Makûs talihimizin vesikası
olan Birinci Dünya Harbi, Osmanlı İslâm Hilâfet Devleti olarak savaşa girip,
Türkiye Cumhuriyeti olarak savaştan çıktığımız talihsiz bir olaydır. Bu savaş
sonrası bir milletin sadece uyruğu değil aynı zamanda geleceği ve hatta geçmişi
yeniden şekillenmiştir. Asırlar boyu dünyanın zirvesinde izzet ve şerefin
timsali olan Müslüman ümmet, üç kıtada at koşturup bir fermanıyla dünya
siyasetini idare ederken, Birinci Cihan Harbi sonrası artık güçsüz kuvvetsiz
savunmasız hasta bir adam olarak celladının önündedir. İdam sehpası Lozan’da
kurulmuş geçmişin hesabı sorulacaktır. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu
olan M. Kemal Atatürk’ün de bir nutkunda söylediği gibi: “Bir süre Ankara’da
Lozan Konferansı görüşmelerini takip ettim. Görüşmeler hararetli ve tartışmalı
geçiyordu. Türk haklarını tanıyan olumlu bir sonuç görülmüyordu. Ben bunu pek
tabii buluyordum. Çünkü Lozan barış masasında ele alınan meseleler yalnız üç
dört yıllık yeni devreye ait ve onunla sınırlı kalmıyordu. Yüzyılların hesabı
görülüyordu. Bu kadar eski, bu kadar karışık ve bu kadar kirli hesapların
içinden çıkmak, elbette, o kadar basit ve kolay olmayacaktı.”
Lozan’a nasıl gelinmişti?
Birinci Cihan Harbi’nin Çanakkale cephesinde 250 bin şehit vererek destan yazan
Osmanlı harpten yenik ayrılan ittifak devletleriyle birlikte yenik sayılarak ve
10 Ağustos 1920’de son derece ağır şartları olan 443 maddeli Serv antlaşması
dikta edilerek. Tüm baskılara rağmen Osmanlı’nın son halifesi sultan Vahdettin
zillet içeren bu anlaşmayı kabul etmeyecekti. Öte yandan Osmanlı’nın zengin
uçsuz bucaksız topraklarını kendi aralarında bir türlü paylaşamayan İttifak
devletleri neredeyse kendi aralarında yeniden savaşa tutuşacaklardı. Böylelikle
Serv İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği İttifak devletlerince uygulanamadan
rafa kalkacaktı. İngiliz lordu Churchill’in deyişiyle Serv ölü doğacaktı.
Böylece İttifak devletlerince hazırlanan yeni anlaşma Sevr’den iki kat daha
şeytani bir planla Lozan’a dönüşecekti ve İttifak Devletlerinin aralarında anlaşamadıkları
sorun kökünden kazınarak halledilecekti. Bu meyanda Lord Curzon’un “Barışın
Hilâfet’in kaldırılmasıyla mümkün olabileceği” mesajı da Ankara’ya
iletilmişti.
Lozan’da Yahudi haham başı
Haim Nahum Gurzon’a “Siz Türkiye’nin mülki tamamiyetini kabul edin, ben
onlara İslamiyet’i ve İslam temsilciliklerini (Halifeliği) ayaklar altında
çiğnetmeyi taahhüt ediyorum.” demişti. Lozan’da İnönü’nün yanından bir an
bile ayrılmayan Haham Nahum, 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde M. Kemal’le
görüşmesinin ardından alınan Kongre kararlarıyla İslam iktisat modeli terk
edilerek Liberalizm benimsenmişti. Böylelikle yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin yaşamasına ancak bu şartlarda izin verilecekti. Nitekim Lozan
görüşmelerinin birinci delegesi İsmet İnönü’nün İngilizlerle pazarlık yaparak
gizli bir anlaşmayla “Hilafet’i kaldırma sözü” verdiği pek çok kaynakta
belgeleriyle yer almaktadır. Lozan dönüşü Sirkeci garında baş delegemiz İsmet
İnönü yaptığı açıklamada bağımsızlık uğruna “Ne istedilerse verdim”
diyerek bu vahim durumu özetleyecekti.
Nihayet Lozan’la yeni Türk
devleti uluslararası statü kazanıp galip devletlerce tanınırken, Osmanlı İslâm Hilafet
Devleti’nin ilgası kararlaştırıldı. Taraflarca 24 Temmuz 1923’te imzalanan
Lozan’dan yaklaşık sekiz ay sonra 3 Mart 1924’te Hilafet kaldırıldı. Bu da yeni
devletin bağımsızlığını tanıtmak için Müslümanların ödediği çok ağır bir bedel
oldu.
İngiltere Hilafet kaldırıldıktan
sonra Lozan'ı onaylamıştır. Hilafet’in kaldırılması 3 Mart 1924 İngiltere’nin
Lozan’ı onaylaması 16 Temmuz 1924. Bu vahim gerçeği 23 Mayıs 1919 günü, tarihi
Sultanahmet mitinginde Halide Edip Adıvar şöyle vurguluyordu: “Asırlardan
beri sinsi sinsi devam eden Avrupa’nın istila siyaseti her zaman Türk
toprakları üzerinde, en vicdansız bir şekilde görüntü vermiştir. Ayda ve
yıldızlarda zapt edilecek Müslüman Türk toprakları ve milletleri olduğunu haber
alsalar, oralara bile istila orduları göndermek için mutlaka bir yol
bulacaklardır. Avrupalı İtilaf Devletleri’nin saldırıya dayanan siyaseti, bazen
ihanetlerle ve daima büyük bir haksızlık içinde Türkiye’ye çevrilmiştir. İşte
sonunda “Hilal’i parçalamak için, ellerine bir uygun ortam geçmiştir...”[1]
Evet bu ağır bedelin anlamı Hilafet’i kaldırmak Müslümanları başsız bırakmaktı.
İslam’ın hukuki, siyasi, sosyal ve iktisadi düzeninin tamamen kaldırılarak
Batı’nın bu alandaki kanun ve nizamlarının alınacağı Lozan’la tescillenmişti.
Bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti İslam karşıtı bir politika izleyecekti. Bunun
için bize fazla baskı yapmalarına gerek yoktu çünkü cumhuriyeti kuran kadronun
zaten böyle bir derdi yoktu. Rasululah’tan o güne, 1932’ye kadar Arapça okunan
ezan yasaklanıp 18 yıl boyunca Türkçe okutulacaktı. Birçok cami satılıp ahırlara,
müzeye dönüştürülecekti. İnkılap adı altında alfabede, kılık kıyafet gibi daha birçok
İslami görüntüye yine halka rağmen adeta savaş açıp değiştirilecekti. Görünüşte
bağımsız oluyorduk lakin başka türlü köleliğe razı oluyorduk. Uyruğu geleceği
hatta geçmişi değiştirilmiş bir milletin pak vücudu kirli ellerin tuttuğu
neşterlerle doğranıyor parçalanıyordu.
Birinci Cihan Harbi öncesi
1913’lerde Osmanlı toprakları üç kıtada 4.980.000 km2 iken,
sınırları Lozan’da çizilen Türkiye’nin toprakları 814 000 km2 düşürülmüştü.
Bunun anlamı Mekke’yi, Medine’yi, Şam’ı, Bağdat’ı, Kahire’yi, Saraybosna’yı, Kırım’ı,
Kaşgar’ı birer birer terk etmek manasına geliyordu. Bırakın bunları Lozan’a
imza koyan basiretsiz İttihatçılar eliyle burnumuzun dibindeki “misakı milli”
sınırları içindeki son derece stratejik Musul, Kerkük, Kıbrıs ve Ege adalarını
yok pahasına, masa başı oyunlarıyla bu kadar kolay ve ucuz bir biçimde
kaybediyorduk.
Maalesef biz bugün Yahudi
haham başı Haim Naum’un dediği gibi anlı şanlı tarihimizi inkâr edip, haşa
İslam’a “şeriata” (hilafete) ters düşüp cumhuriyetin faziletlerinden bahsedebiliyoruz.
Zilletin timsali olan Lozan iyi mi kötü mü, gizli maddeleri var efsanelerini ya
da yüzyıl sonra 2023’de kurtuluyoruz gibi aslı astarı olmayan meseleleri
tartışabiliyoruz. İşte bu vahim tablo tarih travması yaşayan bir milletin
tasviridir. Bu ancak bizim gibi sömürülen ülkelerde görülebilen bir
aldatmacadır. Sömürgeciler tarafından işgal edilen İslam beldelerinde İslami
yönetimi kötüleyen sizi kurtardıklarını söyleyenlerin akılları bulandırarak yaptıkları
kandırmacadır. Oysa asıl olan mesele Batılı kâfirler eliyle 52 parçaya bölünen
İslam Devleti’nin yeniden yekvücut kıyama kalkmasıdır. Ümmet üzerinde oynanan
bu büyük oyunun farkına varmaktır. Aksi taktirde İslam coğrafyasındaki kan
donduran gayri insani uygulamalar asla son bulmayacaktır. Bu minvalde ne
ahlaki, ne iktisadi, ne siyasi hiçbir alanda gerçek anlamıyla her hangi bir
kalkınma da elde edilemeyecektir.
Son tahlilde Müslümanlar
büyük ümmet bilincini yeniden oluşturup birlik ve beraberlik fikriyle, geçmişte
olduğu gibi günümüzde de zirve ümmet olmanın yolunu tutmalıdır. Yoksa
parçalanmış İslam Ümmeti’nin bu zayıf ve zavallı haliyle bir değil, bin yüzyıl
geçse kâfirlerden hesap sorması mümkün olmayacaktır. Ümmet bölünmüşlük ve
parçalanmışlıkla boynuna vurulan bu zilletten, içine düştüğü buhrandan asla
kurtulamayacaktır.
وَاعْتَصِمُواْ بِحَبْلِ اللّهِ جَمِيعًا وَلاَ تَفَرَّقُواْ
وَاذْكُرُواْ نِعْمَةَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ
قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا
حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ
آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
“Hep birlikte Allah'ın
ipine (İslam'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın. Allah'ın size olan nimetini
hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi
birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz
bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size
ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.”[2]
Ezcümle İslam Ümmetine bugün
doğuda, batıda her nerede bulunuyorsa, kâfirler eliyle hayvanlara dahi reva
görülmeyen zulümler maalesef uygulanmaktadır. İslam Ümmetinin yaklaşık 100 yıl
önce boynuna vurulan bu zilletten kurtulup kâfirlerden öç alıp hesap sormasının
yolu ancak ve ancak Müslümanları tek bir çatı altında toplayacak ve yakında
yeniden kurulacak olan İkinci Râşidî Hilâfet Devleti ile mümkün olacaktır.
لِمِثْلِ هَذَا فَلْيَعْمَلْ الْعَامِلُونَ
“Dünyada çalışanlar, ancak
bunun gibi bir kurtuluş için çalışsınlar.”[3]


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış