mücadele yetmezmiş gibi şimdi daha perişan bir hale getirilecekti. Çünkü Osmanlı devleti kendisi için son derece anlamsız yeni bir savaşın, felaketin eşiğine getirilmişti.

Oysa ittihatçıların darbeyle tahttan indirdikleri strateji dehası Abdülhamit Han, yakında çıkacak olan bu dünya harbini yıllar önceden tahmin ederek bu savaş hakkında; Avrupalıların kendi aralarında çıkacak bir savaşın, en çok Osmanlının işine yarayacağını, onlar kendi aralarında çatışırken Osmanlı da mümkün olan en kısa zaman diliminde yaralarını saracak ve Osmanlıdan ekonomik, askerî, teknoloji ve daha birçok açıdan önde olan Avrupa ile aradaki mesafeyi kapatmanın mümkün olacağını düşünmekte idi. Nitekim gelişmeler, Abdülhamit Han’ın aynen düşündüğü gibi olmuş, beklenen eşsiz fırsat doğmuştu. Lakin kendisi artık payitahtın sahibi değildi. Allah’tan Abdülhamit Han sonrası hanedanın içerisinde hala basiretli devlet adamları az da olsa vardı ve İttihatçılara rağmen zor da olsa bu savaşa girmeme kararı alınmış, Osmanlı tarafsızlığını ilan etmişti. Ne çare ki, istemese de Osmanlı savaşa girecekti.

Akdeniz’de İngiliz donanmasını atlatarak Osmanlıya sığınan iki Alman zırhlı savaş gemisi 29 Ekim 1914’te Almanya’dan aldığı emirle, Karadeniz sahilindeki Rus limanlarını,  gemilerini ve şehirlerini bombalaması sonucu geri dönülmez yola girilmişti. Artık bu, bir savaş ilanı demekti. Bu saldırı üzerine Ruslar karşı hamle yaparak 1 Kasım 1914’te Doğu Anadolu’ya girdiler. İngiltere ve Fransa müttefikleri Ruslara yapılan bu saldırıyı kınamadılar.  Osmanlıya savaş ilan edip misilleme olarak da donanmalarıyla 5 Kasım 1914’te Çanakkale Boğazını bombaladılar.

Tabiri caiz ise Osmanlı için yer demir gök bakırdır artık. Saflar belli olmuş, amansız bir savaşın, çıkışı olmayan yangın yerinin tam ortasında kendisini buluvermişti. İngiltere’nin domino taşı kıldığı İtilaf Devletleri; Fransa, Rusya ve Anzaklar’dan oluşmaktaydı. Ayrıca İngiltere birçok sömürü devlet askeri yanında, İngiliz entrikaları ile kandırılmış Müslümanları da İstanbul’u işgal eden Almanlardan hilafeti kurtarmak için kendi safında cepheye sürmüştü. Osmanlının sonradan katıldığı grup ise İttifak Devletleri olarak anılmakta, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan oluşmaktaydı.

Almanlar, Osmanlının kendi yanlarında savaşa girmeleri için ellerinden gelen her şeyi denemiş ve nihayet Osmanlı, Almanların safında savaşa girmek zorunda kalmıştı. Almanların, Osmanlının kendi saflarında savaşa katılmasındaki bu ısrarının nedenini ise savaşın stratejisine baktığımızda daha net görmekteyiz. Bu plana göre Osmanlının üç görevi vardır. Birincisi, boğazları çok sağlam tutup, Ruslara yardımı önlemek. İkincisi, Osmanlı topraklarının en doğusu Kafkasya’dan yine Ruslara bir cephe açmak suretiyle onları meşgul etmek ve böylece Almanlara karşı baskıyı azaltmak. Üçüncüsü, İngilizlerin Afrika, Asya ve Uzakdoğu’dan toplayıp Mısır’da eğiterek savaşa sürmeyi düşündüğü askerlerin yolunu kesmek. Görüldüğü üzere tamamen Almanların inisiyatifinde ve kendi menfaatleri doğrultusunda dizayn edilmiş bu plan adeta Osmanlıyı, Almanlara uç karakol ve ön siper durumuna getirmişti.

Diğer taraftan İngilizler kendilerini dünyanın efendisi gibi görüyor, sömürgelerinin çokluğu ile övünüyor, kendisini üzerinden güneş batmayan imparatorluk diye tanımlıyordu. İngilizler bu unvanlarını elinde tutmak, daha da pekiştirmek istiyordu. Bunun için de büyük bir savaş çıkartıp muhalifleri bu savaşla egale etmeliydi. Bu minvalde İtilaf Devletlerine muhalif olarak savaşa sonradan giren Osmanlı, İngiltere’yi hiç de kaygılandırmıyordu. Çünkü kafalarında Osmanlıyı çoktan bertaraf etmişlerdi bile. Bu hususta Lort Winston Churchill: “Donanmamız bir eli belinde, sadece bir elini kullanarak yaka, yıka Çanakkale boğazını geçebilir” diyordu. O, zamanın en güçlü ve en büyük donanmasına sahip olmakla övünmekte idi. Ne de olsa güneş batmayan Britanya İmparatorluğu, müttefikleriyle kurduğu o güne kadar görülmemiş büyüklükteki donanma ve kara birliklerine bakarak haklı bir gurur duyuyordu ki bu gurur onu kibre sevk etmekte idi. Ayrıca mağrur İngiliz donanması son iki yüz yıl içinde girdiği hiçbir savaşı da kaybetmemişti. Bu namağlup  donanmanın komutanı olan  Amiral Carden deniz harekatının başladığı gün 19 şubat 1915’te Çanakkale’den  İngiltere’ye  çektiği telgrafta “Her şey planladığım gibi gidiyor. Hava durumu çok müsait. 14 gün sonra İstanbul’da olacağız” diye yazmıştı. Dahası İngiliz hükümeti müttefik askerleri için, üzerinde sadece İstanbul’da geçerlidir yazan paralar bastırmıştı. Ayrıca İstanbul’da yaşayan gayrimüslimler organize edilerek, donanma askerlerinin İstanbul sahilinden karaya çıkacağı güzergâh belirlenerek şenlikler bile tertip edilmişti. Kısacası İngilizlerce İstanbul çoktan düşmüştü. Kapıldıkları bu zannın sebebi ise her iki tarafın güç dengeleridir. Bakıldığında teknik, teçhizat, silah ve asker bakımından İtilaf Devletlerinin bariz bir biçimde üstünlükleri göze çarpmaktaydı.

Ancak Avrupalı kurnaz İngilizlerin dahi unuttukları bir şey vardı, o da Mehmetçiğin iman dolu göğsünü dini için, Hilâfet için, halifesi için siper edeceği ve bütün dünyaya “Çanakkale geçilmez” sözünü ezberleteceğidir. İtilaf Devletleri, ölüm kusan o dönemin en yüksek teknolojik silahlarıyla yüklenir deniz, kara ve havadan.   Gökler ölüm kusmakta, yerler ceset fışkırtmaktadır. Tarifi mümkün olmayan insan kıyımı yaşanmaktadır Çanakkale’de. İnanılmaz bir ateş sağanağı ekin biçer gibi biçmektedir Mehmetçiği. Lakin yaralanmasına, açlığa, susuzluğa, yokluğa rağmen bir türlü kıramazlar Mehmetçiğin direncini. Düşmanının bu ateş üstünlüğüne karşı Mehmetçiğin kimisinde tüfek, kimisinde mermi bile yoktur. Savaşabilmek için kendinden önceki neferi bekler şehit veya gazi olursa silahı olacaktır. Sırf bu yüzden binlerce kayıp vermesine rağmen sık sık süngü savaşına kalkar Mehmetçik. Siperlerde abdest alıp, helalleşirler. Çünkü birazdan Kevser havuzu başında Hz. Hamza’ya komşu olacaklardır. Sarsılmaz bir imanla, “Allah Allah” sayhalarıyla adeta kükreyerek yeri, göğü inleterek “gün borç ödeme günüdür” diyerek gözünü kırpmadan, adeta bir gül bahçesine girercesine ölüme koşar Mehmetçik. Tarihler 18 Mart 1915’i gösterdiğinde günün ilk ışıklarıyla, tüyler ürperten o eşsiz manzara eşliğinde “Allah Allah” sayhalarıyla kıyama kalkar Mehmetçik. O gün sonunda dünyanın yenilmeyen ordularını yenerek tarihe geçen  “Çanakkale yenilmeyenlerin yenildiği yer”  sözünü düşmanının hafızasına ve çelikten zırhına süngüsüyle kazımıştır Mehmetçik.

Hiç şüphe yok ki zaferlerle dolu Mehmetçiğin şanlı tarihinde Çanakkale zaferinin ayrı bir yeri vardır. Çünkü bu zafer Osmanlının öldü, bitti, yok olup gitti denildiği bir anda adeta yeniden dirilten bir zaferdir. Ümmet, yedisinden, yetmişine seferber olarak eldeki kıt imkânlarla dünyanın yenilmez ordularını cihad ruhuyla dize getirmiştir. Aklın almadığı, mantığa meydan okuyan Mehmetçiğin cihad ruhu karşısında çaresizliğini, hayranlığını gizleyemeyen Müttefik Orduları Başkomutanı General Jean Hamilton şu itirafta bulunur “…Evet insan ruhunu yenmek mümkün olmuyor. Dünyada hiçbir ordu bu kadar sürekli ayakta kalamaz. Sadece bu gün 1800 şarapnel attık. Aylardır savaş gemilerimiz mevzilerini bombalıyor. Son derece hırpalanmış Müslümanları koruyan Allah’larından ayırmak için daha ne yapılabilir!...”  Yine Osmanlı müttefiki Alman Mareşal Liman Von Sanders,  Mehmetçiğin cihad ruhunu şöyle tarif eder. “Fakir insanlardı; buğday kırığından yapılmış çorba en önemli yemekleri idi; sağlıksız su içerlerdi; çamur barınaklarda yatarlardı; fakat en modern silah ve araçlarla donanmış düşmanlarına karşı aslanlar gibi savaşırlardı. Bu insanların gönlünde sadece ve sadece ulvî vatan sevgisi/iman aşkı vardır. Ölüme onlar kadar gülümseyerek giden bir millet ferdi daha görmedim.” Sanders ve Hamilton, Mehmetçiğin zaferini kendi lisanlarıyla böyle özetlerler. Fakat onlar, Müslüman değildi ve şehit olmanın ne demek olduğunu anlayamazlardı. Onlar, Müslüman değildi ve Ümmet olmanın ne demek olduğunu bilemezlerdi. Çanakkale Savaşında zaferin kapılarını açan şeyin ne olduğunu hiçbir zaman öğrenemediler.

Evet, “Çanakkale Zaferi” bir kişinin değil, bir ordunun değil, imanın zaferdir. Tıpkı, merhum şairimiz Mehmet Akif’in dizelerinde dile getirdiği gibi: “Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor “Tevhidi”.  Bedrin askerleri ancak bu kadar şanlı idi”.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz