Türk
Dil Kurumu milliyetçiliği, “Maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin
çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı, ulusçuluk, ulusalcılık,
nasyonalizm” diye tanımlar. Yalnızca bu tanım bile, milliyetçilik fikrinin İslâm’ın
getirdiği “ümmet” fikrini parçalamak için ortaya çıktığını anlamaya yeter.
Nitekim öyle de olmuş, 1789 Fransız İhtilali sonrasında, II. Meşrutiyet Dönemi’nde
milliyetçilik İslâm topraklarına nüfuz etmeye başlamıştır. Önce gayrimüslim
azınlıklar arasında yayılan bu fikir, çok geçmeden Arap, Türk ve Kürtler
arasına yayılmış, Pan-Arapçılık, Pan-Türkçülük, Jön-Türkler, Jön-Kürtler,
Jön-Araplar, İttihat ve Terakki ve adında bir milletin adı geçen daha pek çok
yapılanmayla hızla yayılmıştır. Her millete kendisinin üstün, karşısındakinin
düşman olduğu algısı verilerek aralarındaki bağlar daraltılmış, İslâm’ın tüm
halk ve milletleri aynı akide temelinde birleştiren ümmet bütünlüğü peyderpey
parçalanmıştır.
Milliyetçilik,
yukarıdaki tanımdan hareketle bir milleti üstün kılmak olduğuna göre esasen
ırkçılıktan hiçbir farkı yoktur. Milliyetçiliği şirin ve kabul edilebilir
göstermek amacıyla yumuşatılmış anlamlar yüklenmiş olsa dahi bunun realitede
hiçbir karşılığı yoktur. “Ne mutlu Türküm diyene” sözünü meşrulaştırmak
için “Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlanan herkes Türk’tür”
gibi bir tanım ortaya atmak Türk milliyetçiliğinin ırkçı yüzünü örtmeyeceği
gibi, Türk-İslâm sentezi denilerek milliyetçiliğe dini bir karakter
kazandırmanın da Allah’ın dininde hiçbir yeri yoktur. Bunlar yalnızca
aldatmadan ve saptırmadan ibarettir. Türk milliyetçiliği için söylenenlerden
alınanlar olacaksa -ki bu aldanma sonucu olacaktır- aynı durumun Kürt ve Arap
milliyetçiliği veya başka herhangi bir milliyetçilik akımı için de geçerli
olduğunu hatırlatmak gerek. Bunların hepsi, hayvani dürtülerden enerji alan,
insani değerlerle bağdaşmayan, dar kapsamlı bir bakış açısının ürünüdür.
Nihayetinde
milyonlarca kilometrekarelik bir bütün teşkil eden Osmanlı Hilâfet Devleti
yıkılıp yerine onlarca ulus devlet kurulmuştur. Ulus devletler, kendilerini
kuran sömürgeci kâfir devletlerin diktiği yöneticiler ve nizamlar aracılığıyla
bu parçalanmışlığı kalıcılaştırmak için milliyetçiliği etkin bir şekilde
kullanmış, özellikle sınırları cetvelle çizerken toplumların demografik ve
sosyolojik özelliklerini dikkate alarak ayrıştırıcı, bölücü ve düşmanlaştırıcı
bir politika izlemiştir.
Sovyetler
Birliği’nin taşıdığı komünist ideolojinin kısmen de olsa milliyetçiliği
bertaraf etmeye çalışması sonucu, Batı blokunun liderliğini üstlenen kapitalist
Batı dünyası komünizm tehlikesine karşı milliyetçiliği kışkırtmaya yönelmiş,
Müslümanların toprakları üzerinde bulunan pek çok ülkede sağ ve sol, milliyetçi
ve komünist kavgası başlatılarak adeta milliyetçilik kapitalizmin savunucusu pozisyonuna
itilmiştir. Bu sayede komünizme karşı mücadele edelim derken halkı, milleti,
vatanı, hatta dini için mücadele ettiği zehabına kapılanlar farkında olmadan kapitalist
küfür sisteminin hâkimiyetine hizmet eder hâle gelmişlerdir.
Bilhassa
Soğuk Savaş Dönemi’nde bu karşıtlık çok acı sonuçlar doğurmuş, Müslümanların
nice evlatları fillerin bu tepişmesinde hayatlarından olmuştur. Komünizm
faktörü 80’li yılların başından itibaren güç kaybetmeye başladığında yine
milliyetçilik kartı kullanılarak yeni çatışmalara zemin hazırlanmıştır.
Türkiye
bağlamında bunun en önemli tezahürü Kürt meselesi olmuş, istihbarat
teşkilatları tarafından kurdurulan silahlı örgütler, İngilizlerin Osmanlı Hilâfeti’ni
parçalarken çizdiği fitne sınırlarından tevarüs eden düşmanlığı yeni bir boyuta
taşımışlardır. Hâlen etkileri devam eden bu kan davasının etkileri, yalnızca
yerel boyutla sınırlı kalmamış, devletlerarası düzeyde en çok kullanılan
argümanlardan biri hâline getirilmiştir.
Burada
önemli bir ayrıma dikkat çekmek gerek; kapitalist ideolojinin fikirlerinden
biri olan milliyetçilik kapitalist devletler tarafından kendi toplum yapıları
ve politikalarına göre farklı biçimlerde yorumlanır ve bu yorumlara göre dış
politikalar ve bölgesel hedefler belirlenir. Buna göre milliyetçilik veya
eşanlamlıları olan ırkçılık, vatancılık, üst kimlik vs. kavramlar sömürgeci kâfir
devletler tarafından farklı zamanlarda, farklı biçimlerde kullanılır. Örneğin;
İngiltere toplumu İngilizlerden oluştuğu için İngiliz milliyetçiliği devleti
güçlendiren bir faktör olabilirken, farklı milletlerden oluşan Amerika için
yıkıcı bir özellik taşır. İngiltere tarih boyunca hem kendi toplumu, hem de
sömürdüğü topraklarda milliyetçiliği etkin bir politik argüman olarak
kullanabilmiştir. Amerikalı diye bir millet olmadığı ve Amerikan toplumu
Avrupa, Afrika ve Asya kökenli milletlerden oluştuğu için milliyetçilik
politikasını ne kendi ülkesinde, ne de -istisnai durumlar hariç- sömürdüğü
topraklarda kullanır. Amerika bunun yerine “vatancılık”, “yurtseverlik” ve “üst
kimlik” kavramlarını öne çıkarır. Yine de toplumundaki siyahi-beyaz
ırkçılığının korkunç sonuçları günden güne artmaktadır. Özellikle İslâm
toprakları üzerinde kurulu devletlerde izlenen politikalar dikkatle
incelendiğinde bu ayrım daha net görülebilir.
Osmanlı
Hilâfet Devleti’nin yıkılma sürecinde etkin rol oynayan İngiltere, İslâm
topraklarındaki milliyetçilik hareketlerinin baş mimarıdır. Türkiye özelinden
hareket edersek, gerek Osmanlı’nın son döneminde, gerekse Cumhuriyet Dönemi’nde
milliyetçilik kazanının altına kömür atmaktan bir an olsun vazgeçmemiş, bu
sayede Türkiye Cumhuriyeti Devleti, adından nizamlarına, anayasasından
politikalarına kadar her alanda katı bir milliyetçilik yaklaşımını esas
almıştır.
Amerika
ise Türkiye’deki İngiliz nüfuzunu söküp atmak veya en azından etkisini azaltmak
suretiyle Türkiye’ye nüfuz etmek için karmaşık politika izlemiştir. Bir yandan
“sağcı”, “İslâmcı”, “muhafazakâr” etiketli milliyetçi hareketleri destekler
veya en azından o kesime nüfuz edebileceği kanaatiyle hareket ederken, öte
yandan milliyetçilik düşüncesinin yerine vatancılık düşüncesini yerleştirmeye
çalışmıştır. Bilhassa Özal iktidarı üzerindeki etkinliğini kullanarak, örneğin
Kürt meselesine çözüm bulmaya çalışmış, Kürt meselesinin bir “güvenlik” sorunu
olmadığı, dolayısıyla askerî yöntemlerle çözülemeyeceği, aksine “politik” bir
sorun olduğu, dolayısıyla siyasi çözümlere gidilmesi tezini öne çıkarmıştır.
Aynı
yaklaşım AK Parti iktidarı döneminde de sürdürülmüş, PKK ile müzakere süreci
başlatılmış, devletin üst düzey yetkilileri ile PKK yöneticileri arasında
görüşmeler yapılmış, çözüm sürecinin adımları hazırlanmış, adeta bir barış
havası estirilmiştir. Amerika bu yaklaşımı desteklerken, bunu ne Türkleri, ne
Kürtleri sevdiği için değil, bilakis İngilizlerin etkin olarak kullandığı bu
kozu devre dışı bırakmak için yapmıştır. Başka bir ifadeyle, akan nezih kanları
durdurmak için değil, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek için hareket etmiştir.
Nitekim öyle de olmuş, Suriye krizi patlak verince, Suriye’nin kuzeyinde kendi
güdümünde hareket eden PYD unsurlarını desteklemek amacıyla Türkiye’de devam
eden çözüm sürecini askıya aldırıp yeni bir milliyetçilik ateşinin fitilini
yakmıştır. Yazıktır ki yıllardır akan kanı ve sürdürülen bu kan davasını
durdurmaya yönelik adımlar boşa çıkmış, bu adımları atanlar Amerikalı
müttefiklerinin talimatına uyarak süreci askıya almışlardır.
Suriye
Mülteciler Milliyetçiliğin Çirkin Yüzünü Gördü
Kürt
meselesinin yeniden alevlenmesiyle artan düşmanlık ve savaş atmosferi memleketi
hızla esir alırken, her gün masum evlatların cenazeleri kaldırılırken, ülkede
korkunç bir ayrışma ve kamplaşma yaşanırken, bu defa Suriye meselesinin doğal
bir sonucu olarak mülteci krizi patlak vermiş, milliyetçiliğin çirkin yüzü bu
defa Suriyelilere karşı kendini göstermeye başlamıştır.
Öncelikle
şu gerçeği vurgulamak gerek; Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, nasıl ki Kürt
meselesinde “insani” ve “İslâmi” hiçbir faktörü dikkate almadan, yalnızca
Batılı müttefiklerinin çıkarları ve kendi “ulusal” çıkarları doğrultusunda hareket
ediyorsa, Suriye krizi ve Suriyeli mülteci kardeşlerimiz konusunda da maalesef
aynı dürtülerle hareket etmiştir, etmektedir. Devletin Suriye meselesine bakışı
bu sömürgeci ve milliyetçi yaklaşımdan kurtulamamıştır.
Askerî
yönden; Türk ordusu bölgenin en güçlü ordularından biri olduğu hâlde Suriye’de
yaşanan vahşeti izlemekle yetinmiş, Başkan Erdoğan’ın “İkinci bir Hama
yaşanmasına müsaade etmeyiz” sözü maalesef lafta kalmıştır. Türkiye’nin
“Fırat Kalkanı”, “Afrin”, “Münbiç’te devriye görevi” ve “İdlib’te gözlem
noktaları” adı altında Suriye’ye yaptığı askerî müdahaleler, her ne kadar
“teröre karşı mücadele” argümanıyla yürütülmüş olsa da, işin aslın Amerika’nın
talebi ve politikaları doğrultusunda olmuştur. Fırat Kalkanı operasyonu
Halep’in rejime teslim edilmesiyle sonuçlanmış, Afrin operasyonu koparılan
yaygaraya rağmen istenen sonucu vermemiş ve ötesine geçmemiş, Münbiç’teki
Amerikan varlığı dolayısıyla “devriye” göreviyle yetinilmiş, İdlib’teki gözlem
noktaları muhalif grupların kontrol altına alınması, rejime zaman ve fırsat
kazandırılması, Rusya’ya rahat hareket imkânı tanınmasıyla sonuçlanmıştır.
Siyasi
zeminde yürütülen faaliyetler, Suriyeli muhaliflerin toplantıları ve
devletlerarası sahada yürütülen görüşme ve müzakerelerde, Amerikan tezlerinin
savunulmasından öte geçilememiştir. Muhalif grupların ikna edilmesi
(kandırılması), devrim sürecinin sona erdirilmesi, yeni döneme hazırlık ve Esed
sonrası süreç konularında Amerikan politikaları neyi gerektiriyorsa aynen öyle
hareket edilmiştir. Türkiye hükümetinin Suriye konusunda kendisine özgü hiçbir
politikasının olmaması bunun en açık teyididir.
Mülteciler
konusuna gelince; Suriye’den Türkiye’ye mülteci akını başladığında, Türkiye’nin
daha önce benzerî bir mülteci akımına maruz kalmadığı gerekçesiyle pek çok
beceriksizliğe imza atılmıştır. Bunların ilki ve belki de en önemlisi, beyin
göçünden istifade edilememesidir. Eğitime önem verdiği bilinen Suriye halkından
çok sayıda bilim adamı, iş adamı, nitelikli ve yetişmiş yetenek, uğradıkları
haksızlıklar ve bürokratik engellerden ötürü, başta ABD olmak üzere Batılı
ülkelere gitmek zorunda kalmıştır.
Kaçan
trenin pişmanlığı sonrasında alelacele kararlarla kurulan Göç İdaresi, süreci
yönetecek deneyimli personel yetersizliği ve “milliyetçilik” etkisinin
hissedildiği yaklaşımlar sonucu krizi çözmekten ziyade derinleştirmiştir.
Şahsen Ankara İl Göç İdaresi bünyesindeki bir projede çalışırken ve Suriye
konulu çok sayıda konferansa katıldığımda, Suriyelileri “düşman” ve “potansiyel
suçlu” gören çirkin yaklaşıma tanık olmuş, ilgililerle yaptığım tartışmalarda
“önyargılar” ve “mevzuat” gerekçelerine dayalı savunmaları işitmiştim. Keza
medya da bu krizi yönetmede son derece başarısız olmuş, milliyetçiliğe dayalı
düşmancıl söylem, temiz dimağları kirletmiş ve artık “Suriyeli düşmanlığı” bir
realite hâline getirilmiştir.
Türkiye’nin
mülteci politikası maalesef utanç vericidir. İlk olarak; mültecilerin kabulü
konusunda tamamen Amerikan politikasının gerekleri dikkate alınmış, mülteci
akını başladığında kurulan kamplar Amerika’nın yedek askerî gücü olarak
kullanılan Özgür Suriye Ordusu’nun karargahları hâline getirilmiş, Amerika’nın
Türkiye’ye biçtiği “iyi polis” rolü gereği, güya insani bir dürtüyle mülteciler
kitleler hâlinde Türkiye’ye kabul edilmiştir. Bu sayede gerek Türk hükümeti
Suriye halkı nezdinde, gerekse Türk istihbaratı Suriyeli muhalif gruplar
nezdinde büyük bir itibar, prestij ve güven kazanmıştır. Bu kazanımdan kısa bir
süre sonra mülteci akını durdurulmuş, Suriye’ye “insani” nedenlerle bile olsa
geri dönenler tekrar kabul edilmemiş, dünya çapındaki Türk büyükelçilikleri
Suriyelilere hiçbir şekilde vize vermemiştir. Şu anda Türkiye’de işi veya
konumu dolayısıyla resmî oturum izni olanlar dışında hiçbir Suriyeli Türkiye’ye
giriş-çıkış yapamaz hâldedir. Bir başka ifadeyle Suriyelilere karşı, tıpkı
Trump’ın 8 Müslüman ülke vatandaşlarına aldığı vize yasağına benzer bir yasak
uygulanmaktadır. Geçmişte mülteciler resmî işlemlerini Türk makamları üzerinden
yapabilirken, artık Suriye rejiminin İstanbul’daki konsolosluğuna gitmeye ve
yüksek harç bedelleri ödemeye mahkûm edilmiştir. Ayrıca tıpkı Yahudi varlığının
Kudüs çevresine diktiği duvar gibi, yine “terörle mücadele” ve “sınır
güvenliği” bahanesiyle Türkiye-Suriye sınırına 900 kilometrelik bir duvar
örülmüştür. Düne kadar “Suriyeli kardeşlerimize kapımız açık, onlar Muhacir
biz Ensarız” diyen yöneticiler, artık Suriyelilerin geri gönderileceğinin
sinyalini vermeye başlamışlardır.
Mülteci
krizi ayrıca Avrupa Birliği’ne karşı da bir koz olarak kullanılmıştır.
Türkiye’ye gelen mülteci akını, Ege Denizi ve Trakya üzerinden Avrupa’ya
yönlendirilince eteği tutuşan Avrupalı devletler, vizelerin kaldırılması ve
ekonomik destek gibi birtakım vaatler öne sürerek hükümet ile pazarlığa oturmuş,
nihayetinde varılan 3 Milyar Euro’luk anlaşmayla mülteci akını bıçak gibi
kesilmiştir. Oysa bu anlaşmaya varılıncaya kadar, Aylan bebek gibi nice masum
Müslüman denizin soğuk sularında hayatını kaybetmişti, yazıklar olsun!
Milliyetçilik
temelli bütün bu ve benzeri politikalar, hükümetin ve medyanın sürdürdüğü
yaklaşım, kısa süre sonra toplumdaki olumsuz yansımalarıyla kendini
göstermiştir. Halk arasında Suriyelilere karşı düşmanca tepkiler, olumsuz
bakışlar ve kötü davranışlar türemeye başlamıştır. Kadınları ve bebekleri dahi
hedef alan vahşi eylemler zuhur etmiş, mahalleler ayağa kaldırılmıştır. “Suriyeliler
işimizi elimizde aldı, işsiz kaldık, aç kaldık” diyenler, o Suriyelilerin
vahşi kapitalist bilinçsizlikle donanmış acımasız işverenlerin kölesi gibi en
ağır işlerde asgari ücretin çeyreği maaşlarla çalıştırıldığını görmezden
geldiler. Öyle bir toplumsal gerilim ve baskı atmosferi oluşturuldu ki adeta
Suriyeli mülteci kardeşlerimizi geri gönderilmelerinin veya bezip geri
dönmelerinin zemini hazırlanıyordu. İletişim araçları ve sosyal medya
platformlarında hızla yayılan yaygaralar çok geçmeden genel kabul görüyordu.
Suriyelilerin
telefon faturalarının devlet tarafından ödendiği, devletten maaş aldıkları,
üniversitelere sınavsız girdikleri, arabaları için vergi ödemedikleri,
seçimlerde oy kullanacakları, TOKİ evlerini bedava alacakları, devlet memuru
olarak işe girecekleri gibi gerçekle hiçbir alakası olmayan onlarca yalan haber
servis ediliyordu.
Mülteciler
Derneği’nin bu iddialara cevap olarak hazırladığı broşür[1]
Milliyetçilik
yalnızca devletlerin izlediği politikalarda değil, aynı zamanda toplumsal
olgularda da kendini gösterir. Daha doğrusu aynı İslâm akidesi esası üzere
bütünleşmiş ümmeti ayrıştıran, bölen, kamplaştıran, düşmanlaştıran her şeyde
dar bakışlı bu hayvani dürtü vardır. Örneğin; futbol maçlarında taraftarların
birbirlerini öldürmeye varan kavgaları bunun bir sonucudur. Sünni-Şii,
Türk-Kürt, Laz-Çerkez, Vanlı-Yozgatlı, Türkiyeli-Suriyeli gibi ayrımların hepsi
bu sömürgecilik fikrine hizmet eder.
Bu
olgu yalnızca günümüze özgü değildir. Geçmişte de milliyetçilik, vatancılık
gibi dar ve düşük fikirler insanlar arasında var olmuştur. Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem zamanında Arap kabileleri arasında da benzer bir ayrışma
ve düşmanlık varken İslâm sayesinde hepsi kardeş olmuş, Evsli ile Hazreçli
arasında, Ensar ile Muhacir arasında, siyah ile beyaz arasında takvadan başka
hiçbir üstünlük kalmamıştır. Bu nedenle Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem milliyetçiliği bir “cahiliye narası” olarak tanımlamış ve şöyle
buyurmuştur:
مَنْ قُتِلَ تَحْتَ رَايَةٍ
عُمِّيَّةٍ، يَدْعُو عَصَبِيَّةً، أَوْ يَنْصُرُ عَصَبِيَّةً، فَقِتْلَةٌ
جَاهِلِيَّةٌ
“Kim
körü körüne çekilmiş (ummiyye) bir bayrak altında savaşır, asabiyet (milliyetçilik/ırkçılık)
için öfkelenir veya asabiyete çağırır veya asabiyete yardım ederse, cahiliye
ölümü ile ölmüş olur.”[2]
Yine,
Rabbimiz bu bölücü fikrin tehlikesine karşı Müslümanları uyararak şöyle
buyurmuştur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ
آَمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ إِلَّا وَأَنْتُمْ
مُسْلِمُونَ وَاعْتَصِمُوا بِحَبْلِ اللَّهِ جَمِيعًا وَلَا تَفَرَّقُوا
وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ كُنْتُمْ أَعْدَاءً فَأَلَّفَ
بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُمْ بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنْتُمْ عَلَى
شَفَا حُفْرَةٍ مِنَ النَّارِ فَأَنْقَذَكُمْ مِنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ
لَكُمْ آَيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
“Hep
birlikte Allah’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı sarılın ve sakın ayrılığa düşmeyin!
Allah’ın üzerinize olan nimetini hatırlayın. Hani siz birbirinizin düşmanları
idiniz de O sizin kalplerinizin arasını kaynaştırmış, böylece O’nun nimeti
sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında
idiniz de oradan da sizi yine O kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle
açıklar ki doğru yolu bulasınız.”[3]
Sözün
özü; İslâm ümmetinin bütünlüğünü temsil eden bir siyasi liderlik olarak Hilâfet
Devleti’ni kaybetmemize, Müslümanların parçalanmasına ve birbirlerine düşman
kesilmelerine neden olan milliyetçiliği reddetmek her Müslümana vaciptir.
Milliyetçilik bir cahiliye narasıdır ve Rabbimiz hepimizi bundan
sakındırmıştır:
أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ
يَبْغُونَ ۚ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللَّهِ
حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ
“Yoksa
onlar cahiliye hükmünün mü peşine düşüyorlar? Kesin bilgi sahibi bir toplum
için hükmü Allah’tan daha güzel olan kim vardır?”[4]
[1]
https://multeciler.org.tr/suriyeli-multecilerle-ilgili-dogru-bilinen-yanlislar/
[2]
Muslim
[3]
Âl-i İmran Suresi 102-103
[4]
Mâide Suresi 50


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış