HUKUKUN ÜSTÜNLÜĞÜ MÜ, REJİMİN BEKASI MI?

İbrahim Er

Farklı şekillerde tanımları bulunsa da hukuk: “Bir toplumda; devletin ve kurumlarının işleyişini, bu kurumların birbirleriyle olan alakalarını, devletle bireylerin ve bireylerin de birbirleri arasındaki hak ve sorumluluklarını düzenleyen kurallar bütününün, yine devlet gücüyle uygulanmasıdır” şeklinde ifade edilebilir. Hukukla birlikte zikredilen adalet kavramı ise bir hukuk sisteminin işletilmesinden elde edilmesi hedeflenen sonuçtur. Kısacası adalet, tatbik edilen hukuk sistemiyle hak sahibine (devlet veya fert) hakkın tam olarak teslim edilmesi işidir. Hukukun üstünlüğü ise yukarıda tanımlamaya çalıştığımız kurallar bütününden devlet, fert veya herhangi bir zümrenin istisnasız şekilde mesul olması ve bu kuralların tatbikine hiçbir gücün, makam ve mevkiinin tesir edememesidir.

Elbette ki hukukun üstünlüğü, kendilerini modern olarak tasvir eden günümüz beşerî sisteminin (demokrasi) meşruiyetini ve bekasını üzerine oturttukları bir kaide görevi görür. Onun için sistem sahipleri özellikle “yargı bağımsızlığı” ile birlikte bu iki kavramı sıkça telaffuz edip, toplumların önünde sürekli parlatırlar. Bilindiği üzere bu sistemde ilkesel olarak bir de “kuvvetler ayrılığı prensibi” mevcuttur. Yasama, yürütme ve yargıdan müteşekkil bu yapıda bir kuvvetin diğerine müdahalesi söz konusu değildir. İşte yargı bağımsızlığı buradan gelir ve onlara göre hukuk, bağımsız yargı denilen ve kendi başına bir güç olan bu mekanizmayla işletilerek, hiçbir varlığın ve gücün etkisi altında kalmadan adalet tesis edilmiş olur.

Demokratik sistemlerdeki hukuk ve işleyişi ile ilgili tanımlar, bu şekilde arka arkaya sıralanıp birbirleriyle olan bağlantıları ortaya konulduğunda teorik olarak bir tutarlılıktan bahsedilebilir. Hatta bu tutarlı durum hakikaten bu sistemin güçlü yönü olarak da algılanabilir ki, nitekim bu sistemin koruyucusu ve uygulayıcısı olanlar tarafından da bu şekilde algılanmakta ve toplum üzerinde de böyle bir algı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Ancak teorideki bu tutarlılık, pratiğe yani hayat sahasına indirildiğinde beklentilerin ve hedeflerin çok uzağında neticeler vermiştir ve vermeye de devam etmektedir. Şu an bu sistemin öncülüğünü yapan devletler başta olmak üzere, dünyanın her yerinde demokratik rejimler için bir ayrıcalık ve üstünlük vesilesi olarak addedilen bu mesele “hukukun üstünlüğü” sorunu hâlini almıştır. Sorunun, sistemin beşerî olmasından, yaratıcının hayattan uzaklaştırılıp her şeyin merkezine insanın oturtulmasından kaynaklandığı aşikârdır. Çünkü insanın egemen sayıldığı bir ortamda hem yasa yapımında hem de bu yasaların uygulanmasında bu işin başında olanların menfaatlerinin, korkularının, kendisi ve yakın çevresi ile ilgili gelecek kaygılarının tesirinin olmaması düşünülemez. Sonuçta milletin egemenliği bu sistemin maskesi, yönetici zümrenin insanları istedikleri çizgide tutabilmelerinin yöntemidir. Bu yüzden hukuki gidişatı iyileştirmek adına yeni yasalar yapmak ya da bir başka ifade ile yasaları güncellemek veya Türkiye’de olduğu gibi birbiri ardına çıkarılan demokratikleşme paketleriyle yamamak suretiyle, daha iyi sonuçlar elde edebilmek mümkün değildir.   

Rengine, inancına, ırkına, soyuna veya sahip olduğu mal varlığına göre aynı yasaların insanların üzerine farklı işletilmesi demokratik sistemlerin inkâr edilemez gerçeğidir. Bu türden yüzlerce olaya doğu-batı fark etmeksizin dünyanın her yerinde hemen her gün yayın kuruluşları vasıtasıyla şahit olmaktayız. Durum böyle olmakla birlikte, bu uygulamalar sistem koruyucuları tarafından münferit uygulamalar olarak değerlendirilebilir ve geneli yansıtmadığı iddiasında bulunulabilir. Bu nedenle hukukun üstünlüğünün asıl değerlendirileceği nokta, yazımızın başlığında geçen ve ele almaya çalışacağımız rejimin bekasına yönelik durumlarda hukuki veya hukuka rağmen rejimin ortaya koyduğu tepkilerin neler olduğu veya rejimin kendi hukukuna ne kadar bağlı kaldığıdır.

Bu çerçeveden bakıldığında hukukun üstünlüğü sorunu, esasında rejimin meşruiyetinin sorgulandığı ve bekasının sürekli tehdide maruz kaldığı devletlerde daha fazla kendisini gösteren bir sorundur. Aynı zamanda hukukun üstünlüğü kavramı göreceli bir kavramdır. Otorite sahiplerinin nerede durduğuna, hangi zaviyeden baktığına ve neyi tehdit olarak algıladığına göre değişir. Mesela 23 Nisan 1920’de açılan meclisin ilk çıkardığı kanunlardan birisi, 29 Nisan 1920 tarihli “Hıyanet-i Vataniye” (Vatan Hainliği) kanunudur ve bugünkü “Terörle Mücadele” kanununun ilk hâlidir. Meclisin ilk çıkardığı kanunlardandı çünkü Osmanlı Hilâfeti’nin ilgasının hemen ardından İslâm’a karşı ve ümmete rağmen kurulmuş olan bu devletin meşruiyet sorunu yaşayacağını ve ümmetin evlatlarıyla karşı karşıya geleceğini görmek için deha olmaya gerek yoktu. Nitekim 18 Eylül 1920 yılında özel bir yasayla kurulan İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla 1923-1927 yılları arasında bu yasa işletilmiş ve rejimin kendisi açısından tehdit olarak algıladığı binlerce Müslüman katledilmiştir. Aynı şekilde tek parti döneminin 1950 yılına kadar İslâm’a ve Müslümanlara yönelik şiddetli mücadelesi de yine İslâmi tehdit algısıyla gerçekleştirilmiştir. Ancak bu durum rejim sahipleri için hiçbir zaman hukuksuzluk olarak değerlendirilmemiş ve onlara göre hukukun üstünlüğü ilkesi çiğnenmemiştir. Hatta bugün bile Kemalist yobazların tamamı o dönemin bu uygulamalarını bir hukuksuzluk olarak değerlendirmez ve her şeyin hukuk çerçevesinde gerçekleştiği görüşünü savunmaya devam ederler.

Meselenin aslı, rejimin bekası söz konusu olduğunda rejim sahipleri için hukuk ihlali diye bir şeyin söz konusu olmamasıdır. Beka mücadelesi için yasalar yetersiz kalıyorsa bu onlar açısından doldurulması gereken bir hukuki boşluk anlamına gelir ve şiddetle müdahale edilir. Şayet ilkesel olarak bu boşluğu kapatamayacak bir durum söz konusu ise; “Silahsız Terör Örgütü” gibi zırvalıklarla veya Hizb-ut Tahrir davalarında verilen kararlar ve Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin onamasında olduğu gibi gelecekte yapılacağını vehmettikleri şiddet unsuru üzerinden hukuku işletebilmektedirler. Bu nedenle de siyasi diye addedilen ve genel olarak da terör kapsamına dâhil edilen bütün suçların hukuki sürecinde bu durum fazlasıyla hissedilir. Çünkü yargı, adalet mekanizması görevinden doğal bir refleksle rejimi koruma mekanizması hâline dönüşür ve beka kaygılarıyla alınmış kararlar ön plana çıkar.

Mesela yine bu rejim sahipleri (kesinlikle millet değil), 1960 ve 1980 darbelerinde hukuku tamamen askıya alarak rejimi kurtarma yoluna gitmişlerdir. 28 Şubat 1997 MGK kararlarıyla o dönemden bugüne rejim için tehdit görülen yüzlerce Müslüman, uydurma deliller ve işkence altında alınan ifadelerle hâlâ zindanlarda çürütülmektedir. On yılda bir değişen dengeler ve gücün el değiştirmesi sonucu, bu defa da 28 Şubat zihniyeti ve bu döneme kadar hâkim güç olan İngiliz türetmesi Kemalistler sanık sandalyesine oturtulmuşlardır. Yani 2007 yılına gelindiğinde, artık rejimin beka anlayışı ve tehdit unsuru olarak algılamaya başladığı zümre, AK Parti üzerinden yerleşmeye başlayan Amerikan hâkimiyetiyle birlikte değişmeye başlamıştır. 2010 yılındaki anayasa referandumunun ardından ise bu defa da İngilizci statükoya karşı birlikte kol kola mücadele eden AK Parti Hükümeti ile onun “FETÖ” diye tabir ettiği yapılanma arasında güç mücadelesi başlamıştır. Sonuçta 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından da on yıl önce yargı gücünü elinde tutup rejimin bekasını sağlamaya çalışanlar, rejim için tehdit hâline gelmiş ve kendilerine karşı büyük bir mücadele başlatılmıştır.

İşte bütün bu süreçlerin tamamı ki; buna anayasanın askıya alındığı dönemler de dâhil, rejim sahiplerine yani o an gücü elinde tutanlara göre hukuk çerçevesinde işletilmiş ve hukukun üstünlüğü ilkesinden taviz verilmemiş süreçlerdir. Şunu da belirtmek gerekir ki; Cumhuriyetin kurucu unsurları olan laik Kemalistlerden günümüzün Amerikan destekli laik demokrat AK Parti hükümetine kadar, rejimi ele geçiren bütün güç sahipleri için İslâm ve Müslümanlar ortak düşman ve rejimin bekası için ortak tehdit olmuştur. Özetle demokratik sistemde rejimin bekası söz konusu olduğunda, hukukun üstünlüğü yani hukuka bağlılık kolayca terkedilebilen bir teferruattan başka bir şey değildir.

AK Parti Hükümeti, İngiliz vesayetinin etkisini önemli ölçüde kırmayı başardıktan ve onları Ergenekon ve benzeri operasyonlarla kuşattıktan sonra yargı üzerine odaklandı ve statükonun yargı üzerinden uzaklaştırılması için harekete geçti. 24 Temmuz 2009’da Adalet Bakanlığı kendi web sayfasından “Yargı Reformu Stratejisi” belgesini yayınlayıp aynı gün Bakanlar Kurulu’nun bilgisine sundu. 116 sayfadan ibaret bu raporun 15. sayfasında amaçlar başlığı altında aşağıdaki 10 madde sıralanmış ve daha sonra da her bir madde için kapsamlı bir şekilde gerekçeli açıklamalar yapılmıştır.

1. Yargının bağımsızlığının güçlendirilmesi

2. Yargının tarafsızlığının geliştirilmesi

3. Yargının verimliliğinin ve etkililiğinin artırılması

4. Yargıda mesleki yetkinliğin artırılması

5. Yargı örgütü yönetim sisteminin geliştirilmesi

6. Yargıya güvenin artırılması

7. Adalete erişimin kolaylaştırılması

8. Uyuşmazlıkları önleyici nitelikteki tedbirlerin etkin hâle getirilmesi ve alternatif çözüm yolları geliştirilmesi

9. Ceza infaz sisteminin geliştirilmesi

10. Ülkemizin ihtiyaçları ve Avrupa Birliği müktesebatına uyum sürecinin gerektirdiği mevzuat çalışmalarına devam edilmesi

Bu maddeleri detaylarına girmeden sadece başlıklar hâlinde okumak bile 90 yıllık bir devletin yargıda gelmiş olduğu durumu görmek için yeterlidir. Çünkü bu başlıklar, yargıdaki sorunları delilleri ve gerekçeleriyle birlikte ortaya koymak ve yapılması planlanan yargı reformunun altyapısını oluşturmak için hazırlanmıştır.

Yargı Reformu Stratejisi 2010 yılında yapılacak yargı ağırlıklı anayasa referandumunun başlangıcı olarak da değerlendirilebilir. 26 maddelik değişimi kapsayan bu referandumda yüksek yargı ile ilgili tüm kurumların (Yargıtay, Danıştay, Anayasa Mahkemesi vs.) yapıları ve üye atamalarıyla ilgili değişiklikler yapıldı. Böylece vesayet anayasası diye tabir edilen İngilizci statükoya ait 1982 Anayasası kaynaklı yargı yapılanması tamamen değiştirilerek Kemalistlerin yargıdaki egemenliklerine son verildi. Bu referandumun ardından dört önemli yargı paketi ile yargıda çok önemli düzenlemelere gidildi.

Birincisi; Düşünce ve İfade Özgürlüğü Açısından Yargı Paketleri: Başta Terörle Mücadele Kanunu olmak üzere, Örgütlü Suçlar, Türk Ceza Kanunu ve Basın Kanunu’nda düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken birçok madde üzerinde değişiklik yapıldı. Böylece düşünce ve ifade özgürlüğünün kapsamı genişletilmek istendi. Özellikle terör örgütü propagandasının hangi hâllerde söz konusu olabileceğine ilişkin kıstaslar, düzenlemeler yapılmış, bunların basın yoluyla yapılmasının hangi hâllerde olabileceğine ilişkin maddeler değiştirilmiştir. Bu paketin içeriğini oluşturan maddeler, Türkiye’nin en fazla hak ihlali eleştirilerine maruz kaldığı ve AİHM (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi) nezdinde en fazla mahkûm edildiği maddelerdir.

İkincisi; Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Açısından Yargı Paketleri: Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda değişiklikler yapılmıştır. Terör kapsamına giren suçlara da Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması, Hapis Cezasının Seçenek Yaptırımlara Çevrilmesi ve Hapis Cezasının Ertelenmesi gibi seçenekler bu paketle uygulanabilir hâle getirilmiştir. Tutuklama koşullarında düzenlemelerle, adli kontrol şartı ile salıverme düzenlemeleri de bu paket kapsamındadır.

Üçüncüsü; Adil Yargılanma Hakkı Açısından Yargı Paketleri: Terörle Mücadele Kanunu’nda değişiklikler yapılmıştır. Özel Görevli Ağır Ceza Mahkemeleri, Bölge Ağır Ceza Mahkemelerine dönüştürülmüştür. Avukat sayısı ve görüşme kriterleri, anadilde savunma hakkı ile ilgili düzenlemelerle daha birçok farklı konu üzerinde yenilik ve düzenlemeler mevcuttur.

Dördüncüsü; İnfaz Uygulaması Açısından Yargı Paketleri: Cezaların infazındaki sorun ve aksaklıkları gidermek adına İnfaz Kanunu üzerinde yapılan yenilik ve değişiklikleri içeren düzenlemelerdir. Ağır hasta mahkûmların durumu, infaz başlangıcının ertelenmesi, denetimli serbestlikle ilgili iki yeni maddenin ilavesi gibi başlıklar mevcuttur.[1]

Yargı Reformu Stratejisi belgesinin ardından, 2009-2013 yılları arasında yargı üzerinde yapılan kapsamlı yenilik ve değişikliklerin bazılarının başlıklar hâlindeki özeti bu şekildedir. Yukarıdaki linkten yasalar üzerinde yapılan yenilik ve değişikliklerle ilgili tüm detaylara madde madde ulaşılıp kapsamlı bir şekilde incelenebilir. 16 Nisan 2017 tarihli Cumhurbaşkanlığı referandumunda da Anayasa Mahkemesi’nin üye sayısı ve HSK (Hâkimler ve Savcılar Kurulu) ile ilgili değişiklikler yapıldı. Son on yılda yapılan bu kadar düzenlemeye veya bir başka tabirle “iyileştirmeye” rağmen 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından değişen tehdit algısıyla OHAL (Olağan Üstü Hal) ilan edilerek çıkarılan KHK’lar (Kanun Hükmünde Kararname) ile hukuksal süreç işletilmeye çalışılmıştır. Oysa 2009 sonrası yapılan hukuksal düzenlemelerin ardından Türkiye’nin yargı sorununun çözülmesi ya da en azından bu alandaki sıkıntılarının hafiflemesi gerekirdi. Sonuçta bugün gelinen noktada bariz şekilde yapılmış hukuksuzluklarla on binlerce mağdur edilmiş insan ve içinden çıkılamaz kaotik bir ortam meydana gelmiştir. Kısacası bir kez daha rejimin bekası karşısında hukukun üstünlüğü arka plana atılmış ve en kestirme yoldan tehdidin üzerine gidilmeye çalışılmıştır.

Yukarıdaki yargı yenileme ve iyileştirmeleri maksadıyla yapılan yargı paketlerine dikkat çekmemizin sebebi elbette i kötü durumun iyileştirilmesi şeklinde bir değerlendirme yapmak değildir. Böyle bir algı oluşmasından Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya sığınırız. Tam tersi kötü olanın yine bir başka kötü olanla iyileştirilmeye çalışıldığını göstermek istedik. Sonuçta AB (Avrupa Birliği) üyeliği uyum süreci sebebiyle çıkartılan uyum paketleri ile bu asrın başında başlayan ve on beş yıl boyunca devam eden hukuksal iyileştirmelerin meydana getirdiği facia ortadadır. Bugün rejimi elinde tutan AK Parti iktidarı ile onun yandaşı olan yazar ve akademisyenler dışında hukukun üstünlüğü zırvalığının varlığını kabul edip savunan kimse yoktur.

Ayrıca son on beş yıl boyunca, bu kadar hummalı bir şekilde hukukun üstünlüğü ilkesi adına yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığını sağlayacak çalışmaların yürütülmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan sonraki ilk seksen yılında aslında bir hukuk devleti olmadığını kabul etmek anlamına gelmiyor mu? Elbette geliyor. Ancak o dönemin güç sahipleri için de devlet hukuk devletiydi ve hukukun üstünlüğü temel ilkeydi. Onlar da bütün her şeyi hukuk bağlamında yapıyorlardı. Peki, şimdi sizin farkınız ne? Şu an yönetimde olan AK Parti ile onun “kraldan çok kralcı” yandaşları bunu bugün gelinen noktayla ilişkilendirerek açıklayabilirler mi? Elbette ki hayır. Bilindik, artık klasik hâline gelmiş sloganik söylemlerin dışında hiçbir şeyle açıklayamazlar.

Şimdi AK Parti döneminde hukukun üstünlüğünün tesisi için yapıldığı söylenen yasal değişiklik ve iyileştirmelerine bir de şu çerçeveden bakalım: TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı), “TESEV Demokratikleşme Tartışmaları” programı çerçevesinde 28 Aralık 2017 tarihinde bir rapor yayınladı. Rapor, “Yargı Bağımsızlığı İçin Adalet Yüksek Kurumu Oluşturma Önerisi ve Tartışması” başlığı altında, katılımcıların öneri ve görüşlerinin de yer aldığı bir içerikle yayınlandı. TESEV’in, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en büyük düşünce (think-tank) kuruluşu olması açısından yayınlamış olduğu raporlar önemlidir. Bu gibi kuruluşlar, yönetimi elinde bulunduranlara ele almış olduğu konular üzerinden yol gösterme, sorunun varlığını ortaya koyma, sorunlara ışık tutma ve sorunlarla ilgi önerilerde bulunma gibi görevleri yerine getirirler. İşte böyle bir kuruluş; Cumhuriyetin doksan beşinci yılını kutlarken, hukukun üstünlüğü ilkesiyle hareket eden bir hukuk devletine, yani Türkiye Cumhuriyeti’ne daha bir yıl önce yargı bağımsızlığının tesisi için yeni bir kurumsal yapı ile ilgili öneri çalışması yapmıştır. Bunun bir başka açıklaması da daha bir yıl önce TESEV tarafından Türkiye’de yargının bağımsız olmadığı ortaya konulmuştur.

Demokrasinin ilkelerine göre yargı bağımsız değilse, hukukun üstünlüğü diye bir şey de söz konusu değildir. İşte doksan beş yıllık Cumhuriyet tarihinde hukukun üstünlüğü palavrasının son görüntüsü bu şekildedir. Yüzlerce yıl geçse de değişen bir şey olmayacaktır. Çünkü mesele yasalarla yap-boz oynama meselesi değildir. Mesele egemenliğin millete ait olma, yani hükmün kaynağının insana ait olması meselesi ve sorunudur. Temel fikir olarak tevhid akidesi alınmadıkça, Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın emir ve nehiyleri hayatın her alanını Hilâfet Devleti’nin yönetimiyle kuşatmadıkça zulüm asla son bulmayacaktır. Tağutun egemen olduğu, insan kaynaklı bütün rejimlerde hukuk denen kavram yönetici zümrenin elindedir. Bu kesindir, bunun aksini iddia etmek temelde cehalet, özelde de saflık veya art niyetin yani rejimden menfaat elde etmenin neticesidir.

Bu açıklamaların ve örneklerin ardından konumuzun başlığına tekrar dönecek olursak; Hukukun üstünlüğü mü? Rejimin bekası mı? Sorusuna verilebilecek cevabı şu şekilde özetleyebiliriz: İsmi ve şekli ne olursa olsun beşerî sistemlerde hukuk, rejimi elinde tutanların kontrolünde ve hatta emrindedir. Hukukun üstünlüğü ilkesi rejim sahipleri açısından iki önemli meseleyi halletmeye yarar. Bunların biri, rejimin bekası ve işleyişi için hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığına sürekli vurgu yaparak halkların gözünü boyamak, diğeri de rejimin tehlikeye düştüğü durumlarda hukukun üstünlüğünü bir silah olarak kullanabilmektir. Sonuçta hukukun üstünlüğü vurgusu, darbelerin sonrasında oluşturulan sıkıyönetim hükümetlerinde de mevcuttur ve hatta işledikleri cinayetler için bile bu söylemleri kullanmışlardır. Onun için rejim sahipleri, kendilerine tehdit olarak algıladıkları hiçbir olayı, ferdi ve oluşumu kendi yasalarında suç teşkil etmese bile müdahale alanının dışında bırakmayacaklardır. Bu müdahaleyi de yine hukukun üstünlüğü(!) çerçevesinde yapacaklardır. Çünkü bunun dışındaki bir davranış onların, hukuk silahını kendilerine doğrultup sıkmaları anlamına gelmektedir.

Ayrıca bu meselenin dünü veya bugünü yoktur. Sadece üslup ve uygulama farklılıkları vardır. Bu da hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı konusunda gelişme yaşandığı anlamına gelmemektedir. Değişimin asıl sebebi, Türkiye’de kurucu unsur olan İngilizci vesayetin yerini ABD destekli liberallerin almış olmasıdır. Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz; mesela dün İngiliz destekli laik demokrat Kemalistler, hukuku tehdit olarak algıladıkları İslâmi değerlere ve Müslümanlara karşı acımasızca kullanıyorlardı. Bugün de ABD destekli demokrat aynı şeyi yapmaktadır. Buna elbette karşı çıkanlar olacaktır; eğer Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın dinini hâkim kılmak için bir kitleyle fikrî ve siyasi bir mücadeleye başlar, bu tağut rejimi ve yöneticilerini reddeder ve İslâmi hayat için Hilâfet Devleti’ni isterseniz; emin olun hukukun üstünlüğü hemen karşınıza çıkacaktır. İşte bu, başta terörist damgası yemek üzere birçok değişik muameleyle karşı karşıya kalacaksınız demektir.

Sonuçta sorumuzun cevabı elbette ki rejimin bekasıdır. Hukukun üstünlüğü ise sadece sloganik bir söylemdir. Ancak şu an rejimi elinde tutan ve onlara koşulsuz olarak destek veren zümre içerisindeki akıl sahiplerine küçük bir hatırlatmamız olacaktır:

Unutulmamalıdır ki zulüm adaletin karşıtıdır. Adaletin sahibi ise diğer tüm her şeyin sahibi olan Allah Subhanehû ve Teâlâ’dır. Adaletin çerçevesi yalnızca O’nun emir ve nehiyleriyle çizdiği alandır ve her kim de bunun zerre miktarı dışına çıkarsa kendisini zulmeden zümrenin içerisine dâhil etmiş olur. Onun için beşerî nizamlara sarılıp onlardan adaletin tesis ve tecellisini beklemek, Mekke müşriklerinin putlardan kendilerine yol göstermesini beklemeleriyle aynı değerdedir. Bugünkü tek değişiklik, putların yerini sistemlerin, bazı sembol ve şekillerin almasıdır. Ancak her ikisinde de değişmeyen, hayattaki egemen gücün Allah Subhanehû ve Teâlâ değil de, insan ve kendi eliyle yapıp yücelttiği bazı sistem ve sembollerdir.

Rabbimizin şu hitaplarıyla konumuza son verelim:

إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ أَمَرَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ 

“Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.”[2]

أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ 

“Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?”[3]



[1] http://tesev.org.tr/tr/yayin/yargi-paketleri-hak-ve-ozgurlukler-acisindan-bir-degerlendirme-genis-kapsamli-rapor/

[2] Yusuf Suresi 40

[3] Maide Suresi 50


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz