TUNUS, MISIR VE LİBYA’DA SONBAHAR

İbrahim Er

Arap Baharı, Hilâfet’in ilgasının ardından parçalara ayrılan İslâm coğrafyasında sömürgecilerin insafına terk edilmiş ümmetin, yıllarca maruz kaldığı zulümlere ve içine düşürüldüğü zillete karşı göstermiş olduğu ilk direniş ve ayağa kalkış olması açısından çok önemlidir. Ümmet bu ayağa kalkışla/kıyamla bugüne kadar kendisinde var olan ancak, sömürgeci kâfirler ve onların işbirlikçi ajanlarının baskı ve zulümleriyle bir türlü ortaya koyamadığı gücünün farkına varmış oldu. O koca saraylarda yüzlerce korumayla varlıklarını sürdürüp, ümmetin mazlum evlatlarına gövde gösterisi yapan hainlerin silahsız, şiddetsiz sadece sokaklara dökülmek suretiyle nasıl yıkılıverdiklerine tanık oldu. Ümmet, sömürgeci efendilerini razı edebilmek adına; ümmetin servetlerini onlara aktarmakla kendilerini görevli addeden, İslâm’ın ve İslâmi hayatın önüne engeller koymayı ve Müslümanlara düşmanlık etmeyi kendilerine vazife sayan satılık uşakların içine düştükleri zilleti gördü. Kısacası ümmet, yıllarca kendilerini açlığa ve sefalete terk eden, canlarını, mallarını ve namuslarını heder etme konusunda efendilerinin emrini sadakatle yerine getiren bu işbirlikçilerden ilk kez hesap sormuş oldu.

Bununla birlikte ne yazık ki ümmet; meydanlarda zalim yönetimlere karşı göstermiş olduğu cesareti, onların silahlarına ve kolluk kuvvetlerine karşı korkusuzca takınmış olduğu tavrı ve yıkılacaklarını anladıklarında vermiş oldukları tavizlere rağmen göstermiş olduğu kararlılığı siyaset sahnesinde gösteremedi. Sömürgeci kâfirler ve işbirlikçileri devrimleri engelleyemeyeceklerini anladıklarında, devrimi çalmak yani kendi lehlerine çevirmek adına hamle üstüne hamle yaptılar. Müslümanlara ait bu devrimleri yine siyasi basiretten yoksun Müslümanları kullanarak ve onların yaptıkları hatalardan faydalanarak Müslümanlar aleyhine döndürmeyi başardılar ve üstelik kovuldukları bu topraklarda kendi varlıklarını daha da sağlamlaştırdılar.

Biz de bu yazımızda artık devrimlerin unutulmaya yüz tuttuğu şu günlerde Tunus, Mısır ve Libya özelinde bu konuyu ele almak istedik:

Tunus:

Tunus; 1574 yılında Osmanlı Hilâfet Devleti tarafından İslâm topraklarına dâhil edilmiş bir İslâm beldesidir. Üç yüz yıldan fazla İslâm toprağı olarak kaldıktan sonra 1881 yılında Bardo Anlaşması ile İslâm topraklarından kopup Fransız egemenliği altına girmiştir. 1956 yılı, Tunus’un Fransız sömürüsünden bağımsızlığını elde ettiği yıl olarak bilinip kabul edilse de esasen sinsi bir İngiliz hamlesiyle İngiliz yönetimi altına girdiği tarihtir. İngilizler Tunus üzerindeki hâkimiyetlerini 1987 yılına kadar ajanları Habib Burgiba eliyle, ardından da Arap Baharı kıyamıyla devrilene kadar Zeynel Abidin Bin Ali eliyle devam ettirdiler.

Fransız ve İngiliz sömürüsü altında yüz otuz yıl süren laik esasa dayalı kapitalist yönetim ve onun aşılamaya çalıştığı kapitalist kültür Müslümanlar üzerinde telafisi zor olan bir takım yıkıcı etkilerin oluşmasına neden oldu. Bu etkilerin neticesinde bugün Tunus toplumunun yarıya yakın bir kesimi kendisini laik olarak adlandıran ve laik yönetim yanında yer alan insanlardan meydana gelmektedir. Nitekim 2014 yılında yapılan son seçimlerin ardından şu anda Tunus’un yönetimi, devrik Zeynel Abidin rejiminin uzantısı olan laiklerin elindedir. Zira demokratik seçimi kazanan taraf kendileridir. Bu aynı zamanda Tunus’ta devlet kurum ve kuruluşları üzerinde sağlam bir İngiliz yapısının varlığının devam ettiğini de göstermektedir.

Tunus üzerinde bir asırdan fazla süren Batı sömürüsü, toplum ve devlet üzerinde yukarıda belirtmeye çalıştığımız etkileri oluşturmuş olsa da, Müslümanlar üzerinde de uzun süren sessizliğin ardından büyük bir kıyamın ortaya çıkmasına vesile oldu. Çünkü sömürgeci kâfirlerin işgal ettikleri bölgelerdeki ilk hedefleri İslâm ve ona tabi olan ihlaslı Müslümanlardır. Çünkü ihlaslı ve siyasi basiret sahibi Müslümanların varlığı, onların bu beldelerdeki varlığı ve bekası açısından önemli bir tehdittir. Müslümanların ve hatta bir takım ibadetlerden ibaret olarak da kalsa İslâm’ın varlığı onlar için en öncelikli olarak halledilmesi gereken bir meseledir. Allah’a, dinine ve o dine mensup olan Müslümanlara düşmanlıkta sömürgeci kâfir efendilerini aratmayan zalim ve zorba yönetimler ise bu zulümlerin uygulayıcıları ve efendilerinin bekalarının koruyucuları konumundadırlar.

Diğer İslâm beldelerindeki gibi Tunus’un ajan yöneticileri de kimliklerini ve şahsiyetlerini ufak bir bedel karşılığında sattıkları Batılı efendilerinden aldıkları emirler doğrultusunda ümmetin kimliğini yok etme ve doğru yoldan saptırma adına pis icraatlarını hayata geçirdiler. Onlar bir taraftan İslâm’a ve Müslümanlara taarruzda bulunurken diğer taraftan da ümmetin servetlerini yani mal ve zenginliklerini yağmalamaya devam ettiler. Ülkeyi kapitalizmin karanlığına her geçen gün daha fazla batırıp, ekonomik ve siyasi darboğazla insanlara hayatı yaşanmaz bir hâle getirdiler. Uyguladıkları yoksullaştırma ve açlık politikalarıyla servetin mutlu küçük bir azınlık üzerinden sömürgecilerin eline ulaşmasını sağladılar.

Nihayet ümmet sonunda harekete geçti ve bu hareketin başlangıç noktası Tunus oldu. Ümmetin sabrının sınırlarını sonuna kadar zorlayan Batı uşağı hain yöneticiler, Tunus’ta başlayan bu mübarek kıyamla birlikte neye uğradıklarını şaşırdılar. Mübarek kıyam diyoruz çünkü bu kıyam Hilâfet’in ilgasından bu yana maruz kaldıkları zulümlere ve içine düşürüldükleri zillete karşı ümmetin sömürgeci kâfirlere ve onların işbirlikçi ajanlarına yönelik ilk başkaldırısıdır. Bu devrim; bölgenin tamamını uyandırması, ümmetin kendi gücünün farkına varması ve kendi topraklarında gerçek söz sahibinin kim olduğunun başta sömürgeciler ve işbirlikçileri olmak üzere cümle âleme gösterilmesi açısından önemlidir. Sonuçta bu İslâmi bir kıyamdır ve ümmetin zulme ve zalimlere karşı zafer yolunda attıkları ilk adımdır.    

Kıyama karşı Tunus rejimi önce çok sert tepki verdi ve kolluk kuvvetlerini harekete geçirerek insanların üzerine kurşunlar ve gaz bombalarıyla saldırdı. Ancak bu sert çıkışın tepkisi daha büyük oldu ve protestolar başka şehirlere de sıçradı. Hareketi bastıramayacağını anlayan rejim, bu sefer de işsizlik ve ekonominin düzeltilmesi ile ilgili vaatlerde bulundu. Hatta gıda fiyatlarında indirime gidileceğini vaat etti. Ancak bütün bunlar devrimi engellemeye yetmedi.

Kıyamın bastırılamayıp 14 Ocak 2011 tarihinde Bin Ali’nin ülkeden firar etmesiyle birlikte devrimin tamamlanmasının ardından sömürgeci kâfirler bu defa da engelleyemedikleri devrimi çalmak, onu hedefinden saptırarak başka yöne kanalize etmek amacıyla harekete geçtiler. Fitneciler vasıtasıyla toplumun içerisinde demokrasi ve reform söylemlerini yayarak İslâmi havayı dağıtmayı ve halkın bu söylemler etrafında toplanmasını sağlamayı planladılar. Nitekim devrimin hemen sonrasında Zeynel Abidin Bin Ali’nin sağ kolu olan eski başbakanlardan Muhammed Gannuşi ülkenin devlet başkanlığını geçici olarak devraldığını ilan etti. Bununla birlikte anayasaya saygılı olacağı, daha önce açıklanan siyasi, ekonomik ve toplumsal reformların tam bir titizlikle uygulanacağı sözünü verdi.

Hemen ardından Muhammed Gannuşi meseleyi Anayasa Komisyonu’na sevk etti. Meclis Başkanı Mebeza görevi gereği Muhammed Gannuşi’ye “ulusal birlik” hükümetini kurma görevini vererek kendisi de devlet başkanlığı görevine atandı. Ulusal birlik hükümetinde Bin Ali’nin ekibinden altı bakanın yanı sıra göstermelik üç de muhalif kanattan bakan yer aldı. Böylece Tunus’u tarihinin ilk çok partili demokratik seçimlerine taşıyacak olan hükümet tamamlanmış oldu. Gerçek şu ki, bu hükümeti oluşturanların tamamı İngiliz ajanı devrik başkan Bin Ali’nin aynı istikametteki adamlarından başkaları değillerdi. Tunus’ta devrik devlet başkanı ve beraberindeki bazı yakınları ülkeyi terk etmiş ama İngiliz varlığı ve devlet üzerindeki etkisi ajanları üzerinden, olduğu gibi kalmıştır.

Tunus ilk çok partili demokratik seçimlere giderken, İslâmi bir hareket olarak bilinen Nahda’nın kurucu lideri olan ve sürgünde bulunan Raşid Gannuşi de Tunus’a dönmüş ve hareketin genel başkanlığına seçilmiştir. Diğer taraftan devrimin ardından oluşturulan geçiş hükümeti de Nahda hareketine partileşme izni vererek seçimlere katılmasının önünü açmıştır. İşte bu hamle İngiliz siyaseti tarafından Tunus’taki devrimi çalmanın ve İslâmi kalkışmanın sonunu getirmenin hamlesi olmuştur. Müslüman kitlenin laik yönetimlere tepki olarak bu partiyi destekleyeceği ve dolayısıyla demokratik ortama gireceği kesindir. Özellikle Bin Ali döneminde Nahda üyelerine yapılan zulümler ve Nahda’nın yasaklı olması, liderinin sürgünden dönmesi bu süreci daha da kolay hâle getirecektir. Bu gelişmeler ise ajanı Müslüman halk tarafından alaşağı edilmesine ve ülkeden kaçmak zorunda kalmasına rağmen İngiliz varlığının çok partili parlamenter sisteme geçmek suretiyle varlığını daha sağlama alması anlamına gelecektir ki, nitekim öyle de olmuştur. İşte Tunus devrimi bu şekilde çalınmış Müslümanların İngiliz güdümlü laiklere karşı yapmış olduğu bu devrim, İngiliz sömürüsünün varlığını sağlamlaştırmasıyla son bulmuştur.

23 Ekim 2011’de yapılan çok partili demokratik seçimleri kendi ifadesiyle “Demokratik Müslüman” olan Raşid Gannuşi’nin lideri olduğu Nahda Partisi kazanmış, ancak bu sefer de laik halk kesimleri güya şeriata karşı harekete geçirilerek kaos ve kargaşa ortamı oluşturulmak suretiyle Nahda hükümeti istikrarsızlaştırılmıştır. Sonuçta iki defa düşürülen hükümet 2014 seçimlerini kaybetmiş, cumhurbaşkanlığı seçimlerine de aday çıkaramamıştır. İngiliz ajanı laikler Zeynel Abidin Bin Ali’nin kadrolarıyla tekrar yönetimi ele geçirerek Tunus’taki varlıklarını devam ettirmişlerdir. İşte Tunus devriminin gelmiş olduğu son nokta bu şekildedir.

Bu sırada Amerika’nın Tunus’a sızma girişimleri olduysa da başarılı olamamıştır. Yoğun ziyaretler ve Amerika’nın Tunus’u NATO dışı müttefiki derecesine yükseltmek gibi siyasi faaliyetler, terörle mücadele kisvesi altında ülkede askerî üs kurmak için Tunus’a yapılan baskılar sonuç vermemiştir. Aynı zamanda eski ve yeni yönetim, Tunus’ta Amerika Afrika Komutanlığı Merkezine “AFRICOM” ev sahipliği yapmayı kabul etmedi. Kısacası Tunus’un İngilizlere sadık yöneticileri şu ana kadar Amerikan hamlelerine geçit vermedi.

Mısır:

Tüm dünya, aynen Tunus’ta olduğu gibi Mısır’da da sömürgeci kâfirlerin sadık hizmetkârlarından olan Hüsnü Mübarek’in devrilmesiyle sonuçlanan bir devrime tanık oldu. O’nun sonu Tunus zaliminden daha kötü olmuştur. Yıllarca emrinden çıkmadığı Amerika onu kullanılmış bir mendil gibi çöpe atmıştır. Mübarek, 10 Şubat 2011'de yetkilerinin çoğunu yardımcısı Ömer Süleyman'a devredip, 11 Şubat 2011'de ise görevini orduya ve anayasa mahkemesine devrederek istifa etmiş, istifa ettikten kısa bir süre sonra tutuklanıp yargılanmaya başlanmıştır. Onun yönetiminde; toplumun maruz kaldığı baskı ve şiddet, olağanüstü hâl, işsizlik, asgari ücretleri azaltma isteği, barınma eksikliği, yiyecek sıkıntısı, yolsuzluklar ve Müslümanlara yönelik uyguladığı baskılar bu devrimle yönetiminin sonunu getirmiştir

İstifasının ardından tüm ülke yönetimini Yüksek Askerî Konsey devraldı. Hükümet ve meclis dağıtılarak anayasa askıya alındı. Yüksek Askerî Konsey yönetimindeki Mısır, 28 Kasım 2011 ile 11 Ocak 2012 tarihleri arasında yapılan parlamento seçimlerine sahne oldu. Muhammed Mursi liderliğindeki Müslüman Kardeşler’in partisi olan Özgürlük ve Adalet Partisi, Mısır Parlamentosu'nda çoğunluğu elde etmiş ve yeni Mısır hükümetini kurmuştur. Mısır’da da aynen Tunus’ta olduğu gibi büyük kıyam devrimle sonuçlanmış 30 yıllık Mübarek yönetimi yerle bir edilmiş ve bir zalime daha ümmet tarafından haddi bildirmiştir. Ancak sömürgeci kâfirler tarafından önlenemeyen bu devrim, önce mevcut yönetimin anayasa dâhil bütün işlerlikleri ortadan kaldırıldıktan sonra, topluma istikamet olarak Mısır’da ilk defa serbest olarak yapılacak parlamento seçimleri gösterilerek etkisizleştirilmeye çalışılmıştır. Ne var ki bu devrimin merkezinde olan Müslümanlar da bu çağrıya uymak suretiyle devrimle yerle bir edilen rejimin birkaç kişi müstesna hem de aynı kişiler üzerinden hayat bulmasına çanak tutmuşlardır. İşte hem Tunus’ta, hem de Mısır’da devrimler bu şekilde çalınmıştır.

Müslüman Kardeşler bu süreçte parlamenter demokrasinin içinde yer almakla kendileri ve ümmet için ölümcül derecede bir hata yapmıştır. Çünkü devrimin hemen ardından birbirinden hiçbir farkı olmayan ve aslında devrimin muhatabı olan laikler karşısında farklı bir seçenek olarak ortaya çıkmak suretiyle Müslümanların desteğini almış ve böylece onların laik rejime karşı duydukları kinin önüne geçilmiştir. Böylece Müslümanlar nezdinde hedef, laik rejim ve onun arkasındaki efendi Amerika olması gerekirken mesele Mübarek’in ismi özelinde odaklanmıştır. Ulaşılması gereken hedef Hilâfet olması gerekirken, özgürlüklerin temel alındığı demokrasi ve çok partili sistem bizzat Müslümanlar tarafından ortaya konulmuş oldu. Şunu unutmamak gerekir ki; ne Cumhurbaşkanlığı ne de bakanlıklar gibi mevcut laik sistemlere katılmanın caiz olmadığı gün gibi ortadadır. Bu yolun, haram olmakla birlikte bir işe yaramadığı daha önceleri defalarca kanıtlanmıştır. Bizler çok iyi biliyoruz ki bu yol, kötü vakıanın hiç bir şeyini değiştirmez. Doğru çalışma, şu anki bozuk sistemi ortadan kaldıran ve tek seferde bir bütün olarak İslâm'ı uygulayan kapsamlı ve köklü değişim çalışması ile söz konusu olur ki o da Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in metoduna uygun olarak Râşidî Hilâfet Devleti’nin ikamesi için çalışmaktır.

Mısır’da nihayet 23-24 Mayıs 2012 tarihlerinde cumhurbaşkanlığı seçimleri yapıldı ve Özgürlük ve Adalet Partisi adayı olan Muhammed Mursi %51 katılımın olduğu seçimlerde ikinci turda az bir farkla çoğunluğu alarak cumhurbaşkanı seçildi. Hem parlamento hem de cumhurbaşkanlığı seçimlerinde ortaya çıkan sonuçlar Mısır’da sömürgeci kâfirler ve işbirlikçilerine fitne ateşini yakmak için ortam oluşturdu. Laik kesimler sokaklara döküldü; Mursi ve partisine yönelik protestolar her geçen gün artarak devam etti. Toplum neredeyse ikiye bölünme noktasına geldi. Mursi, olayları bastırma konusunda başarılı olamadı, aciz kaldı. Asker olayları bastırma konusunda Cumhurbaşkanı Mursi’ye 48 saat süre tanıdı ve nihayetinde bir yıllık bir görevin ardından 3 Temmuz 2013’te kendisine karşı darbe gerçekleştirildi.  Özgürlük ve Adalet Partisi hükümeti düşürüldü, kurulan geçici hükümet başkanı el-Beylavi 25.12.2013 tarihinde Müslüman Kardeşleri terörist grup ilan etti. 

Bu ibretlik sürecin ardından şu anda Mısır yönetimi aynen Hüsnü Mübarek döneminde olduğu gibi efendileri olan Amerika’ya kusursuz olarak hizmet eden laikler üzerinden yürümeye devam etmektedir. Özetlemeye çalıştığımız gibi devrimin ardından yaşanan siyasi gelişmeler Amerika’nın devrimi çalmak ve kendi lehine çevirmek için yaptığı hile ve tuzaklarla dolu siyasi manevralarından ibarettir. Burada acı olan ise devrimin hemen ardından Müslümanların demokratik ortama girerek sürece dâhil olmak suretiyle sömürgeci kâfir Amerika’nın işini kolaylaştırmalarıdır. Şüphesiz bu, devrimin ardından oynanan büyük bir oyundu ve bu oyun Amerika’nın Mısır’daki varlığını daha da sağlamlaştırmış oldu. Üstelik de kendisine karşı başarılı bir devrim yaparak Mısır’daki varlığını tehlikeye sokan Müslüman halkın etkisini azaltarak…

Libya:

Tunus’taki Yasemin Devrimi’nin diğer ülkelere sirayet etmesiyle meydana gelen Arap Baharı; yıkılmaz denilen ve ümmetin gözünde büyüttüğü Batı işbirlikçisi, onlar adına İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık yapan ve ümmetin servetlerini onlar adına yağmalayıp ümmeti yoksulluk ve açlığa terk eden zebanilerin birçok yerde ibretlik sonlarına sahne olmuştur. Aynen 42 yıllık iktidarı boyunca İngilizlerin sadık adamı olarak hizmet eden Libya diktatörü Muammer Kaddafi gibi. Kaddafi, içlerinde sonu en feci olanlardandır. Zira efendileri bunca yıllık sadakatle yapmış olduğu hizmetlere rağmen onu kurtarmayıp hiddetli kalabalıklar tarafından linç edilmesine müsaade etmişlerdir. Böylelikle bastıramadıkları halkın öfkesinin dinmesini, Ulusal Geçici Konsey’in zaferi üzerinden hareketin hararetinin düşmesini sağlamış oldular. Aynı, Mısır zalimi Hüsnü Mübarek’in devrimin ardından altı yıl zindanda tutulması gibi. Aslında sadece bu iki hadise bile onların dostluğuna güvenip ümmetine ihanet edenlere, özellikle de onlara yaranmak adına İslâm’a ve İslâmi hayatın yeniden başlatılması için mücadele eden Müslümanlara karşı düşmanca tavırlar takınıp acımasızca taarruz edenlere ibret olması açısından yeter de artar bile…

Libya’da Arap Baharı’nın etkisi kendisini 7 Şubat 2011 tarihinde gösterdi ve kısa sürede rejim yanlıları ile protestocular arasında bir iç savaşa dönüştü. Ülke, rejim karşıtları tarafından kurulan Ulusal Geçici Konsey ve Libya Sosyalist Halk Cemahiriyesi olarak ikiye bölündü. Sonuçta Ulusal Geçici Konsey Kaddafi’yi katledip, Kaddafi yandaşlarına galip geldi ve Libya’nın tamamında kontrolü ele alıp yönetimi Genel Ulusal Kongre’ye devretti.   

İşte bundan sonra Libya’da siyasi bir belirsizlik ortamı meydana geldi. Ülkenin sahip olduğu zengin yeraltı kaynakları Kaddafi sonrası oluşan boşluğu doldurmak için sömürgeci kâfirleri harekete geçirdi. Libya Avrupa ve Amerika’nın çatışma sahası hâline geldi. Şu an hâlâ çatışmalar ve bombalamalar devam etmekte, katledilen masum sivillerin sayısı her geçen gün artmaktadır. Kaddafi’nin sağlam bir İngiliz ajanı olması sebebiyle Libya’daki mevcut siyasi ortam da İngilizlerin kontrolündedir. Bu durum da ortaya konan siyasi çözümlerin Amerika tarafından baltalanması anlamına gelmektedir. Çünkü şu an oluşturulacak siyasi istikrar İngilizlerin ülkede yeniden kontrolü ele alması anlamına gelecektir.

Yönetim kargaşasını çözmek amacıyla 2015 yılında Birleşmiş Milletlerin devreye girmesiyle Fas’ın Süheyrat kentinde bir uzlaşı hükümeti kuruldu. Ancak kurulan bu hükümet Libya’nın üçüncü hükümeti oldu. Trablus’taki İngiliz tesiri altındaki Ulusal Kongre’ye yakın hükümet ile Tobruk’ta Temsilciler Meclisi’ne yakın olan hükümet Libya’da daha önce kurulmuş hükümetlerdi. Amerika, ajanı eski bir general olan Hafter üzerinden Tobruk Temsilciler Meclisi’ne hâkimdir. Dolayısıyla Fas’ta kurulan uzlaşı hükümetinin bu iki meclisten güvenoyu alması gerekmektedir lakin Tobruk Temsilciler Meclisi’nden alamamıştır. Kısacası Amerika tarafından çözümün önüne geçilmiştir. Sonuç olarak bu engellemeler ve karşılıklı hamleler doğrultusunda, o gün söz konusu olan bu siyasi belirsizlik ve yönetim kargaşası bugün de Libya üzerindeki varlığını devam ettirmektedir.

Özetle Avrupa, siyasi ortam üzerinde egemen olduğu için müzakereler yoluyla en kısa zamanda siyasi çözüme ulaşmak istemektedir. Bu siyasi ortam yönetiminde varılacak herhangi bir çözüm doğal olarak Avrupa’nın yararına olacaktır. Amerika ise Libya’da siyasi ortamdan yoksun olduğu için oluşturulmaya çalışılan siyasi ortamları baltalamaya çalışacaktır. Şu anda terör bahanesi ve özellikle de IŞİD’in bölgedeki varlığı üzerinden askerî müdahalelere zaman zaman başvurmakta ve bombalama eylemleri gerçekleştirmektedir. Bu bombalama eylemleri ve askerî müdahale kozunu, müzakereler yoluyla engelleyemediği olası bir çözüme ulaşılma hamlesini durdurma aracı olarak da kullanılacaktır.

Bu nedenle, Tunus ve Mısır’da Arap Baharı’nın ardından durulan sular Libya’da kaynamaya devam etmektedir. Zira Tunus ve Mısır’daki vakıa ile Libya’daki vakıa arasında fark vardır. Tunus’taki etkin İngiliz varlığı çatışmanın, ajanları üzerinden İngilizlerle halk arasında gerçekleşmesini sağladı. Mısır’daki etkin Amerikan varlığı da devrim ve sonrasındaki çatışmanın, ajanları üzerinden halk ile Amerika arasında gerçekleşmesine neden oldu. Bu iki beldedeki ajanların hile ve ihanetleri sömürgeci kâfirler adına suların durulmasını sağladı. Libya’da ise durum daha farklıdır. Çünkü Libya’daki çatışma; Amerika ile Avrupa, özellikle İngiltere ve bir dereceye kadar da Fransa arasındadır. Her ne kadar bu çatışma esnasında taraflar her zamanki gibi yerli uşaklar kullanıyor olsa da bu çatışma temelde uluslararası bir çatışmadır.

Sonuç olarak sömürgeci devletlerin İslâm beldeleri üzerinde gerçekleşen bu devrimleri çalmaları ve kendi lehlerine çevirmeleri ve belki de varlıklarını geçmişe oranla daha da sağlamlaştırmaları, onların buralarda süresiz olarak kalacakları anlamına gelmemektedir. Çünkü onlara bu devrimlerle korkuları yaşatan bu ümmet, onları kuracakları Râşidî Hilâfet Devleti ile topraklarından atmayı da başaracaktır. Bu ise ümmetin uyanması ve onların sistemlerinin çatırdaması temel alındığında, çok yakın bir zamanda gerçekleşecektir inşaAllah…

الَّذِينَ ظَلَمُوا أَيَّ مُنقَلَبٍ يَنقَلِبُونَ

“Zulmedenler yakında nasıl bir inkılaba uğrayıp devrileceklerini bileceklerdir.”[1]



[1] Şuara Suresi 227


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz