Farklı şekillerde
tanımları bulunsa da hukuk: “Bir toplumda; devletin ve kurumlarının
işleyişini, bu kurumların birbirleriyle olan alakalarını, devletle bireylerin
ve bireylerin de birbirleri arasındaki hak ve sorumluluklarını düzenleyen
kurallar bütününün, yine devlet gücüyle uygulanmasıdır” şeklinde ifade
edilebilir. Hukukla birlikte zikredilen adalet kavramı ise bir hukuk sisteminin
işletilmesinden elde edilmesi hedeflenen sonuçtur. Kısacası adalet, tatbik
edilen hukuk sistemiyle hak sahibine (devlet veya fert) hakkın tam olarak
teslim edilmesi işidir. Hukukun üstünlüğü ise yukarıda tanımlamaya çalıştığımız
kurallar bütününden devlet, fert veya herhangi bir zümrenin istisnasız şekilde
mesul olması ve bu kuralların tatbikine hiçbir gücün, makam ve mevkiinin tesir
edememesidir.
Elbette ki hukukun
üstünlüğü, kendilerini modern olarak tasvir eden günümüz beşerî sisteminin
(demokrasi) meşruiyetini ve bekasını üzerine oturttukları bir kaide görevi
görür. Onun için sistem sahipleri özellikle “yargı
bağımsızlığı” ile birlikte bu iki kavramı sıkça telaffuz edip, toplumların
önünde sürekli parlatırlar. Bilindiği üzere bu sistemde ilkesel olarak bir de “kuvvetler ayrılığı prensibi” mevcuttur.
Yasama, yürütme ve yargıdan müteşekkil bu yapıda bir kuvvetin diğerine müdahalesi
söz konusu değildir. İşte yargı bağımsızlığı buradan gelir ve onlara göre
hukuk, bağımsız yargı denilen ve kendi başına bir güç olan bu mekanizmayla
işletilerek, hiçbir varlığın ve gücün etkisi altında kalmadan adalet tesis
edilmiş olur.
Demokratik sistemlerdeki
hukuk ve işleyişi ile ilgili tanımlar, bu şekilde arka arkaya sıralanıp
birbirleriyle olan bağlantıları ortaya konulduğunda teorik olarak bir
tutarlılıktan bahsedilebilir. Hatta bu tutarlı durum hakikaten bu sistemin
güçlü yönü olarak da algılanabilir ki, nitekim bu sistemin koruyucusu ve
uygulayıcısı olanlar tarafından da bu şekilde algılanmakta ve toplum üzerinde
de böyle bir algı oluşturulmaya çalışılmaktadır. Ancak teorideki bu tutarlılık,
pratiğe yani hayat sahasına indirildiğinde beklentilerin ve hedeflerin çok
uzağında neticeler vermiştir ve vermeye de devam etmektedir. Şu an bu sistemin
öncülüğünü yapan devletler başta olmak üzere, dünyanın her yerinde demokratik
rejimler için bir ayrıcalık ve üstünlük vesilesi olarak addedilen bu mesele “hukukun üstünlüğü” sorunu hâlini
almıştır. Sorunun, sistemin beşerî olmasından, yaratıcının hayattan
uzaklaştırılıp her şeyin merkezine insanın oturtulmasından kaynaklandığı
aşikârdır. Çünkü insanın egemen sayıldığı bir ortamda hem yasa yapımında hem de
bu yasaların uygulanmasında bu işin başında olanların menfaatlerinin,
korkularının, kendisi ve yakın çevresi ile ilgili gelecek kaygılarının
tesirinin olmaması düşünülemez. Sonuçta milletin egemenliği bu sistemin
maskesi, yönetici zümrenin insanları istedikleri çizgide tutabilmelerinin
yöntemidir. Bu yüzden hukuki gidişatı iyileştirmek adına yeni yasalar yapmak ya
da bir başka ifade ile yasaları güncellemek veya Türkiye’de olduğu gibi birbiri
ardına çıkarılan demokratikleşme paketleriyle yamamak suretiyle, daha iyi
sonuçlar elde edebilmek mümkün değildir.
Rengine, inancına,
ırkına, soyuna veya sahip olduğu mal varlığına göre aynı yasaların insanların
üzerine farklı işletilmesi demokratik sistemlerin inkâr edilemez gerçeğidir. Bu
türden yüzlerce olaya doğu-batı fark etmeksizin dünyanın her yerinde hemen her
gün yayın kuruluşları vasıtasıyla şahit olmaktayız. Durum böyle olmakla
birlikte, bu uygulamalar sistem koruyucuları tarafından münferit uygulamalar
olarak değerlendirilebilir ve geneli yansıtmadığı iddiasında bulunulabilir. Bu
nedenle hukukun üstünlüğünün asıl değerlendirileceği nokta, yazımızın
başlığında geçen ve ele almaya çalışacağımız rejimin bekasına yönelik
durumlarda hukuki veya hukuka rağmen rejimin ortaya koyduğu tepkilerin neler
olduğu veya rejimin kendi hukukuna ne kadar bağlı kaldığıdır.
Bu çerçeveden
bakıldığında hukukun üstünlüğü sorunu, esasında rejimin meşruiyetinin
sorgulandığı ve bekasının sürekli tehdide maruz kaldığı devletlerde daha fazla
kendisini gösteren bir sorundur. Aynı zamanda hukukun üstünlüğü kavramı
göreceli bir kavramdır. Otorite sahiplerinin nerede durduğuna, hangi zaviyeden
baktığına ve neyi tehdit olarak algıladığına göre değişir. Mesela 23 Nisan
1920’de açılan meclisin ilk çıkardığı kanunlardan birisi, 29 Nisan 1920 tarihli
“Hıyanet-i Vataniye” (Vatan Hainliği)
kanunudur ve bugünkü “Terörle Mücadele”
kanununun ilk hâlidir. Meclisin ilk çıkardığı kanunlardandı çünkü Osmanlı Hilâfeti’nin
ilgasının hemen ardından İslâm’a karşı ve ümmete rağmen kurulmuş olan bu
devletin meşruiyet sorunu yaşayacağını ve ümmetin evlatlarıyla karşı karşıya
geleceğini görmek için deha olmaya gerek yoktu. Nitekim 18 Eylül 1920 yılında
özel bir yasayla kurulan İstiklal Mahkemeleri vasıtasıyla 1923-1927 yılları
arasında bu yasa işletilmiş ve rejimin kendisi açısından tehdit olarak
algıladığı binlerce Müslüman katledilmiştir. Aynı şekilde tek parti döneminin
1950 yılına kadar İslâm’a ve Müslümanlara yönelik şiddetli mücadelesi de yine
İslâmi tehdit algısıyla gerçekleştirilmiştir. Ancak bu durum rejim sahipleri
için hiçbir zaman hukuksuzluk olarak değerlendirilmemiş ve onlara göre hukukun
üstünlüğü ilkesi çiğnenmemiştir. Hatta bugün bile Kemalist yobazların tamamı o
dönemin bu uygulamalarını bir hukuksuzluk olarak değerlendirmez ve her şeyin
hukuk çerçevesinde gerçekleştiği görüşünü savunmaya devam ederler.
Meselenin aslı,
rejimin bekası söz konusu olduğunda rejim sahipleri için hukuk ihlali diye bir
şeyin söz konusu olmamasıdır. Beka mücadelesi için yasalar yetersiz kalıyorsa
bu onlar açısından doldurulması gereken bir hukuki boşluk anlamına gelir ve
şiddetle müdahale edilir. Şayet ilkesel olarak bu boşluğu kapatamayacak bir
durum söz konusu ise; “Silahsız Terör
Örgütü” gibi zırvalıklarla veya Hizb-ut Tahrir davalarında verilen kararlar
ve Yargıtay 16. Ceza Dairesi’nin onamasında olduğu gibi gelecekte yapılacağını
vehmettikleri şiddet unsuru üzerinden hukuku işletebilmektedirler. Bu nedenle
de siyasi diye addedilen ve genel olarak da terör kapsamına dâhil edilen bütün
suçların hukuki sürecinde bu durum fazlasıyla hissedilir. Çünkü yargı, adalet
mekanizması görevinden doğal bir refleksle rejimi koruma mekanizması hâline
dönüşür ve beka kaygılarıyla alınmış kararlar ön plana çıkar.
Mesela yine bu
rejim sahipleri (kesinlikle millet değil), 1960 ve 1980 darbelerinde hukuku
tamamen askıya alarak rejimi kurtarma yoluna gitmişlerdir. 28 Şubat 1997 MGK
kararlarıyla o dönemden bugüne rejim için tehdit görülen yüzlerce Müslüman,
uydurma deliller ve işkence altında alınan ifadelerle hâlâ zindanlarda
çürütülmektedir. On yılda bir değişen dengeler ve gücün el değiştirmesi sonucu,
bu defa da 28 Şubat zihniyeti ve bu döneme kadar hâkim güç olan İngiliz
türetmesi Kemalistler sanık sandalyesine oturtulmuşlardır. Yani 2007 yılına
gelindiğinde, artık rejimin beka anlayışı ve tehdit unsuru olarak algılamaya
başladığı zümre, AK Parti üzerinden yerleşmeye başlayan Amerikan hâkimiyetiyle
birlikte değişmeye başlamıştır. 2010 yılındaki anayasa referandumunun ardından
ise bu defa da İngilizci statükoya karşı birlikte kol kola mücadele eden AK Parti
Hükümeti ile onun “FETÖ” diye tabir ettiği yapılanma arasında güç mücadelesi
başlamıştır. Sonuçta 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından da on yıl önce
yargı gücünü elinde tutup rejimin bekasını sağlamaya çalışanlar, rejim için
tehdit hâline gelmiş ve kendilerine karşı büyük bir mücadele başlatılmıştır.
İşte bütün bu
süreçlerin tamamı ki; buna anayasanın askıya alındığı dönemler de dâhil, rejim
sahiplerine yani o an gücü elinde tutanlara göre hukuk çerçevesinde işletilmiş
ve hukukun üstünlüğü ilkesinden taviz verilmemiş süreçlerdir. Şunu da belirtmek
gerekir ki; Cumhuriyetin kurucu unsurları olan laik Kemalistlerden günümüzün
Amerikan destekli laik demokrat AK Parti hükümetine kadar, rejimi ele geçiren
bütün güç sahipleri için İslâm ve Müslümanlar ortak düşman ve rejimin bekası
için ortak tehdit olmuştur. Özetle demokratik sistemde rejimin bekası söz
konusu olduğunda, hukukun üstünlüğü yani hukuka bağlılık kolayca terkedilebilen
bir teferruattan başka bir şey değildir.
AK Parti Hükümeti,
İngiliz vesayetinin etkisini önemli ölçüde kırmayı başardıktan ve onları
Ergenekon ve benzeri operasyonlarla kuşattıktan sonra yargı üzerine odaklandı
ve statükonun yargı üzerinden uzaklaştırılması için harekete geçti. 24 Temmuz
2009’da Adalet Bakanlığı kendi web sayfasından “Yargı Reformu Stratejisi” belgesini yayınlayıp aynı gün Bakanlar
Kurulu’nun bilgisine sundu. 116 sayfadan ibaret bu raporun 15. sayfasında
amaçlar başlığı altında aşağıdaki 10 madde sıralanmış ve daha sonra da her bir
madde için kapsamlı bir şekilde gerekçeli açıklamalar yapılmıştır.
1. Yargının
bağımsızlığının güçlendirilmesi
2. Yargının
tarafsızlığının geliştirilmesi
3. Yargının
verimliliğinin ve etkililiğinin artırılması
4. Yargıda mesleki
yetkinliğin artırılması
5. Yargı örgütü yönetim
sisteminin geliştirilmesi
6. Yargıya güvenin
artırılması
7. Adalete erişimin
kolaylaştırılması
8. Uyuşmazlıkları
önleyici nitelikteki tedbirlerin etkin hâle getirilmesi ve alternatif çözüm
yolları geliştirilmesi
9. Ceza infaz
sisteminin geliştirilmesi
10. Ülkemizin
ihtiyaçları ve Avrupa Birliği müktesebatına uyum sürecinin gerektirdiği mevzuat
çalışmalarına devam edilmesi
Bu maddeleri
detaylarına girmeden sadece başlıklar hâlinde okumak bile 90 yıllık bir
devletin yargıda gelmiş olduğu durumu görmek için yeterlidir. Çünkü bu
başlıklar, yargıdaki sorunları delilleri ve gerekçeleriyle birlikte ortaya
koymak ve yapılması planlanan yargı reformunun altyapısını oluşturmak için
hazırlanmıştır.
Yargı Reformu
Stratejisi 2010 yılında yapılacak yargı ağırlıklı anayasa referandumunun
başlangıcı olarak da değerlendirilebilir. 26 maddelik değişimi kapsayan bu
referandumda yüksek yargı ile ilgili tüm kurumların (Yargıtay, Danıştay,
Anayasa Mahkemesi vs.) yapıları ve üye atamalarıyla ilgili değişiklikler
yapıldı. Böylece vesayet anayasası diye tabir edilen İngilizci statükoya ait
1982 Anayasası kaynaklı yargı yapılanması tamamen değiştirilerek Kemalistlerin
yargıdaki egemenliklerine son verildi. Bu referandumun ardından dört önemli
yargı paketi ile yargıda çok önemli düzenlemelere gidildi.
Birincisi; Düşünce ve İfade Özgürlüğü Açısından Yargı
Paketleri:
Başta Terörle Mücadele Kanunu olmak üzere, Örgütlü Suçlar, Türk Ceza Kanunu ve Basın
Kanunu’nda düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken
birçok madde üzerinde değişiklik yapıldı. Böylece düşünce ve ifade özgürlüğünün
kapsamı genişletilmek istendi. Özellikle terör örgütü propagandasının hangi hâllerde
söz konusu olabileceğine ilişkin kıstaslar, düzenlemeler yapılmış, bunların
basın yoluyla yapılmasının hangi hâllerde olabileceğine ilişkin maddeler
değiştirilmiştir. Bu paketin içeriğini oluşturan maddeler, Türkiye’nin en fazla
hak ihlali eleştirilerine maruz kaldığı ve AİHM (Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi) nezdinde en fazla mahkûm edildiği maddelerdir.
İkincisi; Kişi Özgürlüğü ve Güvenliği Açısından Yargı
Paketleri: Terörle
Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu’nda değişiklikler yapılmıştır. Terör
kapsamına giren suçlara da Hükmün Açıklanmasının Geri Bırakılması, Hapis
Cezasının Seçenek Yaptırımlara Çevrilmesi ve Hapis Cezasının Ertelenmesi gibi
seçenekler bu paketle uygulanabilir hâle getirilmiştir. Tutuklama koşullarında
düzenlemelerle, adli kontrol şartı ile salıverme düzenlemeleri de bu paket
kapsamındadır.
Üçüncüsü; Adil Yargılanma Hakkı Açısından Yargı
Paketleri: Terörle
Mücadele Kanunu’nda değişiklikler yapılmıştır. Özel Görevli Ağır Ceza
Mahkemeleri, Bölge Ağır Ceza Mahkemelerine dönüştürülmüştür. Avukat sayısı ve
görüşme kriterleri, anadilde savunma hakkı ile ilgili düzenlemelerle daha
birçok farklı konu üzerinde yenilik ve düzenlemeler mevcuttur.
Dördüncüsü; İnfaz Uygulaması Açısından Yargı Paketleri:
Cezaların
infazındaki sorun ve aksaklıkları gidermek adına İnfaz Kanunu üzerinde yapılan
yenilik ve değişiklikleri içeren düzenlemelerdir. Ağır hasta mahkûmların
durumu, infaz başlangıcının ertelenmesi, denetimli serbestlikle ilgili iki yeni
maddenin ilavesi gibi başlıklar mevcuttur.[1]
Yargı Reformu
Stratejisi belgesinin ardından, 2009-2013 yılları arasında yargı üzerinde
yapılan kapsamlı yenilik ve değişikliklerin bazılarının başlıklar hâlindeki
özeti bu şekildedir. Yukarıdaki linkten yasalar üzerinde yapılan yenilik ve
değişikliklerle ilgili tüm detaylara madde madde ulaşılıp kapsamlı bir şekilde
incelenebilir. 16 Nisan 2017 tarihli Cumhurbaşkanlığı referandumunda da Anayasa
Mahkemesi’nin üye sayısı ve HSK (Hâkimler ve Savcılar Kurulu) ile ilgili
değişiklikler yapıldı. Son on yılda yapılan bu kadar düzenlemeye veya bir başka
tabirle “iyileştirmeye” rağmen 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından
değişen tehdit algısıyla OHAL (Olağan Üstü Hal) ilan edilerek çıkarılan KHK’lar
(Kanun Hükmünde Kararname) ile hukuksal süreç işletilmeye çalışılmıştır. Oysa
2009 sonrası yapılan hukuksal düzenlemelerin ardından Türkiye’nin yargı
sorununun çözülmesi ya da en azından bu alandaki sıkıntılarının hafiflemesi
gerekirdi. Sonuçta bugün gelinen noktada bariz şekilde yapılmış
hukuksuzluklarla on binlerce mağdur edilmiş insan ve içinden çıkılamaz kaotik
bir ortam meydana gelmiştir. Kısacası bir kez daha rejimin bekası karşısında
hukukun üstünlüğü arka plana atılmış ve en kestirme yoldan tehdidin üzerine
gidilmeye çalışılmıştır.
Yukarıdaki yargı
yenileme ve iyileştirmeleri maksadıyla yapılan yargı paketlerine dikkat
çekmemizin sebebi elbette i kötü durumun iyileştirilmesi şeklinde bir
değerlendirme yapmak değildir. Böyle bir algı oluşmasından Allah Subhanehu
ve Teâlâ’ya sığınırız. Tam tersi kötü olanın yine bir başka kötü olanla
iyileştirilmeye çalışıldığını göstermek istedik. Sonuçta AB (Avrupa Birliği)
üyeliği uyum süreci sebebiyle çıkartılan uyum paketleri ile bu asrın başında
başlayan ve on beş yıl boyunca devam eden hukuksal iyileştirmelerin meydana
getirdiği facia ortadadır. Bugün rejimi elinde tutan AK Parti iktidarı ile onun
yandaşı olan yazar ve akademisyenler dışında hukukun üstünlüğü zırvalığının
varlığını kabul edip savunan kimse yoktur.
Ayrıca son on beş
yıl boyunca, bu kadar hummalı bir şekilde hukukun üstünlüğü ilkesi adına yargı
bağımsızlığı ve tarafsızlığını sağlayacak çalışmaların yürütülmesi, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşundan sonraki ilk seksen yılında aslında bir
hukuk devleti olmadığını kabul etmek anlamına gelmiyor mu? Elbette geliyor. Ancak
o dönemin güç sahipleri için de devlet hukuk devletiydi ve hukukun üstünlüğü
temel ilkeydi. Onlar da bütün her şeyi hukuk bağlamında yapıyorlardı. Peki,
şimdi sizin farkınız ne? Şu an yönetimde olan AK Parti ile onun “kraldan çok kralcı” yandaşları bunu
bugün gelinen noktayla ilişkilendirerek açıklayabilirler mi? Elbette ki hayır.
Bilindik, artık klasik hâline gelmiş sloganik söylemlerin dışında hiçbir şeyle
açıklayamazlar.
Şimdi AK Parti döneminde
hukukun üstünlüğünün tesisi için yapıldığı söylenen yasal değişiklik ve
iyileştirmelerine bir de şu çerçeveden bakalım: TESEV (Türkiye Ekonomik ve
Sosyal Etüdler Vakfı), “TESEV Demokratikleşme Tartışmaları” programı
çerçevesinde 28 Aralık 2017 tarihinde bir rapor yayınladı. Rapor, “Yargı
Bağımsızlığı İçin Adalet Yüksek Kurumu Oluşturma Önerisi ve Tartışması” başlığı
altında, katılımcıların öneri ve görüşlerinin de yer aldığı bir içerikle
yayınlandı. TESEV’in, Türkiye’nin ve Ortadoğu’nun en büyük düşünce (think-tank)
kuruluşu olması açısından yayınlamış olduğu raporlar önemlidir. Bu gibi kuruluşlar,
yönetimi elinde bulunduranlara ele almış olduğu konular üzerinden yol gösterme,
sorunun varlığını ortaya koyma, sorunlara ışık tutma ve sorunlarla ilgi
önerilerde bulunma gibi görevleri yerine getirirler. İşte böyle bir kuruluş;
Cumhuriyetin doksan beşinci yılını kutlarken, hukukun üstünlüğü ilkesiyle
hareket eden bir hukuk devletine, yani Türkiye Cumhuriyeti’ne daha bir yıl önce
yargı bağımsızlığının tesisi için yeni bir kurumsal yapı ile ilgili öneri
çalışması yapmıştır. Bunun bir başka açıklaması da daha bir yıl önce TESEV
tarafından Türkiye’de yargının bağımsız olmadığı ortaya konulmuştur.
Demokrasinin
ilkelerine göre yargı bağımsız değilse, hukukun üstünlüğü diye bir şey de söz
konusu değildir. İşte doksan beş yıllık Cumhuriyet tarihinde hukukun üstünlüğü
palavrasının son görüntüsü bu şekildedir. Yüzlerce yıl geçse de değişen bir şey
olmayacaktır. Çünkü mesele yasalarla yap-boz oynama meselesi değildir. Mesele
egemenliğin millete ait olma, yani hükmün kaynağının insana ait olması meselesi
ve sorunudur. Temel fikir olarak tevhid akidesi alınmadıkça, Allah Subhanehû
ve Teâlâ’nın emir ve nehiyleri hayatın her alanını Hilâfet Devleti’nin
yönetimiyle kuşatmadıkça zulüm asla son bulmayacaktır. Tağutun egemen olduğu,
insan kaynaklı bütün rejimlerde hukuk denen kavram yönetici zümrenin elindedir.
Bu kesindir, bunun aksini iddia etmek temelde cehalet, özelde de saflık veya
art niyetin yani rejimden menfaat elde etmenin neticesidir.
Bu açıklamaların ve
örneklerin ardından konumuzun başlığına tekrar dönecek olursak; Hukukun
üstünlüğü mü? Rejimin bekası mı? Sorusuna verilebilecek cevabı şu şekilde
özetleyebiliriz: İsmi ve şekli ne olursa olsun beşerî sistemlerde hukuk, rejimi
elinde tutanların kontrolünde ve hatta emrindedir. Hukukun üstünlüğü ilkesi
rejim sahipleri açısından iki önemli meseleyi halletmeye yarar. Bunların biri,
rejimin bekası ve işleyişi için hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığına
sürekli vurgu yaparak halkların gözünü boyamak, diğeri de rejimin tehlikeye
düştüğü durumlarda hukukun üstünlüğünü bir silah olarak kullanabilmektir.
Sonuçta hukukun üstünlüğü vurgusu, darbelerin sonrasında oluşturulan
sıkıyönetim hükümetlerinde de mevcuttur ve hatta işledikleri cinayetler için
bile bu söylemleri kullanmışlardır. Onun için rejim sahipleri, kendilerine
tehdit olarak algıladıkları hiçbir olayı, ferdi ve oluşumu kendi yasalarında
suç teşkil etmese bile müdahale alanının dışında bırakmayacaklardır. Bu
müdahaleyi de yine hukukun üstünlüğü(!) çerçevesinde yapacaklardır. Çünkü bunun
dışındaki bir davranış onların, hukuk silahını kendilerine doğrultup sıkmaları
anlamına gelmektedir.
Ayrıca bu meselenin
dünü veya bugünü yoktur. Sadece üslup ve uygulama farklılıkları vardır. Bu da
hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı konusunda gelişme yaşandığı anlamına gelmemektedir.
Değişimin asıl sebebi, Türkiye’de kurucu unsur olan İngilizci vesayetin yerini
ABD destekli liberallerin almış olmasıdır. Bunu şu şekilde örneklendirebiliriz;
mesela dün İngiliz destekli laik demokrat Kemalistler, hukuku tehdit olarak
algıladıkları İslâmi değerlere ve Müslümanlara karşı acımasızca
kullanıyorlardı. Bugün de ABD destekli demokrat aynı şeyi yapmaktadır. Buna
elbette karşı çıkanlar olacaktır; eğer Allah Subhanehû ve Teâlâ’nın
dinini hâkim kılmak için bir kitleyle fikrî ve siyasi bir mücadeleye başlar, bu
tağut rejimi ve yöneticilerini reddeder ve İslâmi hayat için Hilâfet Devleti’ni
isterseniz; emin olun hukukun üstünlüğü hemen karşınıza çıkacaktır. İşte bu,
başta terörist damgası yemek üzere birçok değişik muameleyle karşı karşıya
kalacaksınız demektir.
Sonuçta sorumuzun
cevabı elbette ki rejimin bekasıdır. Hukukun üstünlüğü ise sadece sloganik bir
söylemdir. Ancak şu an rejimi elinde tutan ve onlara koşulsuz olarak destek
veren zümre içerisindeki akıl sahiplerine küçük bir hatırlatmamız olacaktır:
Unutulmamalıdır ki zulüm
adaletin karşıtıdır. Adaletin sahibi ise diğer tüm her şeyin sahibi olan Allah Subhanehû
ve Teâlâ’dır. Adaletin çerçevesi yalnızca O’nun emir ve nehiyleriyle
çizdiği alandır ve her kim de bunun zerre miktarı dışına çıkarsa kendisini
zulmeden zümrenin içerisine dâhil etmiş olur. Onun için beşerî nizamlara
sarılıp onlardan adaletin tesis ve tecellisini beklemek, Mekke müşriklerinin
putlardan kendilerine yol göstermesini beklemeleriyle aynı değerdedir. Bugünkü
tek değişiklik, putların yerini sistemlerin, bazı sembol ve şekillerin
almasıdır. Ancak her ikisinde de değişmeyen, hayattaki egemen gücün Allah
Subhanehû ve Teâlâ değil de, insan ve kendi eliyle yapıp yücelttiği bazı sistem
ve sembollerdir.
Rabbimizin şu hitaplarıyla
konumuza son verelim:
إِنِ الْحُكْمُ إِلاَّ لِلّهِ أَمَرَ أَلاَّ
تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ
“Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden
başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir.”[2]
أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ
أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ
“Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin
bilgiyle inan bir topluluk için hükmü, Allah’tan daha güzel olan kimdir?”[3]
[1]
http://tesev.org.tr/tr/yayin/yargi-paketleri-hak-ve-ozgurlukler-acisindan-bir-degerlendirme-genis-kapsamli-rapor/
[2]
Yusuf Suresi 40
[3]
Maide Suresi 50


Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış