TOPLUMSAL TEHLİKE SİNYALLERİ MİLLİYETÇİ VE VATANCI DUYGULAR

Yusuf Yavuzkan

Türk Dil Kurumu milliyetçiliği, “Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk, ulusalcılık, nasyonalizm” diye tanımlar. Yalnızca bu tanım bile, milliyetçilik fikrinin İslâm’ın getirdiği “ümmet” fikrini parçalamak için ortaya çıktığını anlamaya yeter. Nitekim öyle de olmuş, 1789 Fransız İhtilali sonrasında, II. Meşrutiyet Dönemi’nde milliyetçilik İslâm topraklarına nüfuz etmeye başlamıştır. Önce gayrimüslim azınlıklar arasında yayılan bu fikir, çok geçmeden Arap, Türk ve Kürtler arasına yayılmış, Pan-Arapçılık, Pan-Türkçülük, Jön-Türkler, Jön-Kürtler, Jön-Araplar, İttihat ve Terakki ve adında bir milletin adı geçen daha pek çok yapılanmayla hızla yayılmıştır. Her millete kendisinin üstün, karşısındakinin düşman olduğu algısı verilerek aralarındaki bağlar daraltılmış, İslâm’ın tüm halk ve milletleri aynı akide temelinde birleştiren ümmet bütünlüğü peyderpey parçalanmıştır.

Milliyetçilik, yukarıdaki tanımdan hareketle bir milleti üstün kılmak olduğuna göre esasen ırkçılıktan hiçbir farkı yoktur. Milliyetçiliği şirin ve kabul edilebilir göstermek amacıyla yumuşatılmış anlamlar yüklenmiş olsa dahi bunun realitede hiçbir karşılığı yoktur. “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü meşrulaştırmak için “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlanan herkes Türk’tür” gibi bir tanım ortaya atmak Türk milliyetçiliğinin ırkçı yüzünü örtmeyeceği gibi, Türk-İslâm sentezi denilerek milliyetçiliğe dini bir karakter kazandırmanın da Allah’ın dininde hiçbir yeri yoktur. Bunlar yalnızca aldatmadan ve saptırmadan ibarettir. Türk milliyetçiliği için söylenenlerden alınanlar olacaksa -ki bu aldanma sonucu olacaktır- aynı durumun Kürt ve Arap milliyetçiliği veya başka herhangi bir milliyetçilik akımı için de geçerli olduğunu hatırlatmak gerek. Bunların hepsi, hayvani dürtülerden enerji alan, insani değerlerle bağdaşmayan, dar kapsamlı bir bakış açısının ürünüdür.

Nihayetinde milyonlarca kilometrekarelik bir bütün teşkil eden Osmanlı Hilâfet Devleti yıkılıp yerine onlarca ulus devlet kurulmuştur. Ulus devletler, kendilerini kuran sömürgeci kâfir devletlerin diktiği yöneticiler ve nizamlar aracılığıyla bu parçalanmışlığı kalıcılaştırmak için milliyetçiliği etkin bir şekilde kullanmış, özellikle sınırları cetvelle çizerken toplumların demografik ve sosyolojik özelliklerini dikkate alarak ayrıştırıcı, bölücü ve düşmanlaştırıcı bir politika izlemiştir.

Sovyetler Birliği’nin taşıdığı komünist ideolojinin kısmen de olsa milliyetçiliği bertaraf etmeye çalışması sonucu, Batı blokunun liderliğini üstlenen kapitalist Batı dünyası komünizm tehlikesine karşı milliyetçiliği kışkırtmaya yönelmiş, Müslümanların toprakları üzerinde bulunan pek çok ülkede sağ ve sol, milliyetçi ve komünist kavgası başlatılarak adeta milliyetçilik kapitalizmin savunucusu pozisyonuna itilmiştir. Bu sayede komünizme karşı mücadele edelim derken halkı, milleti, vatanı, hatta dini için mücadele ettiği zehabına kapılanlar farkında olmadan kapitalist küfür sisteminin hâkimiyetine hizmet eder hâle gelmişlerdir.

Bilhassa Soğuk Savaş Dönemi’nde bu karşıtlık çok acı sonuçlar doğurmuş, Müslümanların nice evlatları fillerin bu tepişmesinde hayatlarından olmuştur. Komünizm faktörü 80’li yılların başından itibaren güç kaybetmeye başladığında yine milliyetçilik kartı kullanılarak yeni çatışmalara zemin hazırlanmıştır.

Türkiye bağlamında bunun en önemli tezahürü Kürt meselesi olmuş, istihbarat teşkilatları tarafından kurdurulan silahlı örgütler, İngilizlerin Osmanlı Hilâfeti’ni parçalarken çizdiği fitne sınırlarından tevarüs eden düşmanlığı yeni bir boyuta taşımışlardır. Hâlen etkileri devam eden bu kan davasının etkileri, yalnızca yerel boyutla sınırlı kalmamış, devletlerarası düzeyde en çok kullanılan argümanlardan biri hâline getirilmiştir.

Burada önemli bir ayrıma dikkat çekmek gerek; kapitalist ideolojinin fikirlerinden biri olan milliyetçilik kapitalist devletler tarafından kendi toplum yapıları ve politikalarına göre farklı biçimlerde yorumlanır ve bu yorumlara göre dış politikalar ve bölgesel hedefler belirlenir. Buna göre milliyetçilik veya eşanlamlıları olan ırkçılık, vatancılık, üst kimlik vs. kavramlar sömürgeci kâfir devletler tarafından farklı zamanlarda, farklı biçimlerde kullanılır. Örneğin; İngiltere toplumu İngilizlerden oluştuğu için İngiliz milliyetçiliği devleti güçlendiren bir faktör olabilirken, farklı milletlerden oluşan Amerika için yıkıcı bir özellik taşır. İngiltere tarih boyunca hem kendi toplumu, hem de sömürdüğü topraklarda milliyetçiliği etkin bir politik argüman olarak kullanabilmiştir. Amerikalı diye bir millet olmadığı ve Amerikan toplumu Avrupa, Afrika ve Asya kökenli milletlerden oluştuğu için milliyetçilik politikasını ne kendi ülkesinde, ne de -istisnai durumlar hariç- sömürdüğü topraklarda kullanır. Amerika bunun yerine “vatancılık”, “yurtseverlik” ve “üst kimlik” kavramlarını öne çıkarır. Yine de toplumundaki siyahi-beyaz ırkçılığının korkunç sonuçları günden güne artmaktadır. Özellikle İslâm toprakları üzerinde kurulu devletlerde izlenen politikalar dikkatle incelendiğinde bu ayrım daha net görülebilir.

Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılma sürecinde etkin rol oynayan İngiltere, İslâm topraklarındaki milliyetçilik hareketlerinin baş mimarıdır. Türkiye özelinden hareket edersek, gerek Osmanlı’nın son döneminde, gerekse Cumhuriyet Dönemi’nde milliyetçilik kazanının altına kömür atmaktan bir an olsun vazgeçmemiş, bu sayede Türkiye Cumhuriyeti Devleti, adından nizamlarına, anayasasından politikalarına kadar her alanda katı bir milliyetçilik yaklaşımını esas almıştır.

Amerika ise Türkiye’deki İngiliz nüfuzunu söküp atmak veya en azından etkisini azaltmak suretiyle Türkiye’ye nüfuz etmek için karmaşık politika izlemiştir. Bir yandan “sağcı”, “İslâmcı”, “muhafazakâr” etiketli milliyetçi hareketleri destekler veya en azından o kesime nüfuz edebileceği kanaatiyle hareket ederken, öte yandan milliyetçilik düşüncesinin yerine vatancılık düşüncesini yerleştirmeye çalışmıştır. Bilhassa Özal iktidarı üzerindeki etkinliğini kullanarak, örneğin Kürt meselesine çözüm bulmaya çalışmış, Kürt meselesinin bir “güvenlik” sorunu olmadığı, dolayısıyla askerî yöntemlerle çözülemeyeceği, aksine “politik” bir sorun olduğu, dolayısıyla siyasi çözümlere gidilmesi tezini öne çıkarmıştır.

Aynı yaklaşım AK Parti iktidarı döneminde de sürdürülmüş, PKK ile müzakere süreci başlatılmış, devletin üst düzey yetkilileri ile PKK yöneticileri arasında görüşmeler yapılmış, çözüm sürecinin adımları hazırlanmış, adeta bir barış havası estirilmiştir. Amerika bu yaklaşımı desteklerken, bunu ne Türkleri, ne Kürtleri sevdiği için değil, bilakis İngilizlerin etkin olarak kullandığı bu kozu devre dışı bırakmak için yapmıştır. Başka bir ifadeyle, akan nezih kanları durdurmak için değil, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için hareket etmiştir. Nitekim öyle de olmuş, Suriye krizi patlak verince, Suriye’nin kuzeyinde kendi güdümünde hareket eden PYD unsurlarını desteklemek amacıyla Türkiye’de devam eden çözüm sürecini askıya aldırıp yeni bir milliyetçilik ateşinin fitilini yakmıştır. Yazıktır ki yıllardır akan kanı ve sürdürülen bu kan davasını durdurmaya yönelik adımlar boşa çıkmış, bu adımları atanlar Amerikalı müttefiklerinin talimatına uyarak süreci askıya almışlardır.

Suriye Mülteciler Milliyetçiliğin Çirkin Yüzünü Gördü

Kürt meselesinin yeniden alevlenmesiyle artan düşmanlık ve savaş atmosferi memleketi hızla esir alırken, her gün masum evlatların cenazeleri kaldırılırken, ülkede korkunç bir ayrışma ve kamplaşma yaşanırken, bu defa Suriye meselesinin doğal bir sonucu olarak mülteci krizi patlak vermiş, milliyetçiliğin çirkin yüzü bu defa Suriyelilere karşı kendini göstermeye başlamıştır.

Öncelikle şu gerçeği vurgulamak gerek; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, nasıl ki Kürt meselesinde “insani” ve “İslâmi” hiçbir faktörü dikkate almadan, yalnızca Batılı müttefiklerinin çıkarları ve kendi “ulusal” çıkarları doğrultusunda hareket ediyorsa, Suriye krizi ve Suriyeli mülteci kardeşlerimiz konusunda da maalesef aynı dürtülerle hareket etmiştir, etmektedir. Devletin Suriye meselesine bakışı bu sömürgeci ve milliyetçi yaklaşımdan kurtulamamıştır.

Askerî yönden; Türk ordusu bölgenin en güçlü ordularından biri olduğu hâlde Suriye’de yaşanan vahşeti izlemekle yetinmiş, Başkan Erdoğan’ın “İkinci bir Hama yaşanmasına müsaade etmeyiz” sözü maalesef lafta kalmıştır. Türkiye’nin “Fırat Kalkanı”, “Afrin”, “Münbiç’te devriye görevi” ve “İdlib’te gözlem noktaları” adı altında Suriye’ye yaptığı askerî müdahaleler, her ne kadar “teröre karşı mücadele” argümanıyla yürütülmüş olsa da, işin aslın Amerika’nın talebi ve politikaları doğrultusunda olmuştur. Fırat Kalkanı operasyonu Halep’in rejime teslim edilmesiyle sonuçlanmış, Afrin operasyonu koparılan yaygaraya rağmen istenen sonucu vermemiş ve ötesine geçmemiş, Münbiç’teki Amerikan varlığı dolayısıyla “devriye” göreviyle yetinilmiş, İdlib’teki gözlem noktaları muhalif grupların kontrol altına alınması, rejime zaman ve fırsat kazandırılması, Rusya’ya rahat hareket imkânı tanınmasıyla sonuçlanmıştır.

Siyasi zeminde yürütülen faaliyetler, Suriyeli muhaliflerin toplantıları ve devletlerarası sahada yürütülen görüşme ve müzakerelerde, Amerikan tezlerinin savunulmasından öte geçilememiştir. Muhalif grupların ikna edilmesi (kandırılması), devrim sürecinin sona erdirilmesi, yeni döneme hazırlık ve Esed sonrası süreç konularında Amerikan politikaları neyi gerektiriyorsa aynen öyle hareket edilmiştir. Türkiye hükümetinin Suriye konusunda kendisine özgü hiçbir politikasının olmaması bunun en açık teyididir.

Mülteciler konusuna gelince; Suriye’den Türkiye’ye mülteci akını başladığında, Türkiye’nin daha önce benzerî bir mülteci akımına maruz kalmadığı gerekçesiyle pek çok beceriksizliğe imza atılmıştır. Bunların ilki ve belki de en önemlisi, beyin göçünden istifade edilememesidir. Eğitime önem verdiği bilinen Suriye halkından çok sayıda bilim adamı, iş adamı, nitelikli ve yetişmiş yetenek, uğradıkları haksızlıklar ve bürokratik engellerden ötürü, başta ABD olmak üzere Batılı ülkelere gitmek zorunda kalmıştır.

Kaçan trenin pişmanlığı sonrasında alelacele kararlarla kurulan Göç İdaresi, süreci yönetecek deneyimli personel yetersizliği ve “milliyetçilik” etkisinin hissedildiği yaklaşımlar sonucu krizi çözmekten ziyade derinleştirmiştir. Şahsen Ankara İl Göç İdaresi bünyesindeki bir projede çalışırken ve Suriye konulu çok sayıda konferansa katıldığımda, Suriyelileri “düşman” ve “potansiyel suçlu” gören çirkin yaklaşıma tanık olmuş, ilgililerle yaptığım tartışmalarda “önyargılar” ve “mevzuat” gerekçelerine dayalı savunmaları işitmiştim. Keza medya da bu krizi yönetmede son derece başarısız olmuş, milliyetçiliğe dayalı düşmancıl söylem, temiz dimağları kirletmiş ve artık “Suriyeli düşmanlığı” bir realite hâline getirilmiştir.

Türkiye’nin mülteci politikası maalesef utanç vericidir. İlk olarak; mültecilerin kabulü konusunda tamamen Amerikan politikasının gerekleri dikkate alınmış, mülteci akını başladığında kurulan kamplar Amerika’nın yedek askerî gücü olarak kullanılan Özgür Suriye Ordusu’nun karargahları hâline getirilmiş, Amerika’nın Türkiye’ye biçtiği “iyi polis” rolü gereği, güya insani bir dürtüyle mülteciler kitleler hâlinde Türkiye’ye kabul edilmiştir. Bu sayede gerek Türk hükümeti Suriye halkı nezdinde, gerekse Türk istihbaratı Suriyeli muhalif gruplar nezdinde büyük bir itibar, prestij ve güven kazanmıştır. Bu kazanımdan kısa bir süre sonra mülteci akını durdurulmuş, Suriye’ye “insani” nedenlerle bile olsa geri dönenler tekrar kabul edilmemiş, dünya çapındaki Türk büyükelçilikleri Suriyelilere hiçbir şekilde vize vermemiştir. Şu anda Türkiye’de işi veya konumu dolayısıyla resmî oturum izni olanlar dışında hiçbir Suriyeli Türkiye’ye giriş-çıkış yapamaz hâldedir. Bir başka ifadeyle Suriyelilere karşı, tıpkı Trump’ın 8 Müslüman ülke vatandaşlarına aldığı vize yasağına benzer bir yasak uygulanmaktadır. Geçmişte mülteciler resmî işlemlerini Türk makamları üzerinden yapabilirken, artık Suriye rejiminin İstanbul’daki konsolosluğuna gitmeye ve yüksek harç bedelleri ödemeye mahkûm edilmiştir. Ayrıca tıpkı Yahudi varlığının Kudüs çevresine diktiği duvar gibi, yine “terörle mücadele” ve “sınır güvenliği” bahanesiyle Türkiye-Suriye sınırına 900 kilometrelik bir duvar örülmüştür. Düne kadar “Suriyeli kardeşlerimize kapımız açık, onlar Muhacir biz Ensarız” diyen yöneticiler, artık Suriyelilerin geri gönderileceğinin sinyalini vermeye başlamışlardır.

Mülteci krizi ayrıca Avrupa Birliği’ne karşı da bir koz olarak kullanılmıştır. Türkiye’ye gelen mülteci akını, Ege Denizi ve Trakya üzerinden Avrupa’ya yönlendirilince eteği tutuşan Avrupalı devletler, vizelerin kaldırılması ve ekonomik destek gibi birtakım vaatler öne sürerek hükümet ile pazarlığa oturmuş, nihayetinde varılan 3 Milyar Euro’luk anlaşmayla mülteci akını bıçak gibi kesilmiştir. Oysa bu anlaşmaya varılıncaya kadar, Aylan bebek gibi nice masum Müslüman denizin soğuk sularında hayatını kaybetmişti, yazıklar olsun!

Milliyetçilik temelli bütün bu ve benzeri politikalar, hükümetin ve medyanın sürdürdüğü yaklaşım, kısa süre sonra toplumdaki olumsuz yansımalarıyla kendini göstermiştir. Halk arasında Suriyelilere karşı düşmanca tepkiler, olumsuz bakışlar ve kötü davranışlar türemeye başlamıştır. Kadınları ve bebekleri dahi hedef alan vahşi eylemler zuhur etmiş, mahalleler ayağa kaldırılmıştır. “Suriyeliler işimizi elimizde aldı, işsiz kaldık, aç kaldık” diyenler, o Suriyelilerin vahşi kapitalist bilinçsizlikle donanmış acımasız işverenlerin kölesi gibi en ağır işlerde asgari ücretin çeyreği maaşlarla çalıştırıldığını görmezden geldiler. Öyle bir toplumsal gerilim ve baskı atmosferi oluşturuldu ki adeta Suriyeli mülteci kardeşlerimizi geri gönderilmelerinin veya bezip geri dönmelerinin zemini hazırlanıyordu. İletişim araçları ve sosyal medya platformlarında hızla yayılan yaygaralar çok geçmeden genel kabul görüyordu.

Suriyelilerin telefon faturalarının devlet tarafından ödendiği, devletten maaş aldıkları, üniversitelere sınavsız girdikleri, arabaları için vergi ödemedikleri, seçimlerde oy kullanacakları, TOKİ evlerini bedava alacakları, devlet memuru olarak işe girecekleri gibi gerçekle hiçbir alakası olmayan onlarca yalan haber servis ediliyordu.

Mülteciler Derneği’nin bu iddialara cevap olarak hazırladığı broşür[1]



Milliyetçilik yalnızca devletlerin izlediği politikalarda değil, aynı zamanda toplumsal olgularda da kendini gösterir. Daha doğrusu aynı İslâm akidesi esası üzere bütünleşmiş ümmeti ayrıştıran, bölen, kamplaştıran, düşmanlaştıran her şeyde dar bakışlı bu hayvani dürtü vardır. Örneğin; futbol maçlarında taraftarların birbirlerini öldürmeye varan kavgaları bunun bir sonucudur. Sünni-Şii, Türk-Kürt, Laz-Çerkez, Vanlı-Yozgatlı, Türkiyeli-Suriyeli gibi ayrımların hepsi bu sömürgecilik fikrine hizmet eder.

Bu olgu yalnızca günümüze özgü değildir. Geçmişte de milliyetçilik, vatancılık gibi dar ve düşük fikirler insanlar arasında var olmuştur. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem zamanında Arap kabileleri arasında da benzer bir ayrışma ve düşmanlık varken İslâm sayesinde hepsi kardeş olmuş, Evsli ile Hazreçli arasında, Ensar ile Muhacir arasında, siyah ile beyaz arasında takvadan başka hiçbir üstünlük kalmamıştır. Bu nedenle Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem milliyetçiliği bir “cahiliye narası” olarak tanımlamış ve şöyle buyurmuştur:

مَنْ قُتِلَ تَحْتَ رَايَةٍ عُمِّيَّةٍ، يَدْعُو عَصَبِيَّةً، أَوْ يَنْصُرُ عَصَبِيَّةً، فَقِتْلَةٌ جَاهِلِيَّةٌ

“Kim körü körüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (milliyetçilik/ırkçılık) için öfkelenir veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım ederse, cahiliye ölümü ile ölmüş olur.”[2]

Yine, Rabbimiz bu bölücü fikrin tehlikesine karşı Müslümanları uyararak şöyle buyurmuştur:

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آَمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ مُسْلِمُونَ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنْتُمْ أَعْدَاءً فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلَى شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَأَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آَيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ 

“Hep birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı sarılın ve sakın ayrılığa düşmeyin! Allah’ın üzerinize olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinizin düşmanları idiniz de O sizin kalplerinizin arasını kaynaştırmış, böylece O’nun nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de oradan da sizi yine O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.”[3]

Sözün özü; İslâm ümmetinin bütünlüğünü temsil eden bir siyasi liderlik olarak Hilâfet Devleti’ni kaybetmemize, Müslümanların parçalanmasına ve birbirlerine düşman kesilmelerine neden olan milliyetçiliği reddetmek her Müslümana vaciptir. Milliyetçilik bir cahiliye narasıdır ve Rabbimiz hepimizi bundan sakındırmıştır:

أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ ۚ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللَّهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ 

“Yoksa onlar cahiliye hükmünün mü peşine düşüyorlar? Kesin bilgi sahibi bir toplum için hükmü Allah’tan daha güzel olan kim vardır?”[4]



[1] https://multeciler.org.tr/suriyeli-multecilerle-ilgili-dogru-bilinen-yanlislar/

[2] Muslim

[3] Âl-i İmran Suresi 102-103

[4] Mâide Suresi 50


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz