“BİZE ALIŞIN GİTMİYORUZ” DİYEN ONURSUZ YÜRÜYÜŞLER VE “LGBT+”

İbrahim Er

LGBT+, erkek ve kadının yaradılış özelliklerine/fıtratına uygun bir şekilde gerçekleştirdikleri birliktelik dışında kalan; erkeğin erkekle, kadının kadınla, kendisini diğer cinse benzeterek, cinsiyet değiştirerek veya daha farklı şekillerde geçekleştirdikleri bütün çarpık ilişki ve birliktelikleri ifade etmek için kullanılan bir kavramdır. LGBT, bu çarpık ilişkilerin Latince isimlerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltma iken sonundaki artı (+) işareti de bu isimlerin dışında kalan, fıtrata aykırı diğer bütün ilişki türlerini kapsadığı anlamını taşır.

Dünyadaki LGBT/eşcinsellik tarihinin, bazı arkeolojik kazılarda ortaya çıkan heykel ve mağara resimlerinden elde edilen verilere göre, M.Ö. 5. yüzyıla kadar dayandığından bahsedilmektedir. Ayrıca bazı tarihsel kaynaklarda; Eski MısırSümerler ve Hititler döneminde bu tür ilişkilerin varlığına, Hitit yasalarında eşcinsel evliliğe izin veren maddelerin bulunduğuna ve eşcinselliğin Antik Yunan’da serbest olduğuna dair bilgiler de bulunmaktadır. Bu kalıntıların en meşhuru, bugün İtalya sınırlarında bulunan ve M.S. 79 yılında Vezüv Yanardağı’nın patlaması sonucu, içindeki tüm canlılarla birlikte yok olan Pompei şehrinin kalıntılarıdır. Bu şehrin yapısını ve kalıntılarını inceleyen bilim adamlarının ortaya çıkardıkları sonuçlardan birisi de şehirde genelevlerin çokluğu ve eşcinselliğin normal karşılandığı sonucudur. Tarihsel veriler ve arkeolojik bulgular ne söylerse söylesin, eşcinselliğin ilk olarak ortaya çıkışıyla ilgili en net ve kesin bilgi Kuran-ı Kerim’de geçmektedir. Lut Kavmi (M.Ö. 1900 varsayılıyor) bu cürmü aleni olarak işlemiş ve Allah Subhânehû ve Teâlâ onları bu cürümlerinden dolayı helak etmiştir.

وَلُوطاً اِذْ قَالَ لِقَوْمِه۪ٓ اَتَأْتُونَ الْفَاحِشَةَ مَا سَبَقَكُمْ بِهَا مِنْ اَحَدٍ مِنَ الْعَالَم۪ينَ اِنَّكُمْ لَتَأْتُونَ الرِّجَالَ شَهْوَةً مِنْ دُونِ النِّسَٓاءِۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ مُسْرِفُونَ

 “Hani Lut kavmine şöyle demişti: Sizden önce âlemlerden hiç kimsenin yapmadığı hayâsızlığı/çirkinliği mi yapıyorsunuz? Gerçekten siz kadınları bırakıp şehvetle erkeklere yaklaşıyorsunuz. Doğrusu siz, ölçüyü aşan (azgın) bir kavimsiniz.”[1]

 فَلَمَّا جَٓاءَ اَمْرُنَا جَعَلْنَا عَالِيَهَا سَافِلَهَا وَاَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةً مِنْ سِجّ۪يلٍۙ مَنْضُودٍۙ

“Böylece azap emrimiz gelince o ülkenin altını üstüne getirdik ve tepelerine balçıktan pişirilmiş, istif edilmiş taşlar yağdırdık.”[2]

Bazı istisnalar hariç Avrupa ve Amerika toplumları da dâhil olmak üzere, dünyadaki toplumların geneli insan fıtratına aykırı bu tür birlikteliklere tepki göstermişler, bu fiillerin muhataplarını dışlamışlar ve onları ağır şekilde cezalandırmışlardır. Ancak Amerika’da 28 Haziran 1969 tarihinde, LGBT’lilerin gittiği “Stonewall Inn” adındaki bir bara polisin baskın yapıp orada bulunanlara uygulamış olduğu sert müdahalelerin ardından başlayan ayaklanmalar, dünyada eşcinsellerin ilk hak arama direnişi olarak kabul edilmektedir. Hatta LGBT’liler “Onur Yürüyüşü” adını verdikleri yürüyüşlerini, o günün anısına her yıl haziran ayının son haftası yapmaktadırlar.

Birkaç gün süren ve tarihe “Stonewall Ayaklanmaları” olarak geçen bu ayaklanmalar, başta Amerika olmak üzere tüm dünyada LGBT’nin normalleşmesinin ve LGBT haklarının gündeme gelmesinin önünü açmıştır. Nitekim bu ayaklanmaların hemen sonrasında bu gruplar, kendilerini açıkça ifade edebilecekleri mekânlar açmaya başladılar. Bir müddet sonra New York’ta eşcinsel eylemci gruplar oluşturuldu ve bunların haklarını savunup, fiillerini/cürümlerini meşrulaştıracak gazeteler kuruldu. Birkaç yıl içerisinde de LGBT haklarını savunmak üzere ilk dernekler ortaya çıkmaya başladı. 28 Haziran 1970’te ise ayaklanmanın yıldönümü olması sebebiyle Amerika’nın birçok kentinde ilk onur yürüyüşleri gerçekleştirildi. Sonuçta bugün, ABD ve çoğu da Avrupa ülkesi olmak üzere otuza yakın ülkede LGBT evlilikleri yasallaşmış ve bu fiilleri gerçekleştirenler kendi toplumlarında normal bireyler olarak kabul görür hâle gelmişlerdir.

Türkiye’de ise cumhuriyet tarihi boyunca LGBT ilişkileri hiçbir dönemde suç sayılmamış ancak Batı ülkelerinde olduğu gibi bu birliktelikler yasal bir zemine de oturtulamamıştır. Bunun böyle olmasında elbette ki toplumdan gelebilecek tepki ve baskıların rolü büyüktür. Nitekim 2015 yılında, İstanbul Sözleşmesi kapsamında güya “cinsiyet eşitliği” adına hazırlanan müfredat, pilot bölge seçilen bazı ortaöğretim okullarında uygulamaya konulmuştur. Ancak kısa bir süre sonra öğrenciler üzerinde uygulanan rezillikler ortaya çıkmış, aileler harekete geçmiş ve olay kamuoyuna yansımıştır. Medyanın da devreye girmesiyle oluşan toplumsal baskı sonucunda bu konu, önce ilgili bakanlıklar tarafından inkâr edilmiş, sonra da acilen uygulamadan kaldırılmıştır.

Çünkü bu toplum, kendisine hâkim olan kapitalist fikir ve duygular ile üzerine tatbik edilen nizamlar sebebiyle gayri İslâmi bir toplumdur ancak içerisinde yaşayan insanların küçük bir istisnası hariç tamamı Müslümandır. Yine bu toplum; kendisini çepeçevre kuşatmış olan kapitalistlerin ve güya bu topraklarda yönetici olan, onların işbirlikçi hain ajanlarının bir asırdan fazladır İslâm’ı ve Müslümanları hedef alan fizikî, fikrî ve siyasi saldırılarına maruz kalmıştır. Bu saldırılar sonucunda, Müslümanlarda var olan İslâmi mefhum, ölçü ve kanaatlerde büyük zafiyetler meydana gelmiştir. İşte bütün bu zafiyetlere rağmen Müslümanlardan oluşan bu toplum; birtakım motifler, anlayışlar ve ibadetlerden müteşekkil olsa da hâlâ bünyesinde İslâmi hassasiyetler barındırmaktadır. Bu hassasiyetlerden birisi de İslâmi ahlak ve ona ait değerlerdir. Dolayısıyla bu toplumda aleni olarak yapılan cinsel anlamdaki her türlü ahlaksızlık, taciz ve saldırılar her zaman tepki görmüş ve bu fiilleri gerçekleştirenler toplum dışına itilmişlerdir.

İşte bu yüzden Türkiye’deki LGBT tarihi, ABD ve Avrupa’dakinden daha farklı bir süreç izlemiştir. Türkiye’de çok daha geç başlamıştır ancak bu süreç sanıldığı gibi İstanbul Sözleşmesi ile de başlamamıştır. Ancak İstanbul Sözleşmesi, bu grupların maruz kaldıkları toplumsal baskılara ve dışlanmalara siper olmakla beraber, birtakım yasal haklar elde etmelerinin önünü tamamen açması açısından dikkat çekicidir. Sonuçta LGBT’nin önünde yasal bir engel olmamasına rağmen; Türkiye’de ilk ortaya çıkışları, 1993 yılında İstanbul’da ve bir yıl sonra da Ankara’da kurmuş oldukları, toplumsal tepki ve ayrımcılığa karşı yardımlaşma ve dayanışma dernekleriyle olmuştur. Bu derneklerden Ankara’da kurulan “Kaos GL” 2005’te, İstanbul’da kurulan Lambdaistanbul da 2006 yılında tüzel kişilik/hukuki varlık kazanmışlardır. Yine 2001-2006 yılları arasında Bursa ve İstanbul’da beş yeni dernek daha kurulmuş ve bunlardan üç tanesi ilerleyen süreçte tüzel kişilik kazanmıştır. Bu zamana kadar Türkiye’de kurulan LGBT derneklerinden, 2011 yılında yalnızca Bursa’daki dernek mahkeme kararıyla kapatılmış, başka hiçbir derneğe devlet tarafından müdahale edilmemiştir.

LGBT’nin dernekleşme faaliyetleri bu şekildeyken, 2003 yılında halkı Müslüman olan bir ülkede “Onur Yürüyüşü” adı altında ilk yürüyüş gerçekleştirildi. İstanbul’daki bu yürüyüşe yaklaşık otuz kişi katıldı. Bu yürüyüşün ardından 2006 yılında Ankara’da da bir yürüyüş yapılmıştır. Aynı tarihte Bursa’da da yürüyüş planlanmış ve Türkiye’de ilk kez bir LGBT yürüyüşü için valilikten izin alınmıştır. Ancak Bursasporlu Esnaflar Derneği, “Şehrin adını lekeletmemek” söylemiyle ve tehditlerle LGBT gruplarının dernek binasından çıkmasını engellemiş, ardından gelen bir grup Bursaspor taraftarı da dernek binasını taşlamıştır. Yürüyüş için gelen LGBT’liler üç saat boyunca binada mahsur kalmışlar ve ardından da güvenlik gerekçesiyle yürüyüş iptal edilmiştir. 2011 yılında yapılan yürüyüşe ise ilk siyasi destek gelmiştir. İstanbul’da on bin kişinin katıldığı bu büyük yürüyüşe CHP ve BDP temsilcileri bizzat katılarak destek vermişlerdir. 2013 yılındaki yürüyüş ise “Gezi Parkı” olaylarıyla aynı zamana denk geldiği için yaklaşık yüz bin kişilik bir katılımla gerçekleşmiştir.

Yürüyüşlerle ilgili yaşanan ilkler ve dikkat çekici noktalar bu şekilde olsa da LGBT etkinlikleri yalnızca bu “onursuz” yürüyüşlerden ibaret değildir. Her yıl “Stonewall Ayaklanmaları” baz alınarak yapılan ve bir hafta boyunca devam eden etkinlik ve kutlamalarda; paneller, film gösterimleri, tiyatrolar, konserler ve partiler gibi bir dizi etkinlikler gerçekleştirerek, LGBT’yi kamuoyunun gündeminde tutmaya çalışmaktadırlar. Türkiye’de 1993 yılından bu zamana kadar kutlanan “Onur Haftası” etkinlikleri yalnızca üç defa devlet tarafından engellenmiştir. Bunlardan ilki 1993 yılında “Cinsel Özgürlük Haftası” adı altında yapılmak istenen etkinliklerin iptal edilmesi ve 2015 ile 2016 yürüyüşlerinin engellenmesidir. Sonuç olarak, buraya kadar özet geçtiğimiz süreçten de anlaşılacağı gibi aslında Türkiye’deki LGBT varlığı ve faaliyetleri, ilk ortaya çıktığı andan itibaren bizzat devlet tarafından desteklenmiş ve devlet eliyle korunmuştur.

LGBT’yi destekleyenler de dâhil olmak üzere bu ilişki ve birlikteliklerin farkında olan herkes, bu ilişkilerin normal olmadığının ve insan fıtratına aykırı olduğunun da farkındadır. Tarih boyunca etnik yapısı ve inançları fark etmeksizin bütün toplumlarda LGBT’lilerin tepki görmeleri, baskılara maruz kalmaları, dışlanmaları ve ağır cezalara çarptırılmaları bu ilişkilerin insan fıtratına aykırı olduğunun bir göstergesidir. Buna rağmen bu grupların destekçileri meseleyi “cinsel tercih” olarak adlandırıp, şahsi özgürlükler çerçevesinde değerlendirirlerken, karşısında olan büyük bir kısım “sapıklık”, az bir kısım ise “hastalık” olarak değerlendirmektedir. LGBT ilişkilerini hastalık olarak değerlendirenler içerisinde ise meseleyi gerçekten tıbbi açıdan değerlendirmeye çalışanlar olduğu gibi, meseleye hastalık üzerinden masumiyet katmaya çalışanlar da mevcuttur.

Gerçek şudur ki böyle bir meselenin hastalık olup olmadığını anlayabilmek için tıbbi bir unvanınızın olmasına gerek yoktur. Çünkü hastalıklar insana hükmeden dairede meydana gelen fillerdir. Dolayısıyla insanlar hiçbir zaman kendi iradeleriyle ve tercihlerine bağlı olarak hasta olmazlar. Hatta insanlar, en hafifinden en ağırına kadar hiçbir hastalığın kendilerine isabet etmesini de istemezler. Bu nedenle hastalıklara karşı tedbir alma yoluna giderler ve hastalıkları önleyici yöntemlere başvururlar. Ancak bütün tedbirlere ve önleyici yöntemlere rağmen hastalıkların kendilerine isabet etmesinin önüne de geçemezler. Kısacası, insanın maruz kaldığı hastalıkların kendi irade ve tercihiyle bir alakası yoktur. İnsan kendisine isabet edecek bir hastalığı ne kendisinden def edebilir ne yerini ve zamanını tayin edebilir ne de hastalık sonrası ortaya çıkacak sonucu belirleyebilir. Hastalık meselesi, öncesi ve sonrasıyla Allah Subhânehû ve Teâlâ’nın hükmü altındaki daire de gerçekleşen bir meseledir. Bu meselede insanın bir dahli olmadığı gibi bundan mesul de değildir. Mesela; bugün dünya üzerinde doğuştan çift cinsiyetli yani kendilerinde hem kadınlık hem de erkeklik uzvu bulunan insanların varlığı bilinmektedir. İşte bu insanların içinde bulundukları hâl bir hastalık hâli olup, onlar bu durumdan dolayı rahatsızlık duymakta, sıkıntı çekmekte ve büyük mağduriyetler yaşamaktadırlar. Onlar, içinde bulundukları bu hâlden mesul olmadıkları gibi tedaviye muhtaç insanlar olarak kınanmazlar ve toplumdan baskı da görmezler. Bu şekilde çift cinsiyetli olarak dünyaya gelen insanların, dünya nüfusuna oranı milyonda yedidir. Ayrıca onların, Türkiye’deki sayıları üç milyondan fazla olduğu söylenen LGBT ile uzaktan yakından bir alakaları da yoktur.

Elbette ki Türkiye’de ve dünyada LGBT konusuna hastalık olarak bakanların veya inceleyenlerin tamamı psikolojik ve ruhsal açıdan değerlendirmeler yapmışlardır. Neticede bunun fiziksel bir rahatsızlık olmadığı aşikârdır. Ancak psikolojik ve ruhsal açıdan yapılan değerlendirmeler, 1974 yılında Amerikan Psikiyatri Birliği’nin ve daha sonra da 1992 yılında Avrupalıların (ICD) eşcinselliği hastalık sınıflandırmasından çıkarmalarına takılmaktadır. Amerika ve Avrupalılar değerlendirmelerinde eşcinselliğe anormal bir davranış tanımlamasını yaparlarken, kendilerince bunu bir sapıklık veya sapkınlık olarak değerlendirmemişlerdir. 

Türkiye’de ise bu iş üzerine araştırma yapanlardan bir kısmı, LGBT’nin daha çok çocukluk döneminde aileden, özellikle de otoriter bir babadan şiddet görenler, çevresinde sürekli ezilenler, çocuklukta cinsel tacize maruz kalanlar veya tecavüze uğrayanlar üzerinde vb. daha fazla görüldüğü şeklinde bir sonuç ortaya koymuşlardır. Bu sonuca göre onlar, LGBT’nin psikolojik bir rahatsızlıktan kaynaklandığı tezini ortaya atmışlardır. Ancak bu görüşü tutarlı bulmayıp, LGBT’liler ile normal insanlar arasında psikolojik açıdan bir fark olmadığı görüşünde olanlar da mevcuttur.  Sonuç olarak bu cürmü işleyenler; deli olmayıp, normal akla sahip olan insanlar olarak bu fiilleri bilerek, isteyerek ve bizzat kendi iradeleriyle yapmaktadırlar. Kısacası LGBT ne fiziksel ne ruhsal ve ne de psikolojik rahatsızlıktan kaynaklanan bir hastalıktır.

LGBT’ye destek veren kesimlerin, bu durumun şahsi özgürlükler bağlamında değerlendirilmesi gereken cinsel tercih olduğu zırvalığına gelince, insanlar, kadınlar ve erkekler olarak yaratılmışlardır. Bunların dışında üçüncü bir cinsiyet olmadığı için dolayısıyla ortada tercih yapılabilecek başka bir şık da yoktur. Allah Subhânehû ve Teâlâ yaratmış olduğu insana böyle bir seçenek bırakmamıştır:

يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَى

“Ey insanlar! Şüphe yok ki biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık…”[3]

وَمِنْ كُلِّ شَيْءٍ خَلَقْنَا زَوْجَيْنِ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ 

“Düşünüp ibret alasınız diye her şeyden (erkekli dişili) iki eş yarattık.”[4]

İşte insanlığa sunulan ilişki ve birlikteliğin sınırları bu şekildedir ve yalnızca kadın ile erkeğin meşru yoldan yaşayacakları birliktelikten ibarettir. Bunun dışında yaşanacak birliktelikler ve bu yolda özgürlük adı altında yapılacak tercihlerin tamamı, insan fıtratına aykırı hareket ederek haddi aşmak ve yoldan çıkmaktır. Sonuç olarak; LGBT bir hastalık olmadığına ve hiçbir insanın bu konuda hangi gerekçeyle olursa olsun tercih yapma hakkı ve yetkisi bulunmadığına göre LGBT açık şekilde bir sapkınlık daha doğru bir ifadeyle sapıklıktır.

اَتَأْتُونَ الذُّكْرَانَ مِنَ الْعَالَم۪ينَۙ وَتَذَرُونَ مَا خَلَقَ لَكُمْ رَبُّكُمْ مِنْ اَزْوَاجِكُمْۜ بَلْ اَنْتُمْ قَوْمٌ عَادُونَ

“Rabbinizin, sizin için yarattığı eşlerinizi bırakıyor da insanlar arasından erkeklere mi yanaşıyorsunuz? Siz gerçekten haddi aşan bir topluluksunuz.”[5]

Türkiye’de LGBT; son yıllarda, Müslümanların bünyesinde İslâmi değerleri korumayı başardığı aile yapısına ve gelecek nesillerine yönelik saldırıya geçen ve bunu da “İstanbul Sözleşmesi” ile güvence altına alıp uygulama sahasına koyan sömürgeci kâfirlerin, hedeflerine ulaşmak için kullanmış oldukları unsurlardan birisidir. LGBT’nin Türkiye’deki varlığı ile Batı toplumlarındaki varlığı arasında fark vardır. Çünkü Batı toplumları vakıası itibariyle zaten ifsat olan, sahip olduğu demokrasi ve özgürlük anlayışları neticesinde insani ve ahlaki değerleri bulunmayan toplumlardır. Türkiye toplumu ise gayri İslâmi bir toplum olmakla beraber, halkı Müslüman olan bir toplum olup, içinde yaşadıkları bölge de İslâm Hilâfet Devleti’nin son merkezidir. Dolayısıyla bu bölgede, kâfir Batı ve onların işbirlikçisi hainlerin İslâm’a ve Müslümanlara yönelik bir asırdır sürdürdüğü fiilî, fikrî ve kültürel saldırılara rağmen İslâm, Müslümanların gönüllerindeki varlığını hâlâ devam ettirmektedir. Gönüllerde var olanın ise hayat sahasına dönme yani tekrar bir devlet hâline gelme ihtimali vardır. Başka bir ifade ile İslâm Müslümanların zihinlerinde ve gönüllerinde var olduğu sürece, çakacak bir kıvılcımın Hilâfet Devleti’ne gidecek yolu açması hiç de zor değildir. İşte bunun için sömürgeci kâfirler ve onların ümmetine ihanet eden yerli işbirlikçileri, ifsat etmeye yönelik saldırılarını Müslüman aile yapısına ve hatta fertlere kadar indirmişlerdir.

Burada, “LGBT’nin malum tarihte bir hafta boyunca yapmış olduğu onursuz yürüyüşler ve etkinlikler üzerinden mi böyle bir ifsat gerçekleştirilecek?” şeklinde bir soru sorulabilir. Bu soruya cevap, elbette ki hayır. Meselenin sadece onların yapmış olduğu yürüyüşler ve etkinliklerden ibaret olmayıp, birçok koldan birlikte yürüyen bütüncül ve uzun vadeli bir proje olmasıdır. Proje, esasında “Toplumsal Cinsiyetsizlik” projesidir ve amacı da fertlerin sabit bir cinsiyette kalmamalarını sağlamaktır. Bunun için bu projenin hedef kitlesi de öncesi ve sonrasıyla ergenlik dönemindeki gençlerdir. Bu anlattıklarımız konusunda tereddüt yaşayanlar 2014-2016 yılları arasında pilot bölge tayin edilen on ayrı ilde 11 ve 12. sınıflarda okuyan binlerce öğrenci üzerinde uygulanmaya çalışılan, “Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Teknik Destek Projesi (ETCEP)” adı verilen rezil projeyi inceleyebilirler. Bu projeyi inceleyenler, bu projeyle o yaştaki gençlere “Yeniden yazmaya var mısın?” sloganıyla eşcinselliğin nasıl teşvik edildiğini göreceklerdir. Yine bu projeyi inceleyenler; mesele ortaya çıktıktan sonra ailelerin nasıl ayaklandığına, toplumun her kesiminden İslâmi hassasiyete sahip insanların ailelere destek çıkışına ve projenin hükümet tarafından inkâr edilerek askıya alınmak zorunda kalındığına da şahit olacaklardır.

ETCEP Projesi, İstanbul Sözleşmesi’nin hayata geçirilmesi için çıkarılan 6284 sayılı yasanın 16/6 maddesinde “İlköğretim ve ortaöğretim müfredatına, kadının insan hakları ve kadın erkek eşitliği konusunda eğitime yönelik dersler konulur.” şeklinde geçen ifade gereği yürürlüğe konmuş bir projedir. İşte LGBT’nin aleni olarak toplum önüne çıkması, kıyafet ve imajlarıyla kendilerini teşhir etmeleri ve sloganlarıyla topluma meydan okuyarak hak taleplerinde bulunmalarının, bu projeyle birleştirildiğinde ne anlam ifade ettiği açıklık kazanmaktadır. LGBT bu yürüyüş ve etkinliklerle; devletin resmî eğitim ve öğretim müfredatına bağlı olarak ve bizzat Milli Eğitim Bakanlığı eliyle, ergenlik döneminde eşcinselliğe teşvik edilerek kendilerinde cinsiyet bulanıklığı oluşturulan gençlerin önüne, rol model olarak çıkarılmaktadır. Sonuç olarak bu mesele, yeni yetişen gençlik üzerinden planlanan ve LGBT ile desteklenerek uygulamaya konulan en tehlikeli husustur.

Türkiye’de zaten hiçbir dönem yasak olmayan LGBT birlikteliği, İstanbul Sözleşmesi’nin 4/3 maddesinde geçen “…cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi, herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edeceklerdir.” ifadesi gereğince de garanti altına alınmıştır. Ancak buna rağmen LGBT’liler, eşcinselliğe ayrımcılık karşıtı yasalar, eşcinsel evlilik, eşcinsellerin evlat edinmesi ve eşcinsel ilişkilerin tanınması gibi hususlarda Batı’daki gibi yasal haklara sahip değildirler. Siyasi otorite/AKP Hükümeti, İstanbul Sözleşmesi gereği onlara bu hakları sağlamakla yükümlü olmasına rağmen, aynı ETCEP projesinde olduğu gibi Müslümanlardan gelebilecek bir tepkiyle karşı karşıya kalmamak ve siyasi gelecek sıkıntısı yaşamamak adına sessizliğini korumaktadır. Bu yüzden Türkiye’de LGBT’nin yürüyüşlerinde, kendilerini ahlaksızca teşhir etmelerinde, meydan okurcasına atmış oldukları sloganlarda ve diğer etkinliklerinde hedef olarak, kendi varlıklarının ve sahip olmak istedikleri hakların karşısında duran Müslüman halk vardır.

Özellikle son yıllarda, tarih olarak denk geldiği Ramazan ayı ve Ramazan Bayramı içerisinde yapmış oldukları yürüyüşlerde, İslâm’ı hedef alarak hakaretler içeren pankartlar açtıkları ve sloganlar attıkları medyada geniş şekilde yer almıştır. 2019 yılındaki İstanbul yürüyüşünün valilik tarafından çeşitli gerekçelerle birkaç defa iptal edilmesinin ardından, yaptıkları basın toplantısında kullandıkları ve daha sonra slogan hâline getirdikleri “Bize alışın, buradayız gitmiyoruz!” ifadelerinin hedefinde de yine İslâmi kesim vardır.

Zaman zaman çeşitli gerekçelerle etkinliklerinin ertelenmesi veya iptal edilmesi, LGBT’nin kamuoyunda daha fazla gündem olmasını sağlamaktadır. Onların her gündem oluşu da kamuoyunda demokrasi ve özgürlükler meselesine vurgu yapılmasına ve ona bağlı olarak da meselenin, şahsi hürriyetlerin kutsanmasına kadar götürülmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla her LGBT yürüyüşü; onların bu toplumun bir parçası ve gerçeği olduğunu, bu durumun onların demokratik bir hak olan şahsi hürriyetleriyle alakalı olduğunu ve bunun da alışılması ve kabul edilmesi gereken bir realite olduğunu anlatmaktadır. Burada alışması ve kabul etmesi gerekenler de tabii ki Müslüman halktır.

Çünkü İstanbul Sözleşmesi, AKP Hükümeti’nin AB uyum süreci doğrultusunda imzalayıp bütün yönleriyle hayata geçirmek zorunda olduğu dayatma bir sözleşmedir. Ayrıca bu sözleşme içeriği ve uygulamalarıyla, Müslümanların sinir uçlarına dokunmakta ve kırmızıçizgilerini de fazlasıyla aşmaktadır. Nitekim uygulamaya konduğu andan itibaren; aile içi şiddet olayları, kadın cinayetleri ve boşanma vakıaları çığırından çıkmış, kontrol edilemez bir hâl almıştır. Sözleşmenin eğitim ayağında yer alan ETCEP projesi, toplumdan gelen büyük tepkiler sonucunda mecburen rafa kaldırılmıştır. LGBT’nin başı çektiği cinsel yönelim ve cinsiyet eşitliği gibi konularda da yine toplumsal tepkiler sebebiyle, bu grupların istediği ve beklediği yasal düzenlemelere gidilememiştir. Kısacası, bu sözleşmenin uygulayıcılarının da çok net bir şekilde gördüğü gibi bu necis sözleşmenin hayata geçirilmesi, Müslüman halkın sinir uçlarının köreltilmesine ve kırmızıçizgilerinin unutturulmasına bağlıdır.

Müslüman halka karşı LGBT’nin destekleyicileri ise laik Kemalistler ve sol görüş sahibi kesimlerdir. Bu kesimler içerisinden LGBT’ye; siyasi partiler ve teşkilatları, belediyeler, şirketler, ünlüler, yazar ve akademisyenlerden aleni olarak destekte bulunanlar mevcuttur. Nitekim 2013 yılındaki onursuz yürüyüşe yine bu kesimden olan Gezi Parkı eylemcilerinin de iştirak etmesiyle, yürüyüşe katılanların sayısı yüz bini geçmiştir. LGBT’ye destek veren kesimler desteklerinin gerekçesini, bu fiillerin demokratik bir hak olan şahsi hürriyetler kapsamında yapılmış tercihlerden ibaret olmasına dayandırırlar. Bu destekler her ne kadar demokrasi ve insan hakları açısından ele alınıyor olsa da varlıklarını ve bekalarını İslâm’la ve Müslümanlarla mücadeleye borçlu olan bu güruhların asıl destek sebebi, Müslüman halkın LGBT’ye karşı bakışı ve tutumudur. Laik Kemalistler, İslâm’ın bu cürümlere bakışını ve Müslümanların bu fiileri işleyenlere karşı duyduğu tiksintiyi çok iyi bilmektedirler. Ayrıca onlar; bu toplumda hâlâ var olan İslâmi değerlerin, Müslümanların aile yapısının ve yetişen yeni nesillerinin bu tip ifsat projeleriyle törpülenebileceğinin de farkındadırlar. Bu yüzden onların özelde LGBT’ye, genel olarak da İstanbul Sözleşmesi’ne vermiş oldukları destek; İslâm’la, Müslümanlarla ve toplumda varlığını koruyan İslâmi değerlerle mücadele anlamına gelmektedir.

LGBT sadece Türkiye’de değil, sermaye sahipleri tarafından tüm dünya genelinde desteklenen bir sapıklıktır. Bu sapıklığın artmasında ve yayılmasındaki asıl gaye, normal aile yapısının bozularak doğurganlığın olmadığı ve insanların sabit bir cinsiyette kalmayıp, cinsiyeti fark etmeksizin her türlü birlikteliği kolayca yaşayabildiği toplumlar meydana getirebilmektir. Yani onların bu konudaki hedefleri, şu an dünya üzerinde %15 civarında olduğu söylenen LGBT’li sayısını daha da yukarılara çekebilmektir. Dünya nüfusunun azalmasına yönelik yapmış oldukları bu ahlaksız çalışmanın Türkiye’deki uygulamasının “Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliğinin Geliştirilmesi Teknik Destek Projesi (ETCEP)” kapsamında, “cinsiyetsiz toplum” adı altında pilot bölge okullarında tatbik edilmeye çalışıldığını yukarıda belirtmiştik.

Kapitalist sistemin asıl yürütücüleri olan sermaye sahipleri tarafından uygulamaya konulan cinsiyetsiz toplum olgusu, dünya nüfusunu azaltmak ya da en azından artmasının önüne geçmek amacıyla hayata geçirilmeye çalışılmaktadır. Çünkü kapitalizme göre iktisat, sınırlı olan mal ve hizmetlerle sınırsız olan ihtiyaçların doyurulması meselesidir. Onlara göre insanın sınırsız olan ihtiyaçlarının, sınırlı olan mal ve hizmetlerle doyurulmaya çalışılması temel bir iktisadi sorundur. Kapitalistler bu iktisadi sorunun aşılabilmesi için çözümü, insanların sınırsız ihtiyaçlarını karşılayacak olan sınırlı mal ve hizmetlerin maksimum düzeyde arttırılması olarak (Milli Gelirin arttırılması) bulmuşlardır. Bunun ölçüsünü de milli gelirin nüfusa bölünmesiyle ortaya çıkan, kişi başına düşen milli gelir olarak belirlemişlerdir. Kapitalist ekonomide refahın göstergesi, kişi başına düşen milli gelirin büyüklüğüyle ilgilidir. Kişi başına düşen milli gelir; kişilerin ulaştığı mal ve hizmeti değil, sistemin kişi başına sağlamış olduğu mal ve hizmet miktarını gösterir. Fertlerin mal ve hizmetlere ulaşıp ulaşamaması kapitalist ekonominin konusu değildir. Kapitalizm, fertlerin mal ve hizmetlere ulaşabilmeleri için onlara “mülk edinme hürriyeti” vermiştir. Fertler, kendilerinde var olan bu hürriyetle, milli gelire katkıda bulundukları oranda milli gelirden pay alırlar. Dolasıyla kapitalist ekonomi için önemli olan milli gelirin/mal ve hizmetlerin arttırılmasıdır.

Bir diğer mesele ise mal ve hizmetlerin arttırılmasında yani üretimde, ilerleyen teknolojiye bağlı olarak makineleşme ve otomasyonda ulaşılan nokta itibarıyla, insan gücüne olan ihtiyacın her geçen gün azalmasıdır. Kapitalistlerin kendi bünyeleri için geçerli bu durum sömürgeleri açısından da aynıdır. İnsan gücü yerine makine ve robot sistemlerin kullanıldığı üretimlerde, minimum maliyetle maksimum mal ve hizmet üretimine ulaşılmaktadır. Bunun için makine ve robot sistemleri kullanabilecek kalifiye elemanların yanında az sayıda insan gücünün bulunması yeterli olacaktır. Böylelikle kapitalizm, yıllar boyunca kendi varlığını tehdit eden ve üretimde kendisine sıkıntılar yaşatan büyük işçi sınıflarından da yavaş yavaş kurtulmuş olacaktır.

Kapitalistlere göre bugünün teknolojisinde insan gücüne ihtiyacın kalmaması ve çok düşük insan emeğiyle çok daha büyük mal ve hizmetin üretilebilmesi, kapitalizmin iktisadi sorun olarak gördüğü meselenin çözümü için atılmış “büyük bir adım”dır. Bu adımın ardından sıra, sınırlı mal ve hizmetlerin sınırsız ihtiyaçları doyurmasına gelmektedir. Burada da çözüm, sınırsız ihtiyaçların sahibi olan insan sayısının mümkün olduğunca azaltılmasından geçmektedir. İşte kapitalist sermaye sahipleri, kaynakların her geçen gün azaldığı dünyada kendi bekalarını; insan gücüne dayanmayan mal ve hizmetlerin üretimiyle, bu mal ve hizmetleri kullanacak olan insan sayısının azalmasına bağlamaktadırlar. Onların geleceği açısından dünya nüfusunun artması büyük tehlikedir ve bunun mutlaka önlenmesi gerekmektedir.

İşte büyük sermaye sahipleri, LGBT denen sapıklığa bu nedenle destek vermekte, onlar için bütçeler hazırlamakta ve dünya üzerinde yayılması için programlar uygulamaktadır. İşte bu sapıklık, onların “dünyayı ıslah etme ve kurtarma” projesidir.

وَاِذَا تَوَلّٰى سَعٰى فِي الْاَرْضِ لِيُفْسِدَ ف۪يهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَۜ وَاللّٰهُ لَا يُحِبُّ الْفَسَادَ 

“İş başına geçti mi, yeryüzünde bozgunculuk çıkarır, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar. Allah ise bozgunculuğu sevmez.”[6]



[1] A’raf Suresi 80-81

[2] Hud Suresi 82

[3] Hucurat Suresi 13

[4] Zariyat Suresi 49

[5] Şu’ara Suresi 165-166

[6] Bakara Suresi 205


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz