“Tanrı
uludur (4) Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak (2)
Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’nın elçisidir Muhammed (2) Haydin namaza (2)
Haydin felaha (2) Tanrı uludur (2) Tanrı’dan başka yoktur tapacak (1)”
Benim kaleme almaktan sizin
okumaktan dahi imtina ettiğiniz bu bedbaht nakaratlar, 1932 İstanbul Fatih Camii’nde
başlayıp 1950’ye kadar tüm Anadolu minarelerinden zorla okutulacaktı. Heyhat!
Kim derdi ki Sahabe RadiyAllahu Anhum
ve dahi şühedanın kanlarıyla sulanan fetih yurdu Anadolu, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in müezzini
Bilali Habeşi RadiyAllahu Anh’ın ezanına hasret kalacak.
Heyhat ki heyhat! Asırlar boyu
günde beş kez Anadolu minarelerini çınlatan ezanı Muhammediye yerine, adına
“Türkçe ezan” denilen notalı makamlı şarkı türkü okutulacaktı. Mamafih bizzat
Atatürk’ün talimatıyla İstanbul Dolmabahçe Sarayında bir grup seçilmiş hafız
harıl harıl Türkçe ezanı talim ediyordu. Çünkü dönemin cumhurbaşkanı Atatürk
şöyle diyordu: “Beyler, kendi dilinden bir dine sahip olmayan toplum,
dininin ona neler emrettiğini nasıl anlayacak? Siz hoca efendiler, Arapça
Kuran, Arapça ezan ve Arapça hutbe okuyorsunuz. İyi güzel de karşınızdaki halk
sizi anlıyor mu? Siz onların dilinden konuşmuyorsunuz ki. Bu nedenle, derhal
ezanımız da, hutbemiz de Türk diline uygun çevrilecektir. En kısa zamanda da
bütün camilerde Türkçe ezan ve Türkçe hutbe okunacaktır.”
Bu büyük cürüm bir Osmanlı bakiyesi
olarak dua ve tekbirlerle Anadolu’da kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin, gerçek
yüzünün sadece bir başka tecellisiydi. Zira yaşayan cumhuriyet tarihimiz o
dönem Türkleştirme politikalarıyla gizli ve açıktan İslam’ın temel değerlerine
amansız bir savaş açıyordu. Türk milliyetçiliğinin ilk kıvılcımı 1789 Fransız ihtilali
ile Avrupa’da çakılırken, bu gelişmeler karşısında Osmanlı izlediği gayri
İslami politikalarla adeta alev topuna dönüşüyordu. Avrupa’da birçok ulus
devletin doğmasına sebep olan milliyetçi akım, 72 milletten kurulu Osmanlıyı da
temelinden sarsıyordu. Bu sarsıntı ile Osmanlı önce jön Türkler, Tanzimat,
Kanuni Esasi ile meşrutiyetin ardından cumhuriyet ile tanışacaktı. Böylece
Müslümanlar 20. asra geldiğinde tek devletleri Osmanlı Hilafeti yerine, bugünkü
milli devletleri boy gösterecekti. Sözde Osmanlının itibarını kurtarmak için
ittihatçılar eliyle I. Dünya Savaşı’na giren üç kıtaya hakim Hilafet Devleti,
savaşın sonunda Anadolu’ya hapsoluyordu. Maalesef bu tecritle Müslümanlar Anadolu’da
esen Türkçülük rüzgârlarını artık daha sert ve daha boğucu hissedecekti.
Hassaten cumhuriyet dönemiyle başlayan
bu ısrarlı millileştirme hevesinden ezani Muhammedi de nasibini alacak ve Türkçeleşecekti.
Dinde reform kronolojisi tarihler 22 Ocak 1932’yi gösterdiğinde ilk Türkçe
Kuran-ı Kerim tercümesi İstanbul’da Yerebatan Camii’nde Hafız Yaşar (Okur)
tarafından okunuyordu. 30 Ocak 1932 tarihinde ilk Türkçe ezan, Hafız Rıfat Bey
tarafından Fatih Camii’nde okundu. 3 Şubat 1932 tarihine denk gelen Kadir
Gecesi’nde, Ayasofya Camii’nde Türkçe Kuran, tekbir ve kamet okundu. Buna
mukabil 4 Şubat 1933’ten itibaren Anadolu’nun her köşesindeki müftülüklere
Türkçe ezan metni gönderildi ve yeni ezana karşı çıkanların şiddetli bir
biçimde cezalandırılacakları bir tamimle bildirildi. Oysa Arapça ezana yasak
getiren aynı TBMM milli mücadele yıllarında halkı toparlayıp motive eden,
Mehmet Akif’in dizelerine yansıyan şu iman ruhunu ne de çabuk unutmuştu!
Ruhumun senden ilahi şudur ancak
emeli
Değmesin mabedimin göğsüne namahrem
eli
Bu ezanlar ki, şahadetleri dinin
temeli
Ebedi yurdumun üstünde benim
inlemeli.
O iman ruhu artık unutulmalıydı
çünkü dikta edilen dinde reform hareketinin ana temeli Batılı ve modern yeni
bir hayat oluşturma projesiydi. Bu proje doğası gereği çağ dışı kalan İslam’dan
gelenek ve görenekten uzak, bilim ve akıl üzerine bina edilecek yeni bir
toplumun inşası anlamını taşıyordu. Dolaysıyla geri dönüşü olmayan bu yolda mevcut
anlayışından uzaklaşılacak geçmişin dini sembolleri, kurumları lağvedilerek
yerine modern değerler inşa edilecekti. Lakin bu yeni uygulamalar Müslüman
halkın şiddetli tepkilerine yol açıyordu. Artan bu tepkilere karşın 1925
yılında çıkarılan Takrir-i Sükun kanunuyla kurulan İstiklal Mahkemeleri muhalif
sesleri kesecekti. Anadolu’da yaşanan o hüzün yılları için İtalyan düşünür
Marzi: “Gelenekleri olmayan bir geleceği karşılamak için geçmişinden
kopartılan Türk ulusçuluğu” ifadesini kullanacaktı.
O dönem dinde reform
ideologlarından Hamdullah Suphi (Tanrıöver): “Milliyetlerin doğmasında son
derece yardımı dokunmuş bir hareket vardır ki, buna dini ıslahat adını
verirler. Çünkü kaniim o ki; biz de dönüp dolaşıp bu reformasyon hareketini
tetkik etmeye ve ondan çıkabilecek derslerden istifade etmeye muhtaç olacağız,
hatta mecbur olacağız. Bu hareket içinde bizi en fazla alakadar eden cihet, anadilinin
mabede girmesidir” diyerek dinde reformu savunacaktı. Dinin millileşmesinde
Ziya Gökalp’in 1918’de yazdığı şiir reformcuların ilham kaynağı olacaktı.
Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan
okunur.
Köylü anlar manasını namazdaki
duanın.
Bir ülke ki mektebinde Türkçe
Kur’an okunur.
Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu
Hüda'nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır
vatanın!
Dinde reform hakkındaki en
hararetli tartışmalarsa 1923’te Lozan görüşmeleri sırasında mecliste
yaşanıyordu. Tevfik Rüştü Bey, (Teşkilat-ı Esasiye) “Anayasada dinimiz
apaçık yazılmalıdır.” diyordu. Bunun üzerine Kazım Karabekir paşa: “Anayasa’da
dinimizin İslam olduğu zaten yazılıdır, siz anayasaya hangi dini
yazdıracaksınız Hristiyanlığı mı?” diye soruyordu. Bu soru üzerine Mahmut
Esat (Bozkurt): “Evet Hristiyanlığı, çünkü İslamlık terakkiye (ilerlemeye)
manidir. Bu dinle yürünmez ve bize de kimse ehemmiyet vermez.” Tartışmalara
Fethi Okyar’da katılarak: “Evet Karabekir! Türkler İslamlığı kabul
ettiklerinden böyle geri kaldılar ve İslam kaldıkça bu halde kalmaya mahkûmdurlar.
Bunun için İslam kalamayacağız.” diyecekti. Bu cihetle Anadolu’da halk 29 Ekim
1923’te cumhuriyetle birlikte yeni kurulan Türkiye’nin dinini sorguluyordu. Bu
soru 17 Ocak 1923 tarihlerinde, gazeteciler tarafından Düzce’ye gelen
cumhuriyetin kurucusu Atatürk’e de sorulacaktı. Atatürk bu soruya: “Vardır
efendim devletin dini İslam’dır” diyerek cevap verecekti. (söylev ve demeçler
1919-1937) Lakin bu konuşmadan bir yıl sonra 3 Mart 1924’te Hilafet kaldırılarak
yerine anayasasında dini İslam ibaresi olan laik Türkiye Cumhuriyeti
kurulacaktı. Hilafetin kaldırılmasıyla daha uygun bir zemin bulan dönemin
seküler Müslümanları Kuran’dan bazı ayetleri çıkarmak, camilere ayakkabıyla
girmek, kiliselerde olduğu gibi camilere sıra yerleştirip müzik eşliğinde
ibadet gibi daha birçok öneriyi meclise sunacaklardı.
Yakın tarihimizde derin izler
bırakarak telafisi mümkün olmayan acıların yaşanmasına sebep olan, dinde reform
hareketleri 1950’lerde aniden yön değiştirip rafa kalkıyordu. O günden sonra
sanki hiç bir şey yaşanmamış gibi din özgür bırakılıyor, ezan tekrar Arapça
okunuyordu. Haklı bir sevinçle ezanı Muhammediyye’ye kavuşan Anadolu
Müslümanları adeta bayram ediyordu. Oysa bu uğurda çekilen çileler ne unutulmuş,
ne de geçmişin hesabı sorulmuştu. Sonuçta dinde reform hareketleri
sorgulanamadan birçok muammayla beraber tarihin derinliklerine gömülüp gitmişti.
Lakin son derece mühim bu mesele günümüz Müslümanlarının sorgulaması gereken birçok
yönü vardır. Örneğin ilk Türkçe ezan tesadüf eseri mi bir mübarek Ramazan günü
İstanbul Fatih Camii’nden okutulmuştu? Daha sonra ne değişmişti ki Arapça ezan
serbest bırakılmıştı? Hiç şüphesiz bu suallerin ibretlik birer cevabı vardır.
Lakin İngiliz büyükelçi Ronald Lindsay o gün gazetelere verdiği demeçte: “Laik
Türkiye’nin Müslümanları artık İngiliz imparatorluğu için bir tehlike olmaktan
çıkmıştır” sözü sanırım Batı’nın Türkiye’de uygulanan dinde reformla ilişkisini
ifşa etmeye yetecektir.
“Allah’ım bizi Hakkı Hak bilip
Hakk’a tâbi olan, bâtılı bâtıl bilip bâtıldan uzak duran kullarından eyle”
وَلاَ تَلْبِسُواْ الْحَقَّ بِالْبَاطِلِ
وَتَكْتُمُواْ الْحَقَّ وَأَنتُمْ تَعْلَمُونَ
“Hakkı bâtılla karıştırıp da bile
bile hakkı gizlemeyin.” (Bakara Suresi 42)


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış