MISIR VE MÜSLÜMANLARIN YAŞADIĞI PARADOKS

Aydın Usalp

Mısır; üzerinde hak ile bâtıl mücadelesinin gerçekleştiği ve bu mücadelenin taraf ve şekli ile Ku’ran’a konu olmuş beldelerden biridir. İktidarının tehlikede olduğunu düşündüğünde Firavun, nasıl ki erkekleri öldürmüş ve kadınları sağ bıraktıysa, İslâm egemenliğinden çıktığı andan itibaren Mısır’ı yöneten diktatörler/çağdaş firavunlar aynı kaygılar ile hareket ettiler. Firavunun aldığı bütün tedbirler ve gerçekleştirdiği onca zulüm, onu ve iktidarını koruyamadıysa, o ibretlik sonunu getiren, burnunun dibinde yetişen Musa Aleyhi’s Selam olmuşsa, çağdaş firavunlar nasıl benzeri bir akıbeti kendileri için düşünmezler?

Bilindiği üzere, adına “Arap Baharı” denilen süreçte, Mısır halkı meydanlara inmiş ve çağdaş firavun Hüsnü Mübarek’i iktidardan indirmişti. Hatta yargılayıp mahkûm etmişti. Akabinde seçim yapıldı ve Müslüman Kardeşler’in desteği ile Muhammed Mursi Cumhurbaşkanı olarak seçildi. Yaklaşık bir yıl sonra General Sisi’ye yaptırılan askerî darbe ile Mursi yönetimi düşürüldü ve İhvan’ın yüzlerce mensubu ile birlikte tutuklanarak yargılandı. Darbe karşıtı yapılan gösterilerde yüzlerce insan katledildi, yüzlerce insan -ki bunların belli bir kısmı daha çocuk yaşta olduğu halde- tutuklandı, işkence gördü. Tutuklananların yüzlercesinin yargılanması bitti. Bu yargılamalar neticesinde aralarında hamile bayanların da bulunduğu 529 kişi idama mahkûm edildi. Halen idam ile yargılanan yüzlerce insanın mahkemesi devam etmektedir.

Mısır’da yaşananlar, dünya gündeminde olduğu gibi, ülkemizin de ana gündem maddelerinden biri haline geldi. Bu makale ile üzerinde durmak istediğim husus, yaşanan olayları aktarmak değildir. Çünkü yaşananları hemen herkes bilmektedir. Bu makalede Müslümanların kendi esaslarından vazgeçip Batı argümanlarına sarılmasının getirdiği hezimeti, Müslümanların Ümmet anlayışındaki paradoksları ve son olarak sahih İslâmî duruşun nasıl olması gerektiğinden bahsetmek istiyorum.

Son İslâm Hilâfet Devleti’nin ortadan kaldırılması ile İslâm Ümmeti, toprakları egemen devletler tarafından parsellenip, bir bütün olarak gayri İslâmî/küfür ideolojilerle ve diktatör yönetimlerin altında yaşamak durumunda bırakıldı. Son bir asırdır İslâm Ümmeti, hem kültürel olarak hem de fiziki olarak Batı’nın gayri insanî hatta vahşi denilebilecek çehresi ile karşı karşıya kaldı. Bu duruma razı olmayan ve İslâmî bir reaksiyon ile ortaya çıkan birey ve kitleler, Batı’nın tesis ettiği diktatörlerce engellendi, hapsedildi veya katledildi. Ümmet’in büyük bir kısmı da bu diktatörlerin jakoben uygulamaları neticesinde İslâmî fikir ve duygulardan uzaklaşarak, Batı’nın fasit fikirlerine boyun bükmek zorunda bırakıldı.

Emperyalist Batı dünyası, hapsetmekle, katletmekle İslâm’ı isteyen Müslümanları bitiremeyeceğini anladıktan sonra, devşirdiği bir takım âlim ve yöneticiler vasıtası ile kendi kokuşmuş fikir ve nizamlarını İslâm ile mecz etmeye yöneldi. Aynı şekilde kendi çıkarlarını korumak ve dünyayı istedikleri gibi yönetebilmek için teşkil ettikleri BM, NATO, İMF, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve bunlar gibi daha birçok uluslararası kuruluşlara Müslümanları da dâhil edip, bu kuruluşların kararlarına da teslim ettirdiler. Böylece bu, sözde Müslüman âlim ve yöneticiler bilerek veya bilmeyerek, kâfirlerin Müslümanlar üzerindeki otoritelerini pekiştirdiler. Gelinen nokta itibari ile Müslümanların ekserisi, maruz kaldıkları bütün bu sıkıntıların esas kaynağı olan Kapitalist ideolojinin Laik ve Demokratik fikir ve nizamları olduğunu bilmez oldu.

İslâm beldelerini, Demokrasi, özgürlükler, insan hakları vb. sloganlar ile sömüren, kan gölüne çeviren vahşi Batılılar ve onların yerel işbirlikçileri, Müslümanlara kan kusturduktan sonra çözüm mercileri olarak yine yukarıda bahsettiğim ifsat kuruluşlarını göstermektedir.

Ortadoğu’da başlayan ayaklanmalar, özünde İslâmî hassasiyetleri barındırmasına rağmen genel anlamda istibdat rejimlerine karşı gerçekleşti. Ancak, bu ayaklanmaların İslâmî bir devrim ile neticelenmemesi için Batı dünyası, hızlı bir şekilde müdahale ederek, ayaklanmaları Demokratik bir direniş olarak dünya kamuoyuna yansıttı. Aynı şekilde direnişçileri temsil etme kuvvetine sahip olan kişileri güdümüne alarak, onların eli ile yeni yönetimler tesis edip, bu makyaj değişikliğini Müslüman halklara bir lütuf olarak gösterdi. Tunus’ta, Libya'da ve Yemen'de yaptığı gibi. Benzer şekilde, Mısır ayaklanmasında etkin bir çoğunluğa sahip olan İhvan’ı muhatap aldı. Ancak Batı, İhvan’ın İslâmî yapısı konusunda tereddütlere sahipti. Seçimler yapıldı ama sonuçların açıklanması gecikti. Ta ki Mursi, uluslararası bütün anlaşmalara sadık kalacağına dair demecini dünyaya duyurana kadar. Bu demeç ile Mursi neyi taahhüt ediyordu? Öncelikle “İsrail” varlığını tanımayı ifade eden, İslâm’ın kutsal saydığı Filistin topraklarını işgal etmesini meşrulaştıran, bunun için Filistinli Müslümanlara zulmetmesini meşru gösteren Camp David anlaşmasını kabul ediyordu. Aynı şekilde Mursi, kâfir Batı’nın İslâm Ümmeti’nin üzerindeki egemenliğini pekiştiren kuruluşlara bağlı kalacağının taahhüdünü veriyordu. Bu taahhütten sonra seçim sonuçları açıklandı ve Haziran 2012’de Mursi Cumhurbaşkanı oldu.

Bu arada Esed ve Baas rejimi, Suriye’de ayaklanan halka karşı katliamlarını sürdürüyordu. Aynı şekilde kâfir Batı, Suriye’ye de müdahalede bulundu ama giriştiği hiç bir teşebbüsten bir başarı elde edemedi. Nasıl ki dünya Müslümanlarının gözünde bir kahraman lider olarak oynattığı Erdoğan, Mısır’a gidip, onlara Laikliği önerdiyse benzer şekilde Suriye meselesini çözmek için Müslüman ülke liderlerinin katıldığı ve İran'da yapılan toplantıda Mursi de Suriye meselesinin Demokrasi ile çözülmesi gerektiğini vurguluyordu. Kendilerinin yönetime geldiği yöntem ve egemenlerin destek ve yardımcılık metodunu sunuyordu adeta. Türkiye’deki Müslümanlar için AKP ile diğer partilerin yönetimi arasındaki fark ne ise Mısır’da yeni yönetimin eskileri ile farkı öyleydi. Her iki yönetim için aklî kıyas esas alındı.

Ancak, başta ABD olmak üzere Batı’nın uygulamaya koyduğu bütün planlar, Suriye’de suya düştü ve kendilerinin güdümünde bir yönetimi tesis edemediler. Yani Suriye halkının devrimini, diğer ülkelerde çaldığı gibi çalamadılar. Suriye halkının, onların habis oyunlarına gelmemesi ve İslâmî yönetim taleplerinde ısrar etmesi, Batı’nın hoşuna gitmedi ve bir bütün olarak Müslüman halkın her türlü acıyı hak ettiğini düşünerek, Esed’in ve O’na yardım eden devletlerin her türlü katliamı yapmasına izin verdi. Suriye’deki Müslümanların kendilerine diz çöküp, boyun bükmesi için hiç bir şeyden geri kalmadılar.

İslâm ve Müslüman düşmanı emperyalist kâfir devletler, Suriye’deki direnişi kontrol altına alamayınca, Mısır üzerindeki planlarını değiştirmeye karar verdiler. ABD her ne kadar İhvan’ın yöneticilerinden bir takım taahhütler aldıysa da ve Türkiyeli Erdoğan modeli gibi Mısır’daki Müslümanları kendi sistemine entegre edip dönüştürmeyi amaçladıysa da Suriye’de yükselen tehlike için bu süreci değiştirmeyi daha uygun gördü. Çünkü Mısır Müslümanları Türkiye’dekiler kadar Demokrasi konusunda yeterince ikna edilmiş değillerdi. Yüzlerini bütünü ile Batı’ya çevirmemiş ve Ümmet bilinci daha yüksekti. İslâm’ın “i”sinden hazzetmeyen Batı, Suriye için daha kaygılı ve yardımsever olan İhvan tabanından endişe etti. İhvan’ı tam anlamı ile dönüştürme planı uzun zaman alacaktı ama Suriye’de dumanlar yükseliyordu ve Suriye’nin geleceği kestirilemiyordu. Bunun için ABD, kontrol edemediği Suriye Muhalefetini bir yandan mezhepsel taassuba yenilmiş, gözleri kararmışlara ve kan emici Baas’ın insafına bırakırken bir yandan da İslâmî bir devletin oluşumu ihtimaline karşılık Suriye’yi dört bir yandan muhasara etmek istedi.

İşte bu temel gerekçelerle, başta ABD olmak üzere Batı, kendi nizamı olan Demokrasi ile gerçekleştirmekle övündüğü Mısır devrimini yine kendi bekası için sonlandırdı. Bütün dünyanın gözü önünde gerçekleşen bu Demokrasi oyunu, maalesef Müslümanların gözünü açmaya yetmedi. Üzerinde çok konuşulmasına rağmen, “bu nasıl Demokrasi” denilmesine rağmen Müslümanlar, sözde liderlerini muhasebe etmediler. İşine geldiği gibi Demokrasiyi kullanan emperyalistlerin kuyruğundan tutan yöneticileri, bırakın muhasebe etmeyi, daha çok Demokrasi havarisi olmaları için kalem oynattılar sözüm ona Müslüman yazar-çizerler.

Evet, darbe yapıldı ve İhvan’ın yüzlerce mensubu tutuklandı. Darbeyi sadece kınamakla kalan liderler ve sözüm ona Müslüman kalemşorlar, İhvan’ın kesinlikle şiddetten uzak kalması gerektiğini ve hakkını Demokratik yollarla almasını öğütlediler. Meydana çıkıp protesto edenlerin üzerlerine kurşunlar yağdı. Yüzlerce Müslüman’ı şehid ettiler. Yine tutuklamalar ve işkenceler yapıldı. Buna rağmen Demokrasi nasihatleri devam etti.

Sonunda Mısır yargısı, 529 Müslüman hakkında idam kararı verdiğinde, sözüm ona liderler ve âlimler, Müslümanların aklı ile alay edercesine, “dünya buna niye sessiz kalıyor” demekten vazgeçmediler. Kâfir Batı dünyasının kendi kedi-köpeği için fırtınalar kopartabileceğini, ancak söz konusu Müslümanlar olduğunda bütün Müslümanların kanının bir damla petrol kadar değerli olmadığını bilindiği halde, halen Batı’yı bir kurtarıcı ve çözüm mercii olarak gören zihniyet nasıl bir zihniyettir anlaşılır gibi değil.

Allah Subhanehû ve Teâlâ yüce Kelâmı’nda onlarca ayette, kâfirlerin dost edinilmemesi, onlara dayanılmaması, onlardan yardım alınmaması ve onlara meyledilmemesi gerektiğini ifade etmesine rağmen, Müslümanlar neden onları dost ediniyor, onlardan yardım bekliyor ve onlara güveniyorlar? Tarih boyunca kâfirlerin Müslümanlara karşı çirkef cürümleri bilinirken, Allah ve Rasulü,  kâfirlerin Müslümanlara kin duyduğunu, ellerinden gelse bütün Müslümanları bir kaşık suda boğmak istediklerini bildirdiği halde, Müslümanlar neden halen kâfirlerin uşaklığını yapan liderlerin peşinden gidiyor ve onları destekliyor? Uluslararası kuruluşların gerçeği ortada iken, Müslümanlar neden Allah ve Rasulü’ne dönmek yerine onlardan medet umuyor?

Gelelim Müslümanların yaşadığı paradokslara. Yukarıda ifade ettiğim gibi Allah, İslâm akidesine iman edenlerin karşılaştığı her türlü ihtilaf ve problemini Allah ve Rasulü’ne yani İslâm şeriatına döndürmeleri gerektiğini ifade etmesine rağmen Müslümanların, sorunlarını başka mercilere götürmesi, konjonktür deyip şartlara teslim olması en büyük paradokstur. Bu esasa bağlı olarak Mısır meselesi ile ilgili Müslümanların, özellikle hallerini yakından müşahede ettiğimiz Türkiyeli Müslümanların gösterdiği tepkiler nasıl yorumlanır? 

Mısır’daki idam kararlarından sonra, İslâm dünyasında ve Türkiye’deki İslâmî camialar tarafından yeterli olmasa da (ki bu durumda yeterlilik izafi bir hâl almakla birlikte) yine de kayda değer tepkiler gösterildi. Olması gerekir miydi? Elbette ki Ümmet bilinci bunu gerektirir. Hatta daha fazla olmasını da gerektirir. Peki, buradaki paradoks nedir? Buradaki paradoks şudur: Suriye’de tarihte benzeri görülmemiş bir katliam yaşanıyor. Yüz binlerce çocuk kadın ve erkekler şehid edildi. En vahşi şekillerde Müslümanlar katledilmeye devam edilmektedir. Bu, eşi ve benzeri görülmemiş katliamlara karşı Ümmet bilinci, İslâm kardeşliği daha fazla tepki göstermeyi gerektirmez mi? Müslümanlar neden aynı tepkiyi Suriye için göstermiyorlar? Bırakın aynı yoğunluktaki tepkiyi, Mısır için gösterilen tepkinin onda birini Suriye için göstermiyorlar. Mısır’daki Müslümanlar, kardeşlerimiz oluyor da Suriye’dekiler kardeşlerimiz değil mi? Mısır’daki kardeşlerimizin kanı Suriye’deki kardeşlerimizin kanından daha mı kırmızı? Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Müslüman’ın kanını en kutsal mekân olan Kâbe’den daha üstün tutarken, Filistin topraklarının kutsallığı Suriye’deki Müslümanların canlarından daha mı kutsal ki Filistin'i ağzımızdan düşürmezken Suriye konusunda ketum oluveriyoruz? Filistin, Tunus veya Mısır’daki Müslümanların mücadelesi, Suriye’deki mücadeleden daha mı saf, daha mı net ki Suriye konusunda kafamız karışıyor?

Hangi sebepledir “bilinmez” ama çoğu İslâmî camia, Müslümanların kanlarını birbirine kıyaslıyor ki farklı argümanlar üretme yoluna gidebiliyor. Kimyasal silahlarla ve hunharca yöntemlerle katledilen bunca Müslüman’a rağmen, sahip oldukları cemai taassuplardan, sempati duydukları ülkelerin zalimden yana olmasından, oy verip başa getirdikleri partilerin pragmatist politikalarından dolayı Müslümanlara yapılan zulümlere sesiz kalanlar, vicdanlarını rahatlatmak için bin bir türlü bahane üretme yoluna gidebilmektedirler. En başta, Suriye kentlerini harabelere, sokaklarını kan gölüne çeviren ABD olduğu halde, Suriye’deki mücadeleyi ABD’nin bir oyunu olduğunu söyleyerek, muhalifleri ABD lehine çalışanlar olarak yorumlayıp işin içinden nasıl çıkılabilir? Bir tarafta zalim diktatör Esed ve Baas rejimi ve O’nun arkasındaki şer güçler, diğer tarafta halkın içinden çıkmış direnişçiler arasındaki mücadele, nasıl bir iç savaş olarak değerlendirilebilir? Allah’tan korkun!

Bu konuda gerek yazılarla, gerek panel, konferans ve basın açıklamaları ile Köklü Değişim Dergisi Suriye gerçeği ile ilgili yüzlerce bilgilendirme ve hatırlatmalarda bulunmuştur. Bunun için Suriye gerçeğine burada tekrar değinmeyeceğim. Ancak, bir an için bu iddiaların doğru olduğunu varsayalım. Yani Suriye’de kimin eli kimin cebinde olduğunu bilmediğimizi, bir iç savaş yaşandığını ve muhaliflerin ABD tarafından kışkırtıldığını düşünelim. Diyelim ki Suriye’deki durum böyledir. Böyle olduğu zaman, yüz binlerce çocuk, kadın ve yaşlı Müslüman ölmeyi hak etmiş mi oluyor? Milyonlarca Müslüman’ın muhacir olması normal karşılanır mı? Onlar vücudumuzdaki azalardan değil mi? Her şeye rağmen katledilen bu kadar Müslüman için, bir tepki ortaya koymak gerekmez mi? Suriye’deki Müslümanlar, Mısır Müslümanları için gösterilen tepkileri hak etmiyor mu? Ya da tersinden düşünelim. Mısır’daki Müslümanlar ABD ile hiç iş tutmadı mı? Filistin davasına sahip çıkan Müslümanlar, ABD veya kâfirlerin oyunlarına hiç gelmediler mi? Hayır, Suriye direnişine kayıtsız kalanların öne sürdükleri gerekçeler örümcek ağı kadar sağlam değildir. Konu kardeşlikten ve Ümmetten açılınca mangalda kül bırakmayanların, bu paradokslarını çözmek için başlarını ellerinin arasına alıp tekrar düşünmeleri gerekir.

Peki, gerçekten sergilenmesi gereken İslâmî duruş nedir? Aslında satır aralarında bu durumu da işledim ama burada tekrar özetlemekte fayda vardır. Öncesinde şunu hatırlatmak istiyorum. Birileri, Filistin ve Mısır meselesine sahip çıkıp, Suriye meselesine sahip çıkmadığı için bir aksülamel içinde olduğumuzu veya olacağımızı düşünmesin. Bizim için dünyanın neresinde olursa olsun, haksızca bir Müslüman kanının akıtılması, bir azamızın kesilmesi gibi bize acı verir. Milliyeti, beldesi veya mezhebinin farklı olması, onun mağduriyetinin dillendirilmesi veya maruz kaldığı haksızlığı ortadan kaldırılması için çalışmamızın rengini de seyrini de değiştirmez.

İslâm'ı bir bütün olarak ele alan bir Müslüman için tek bir ölçü vardır. Bu ölçü, hiç bir şekilde evrime uğramaz, zaman ve mekâna göre değişmez. Bu ölçü, iman etmenin bir sonucu ve bir gereği olarak her meselede Allah’ın hitabına (şer’î hükme) bağlanmaktır. Eğer Şâri, inananları kardeş kılmışsa, aralarındaki hukuku belirlemişse, başka herhangi bir kıstasa bakılmaz. Müslümanların tek bir Ümmet olduğu ve misyonları iyiliği emretmek, kötülükten men etmek ve adaleti ayakta tutmak olduğunu bize Allah bildirmektedir. Müslümanların bu çelişkilerini bir an önce gidermeleri gerekir. Eğer Şâri’nin hitabına kulak verilseydi, sorunun ve zilletin asıl kaynağı olan küfür fikir ve nizamlarında izzet aranmazdı.

Dergimizin 109 ve 110. sayılarında, Ümmet bilinci ve Ümmet’in devlet kavramı ile ilişkisini konu edinen iki yazı kaleme almıştım. İşin özeti, İslâm Ümmeti’nin kurtulmasını, üstün ve şahit olma özelliğini ancak kendisini var eden unsurlar ile hayatın her alanında icra edilmesiyle gerçekleşeceğini ifade etmiştim. Yani İslâm Ümmeti’nin kurtuluşu, ancak İslâmî hayatı yeniden başlatacak, Müslümanların canlarını, mallarını ve tüm kutsallarını koruyacak bir devletin varlığı ile gerek şer’î olarak ve gerekse sosyolojik olarak gerekliliğini izah etmiştim. Herhangi bir unsurda kâfir devletelere dayanan bir devletin İslâm Devleti olması mümkün olmadığı gibi böylesi bir devletten Müslümanlara hayır da gelmeyecektir.

Bugün dünyanın her yerinde Müslümanlara zulüm yapılmaktadır. Bizler ise ancak meydanlara inip zalimleri tel’in ediyoruz. Mazlumlar için dualarda bulunuyoruz. Gerekli mi? Evet gerekli. Peki, bu yeterli mi? Hayır. Çünkü yüz yıldır aynı şeyi yapıp duruyoruz ama zulüm bitmedi tersine giderek arttı. O halde, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dediği gibi, Müslümanların arkasında savaşıp korunduğu, kalkanlık görevini üstlenen bir Halife’ye muhtaç olduğumuzu görmeliyiz. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem gibi devlet sahibi olmalıyız ki bırakın yüz binlerce kardeşimizin katledilmesi, Müslüman bir bacımızın başörtüsüne el uzatıldığında ordular kaldırabilmeliyiz. İslâmî Hilâfet Devleti’ne ve Ömer RadiyAllahu Anh gibi Halifelere sahip olmalıyız ki İslâm davetini halklara ulaştırmak için fetihler yapabilelim. Bir Halifemiz olmalı ki bir Müslüman bayan “nerdesin ey Halife” diye haykırdığında orduları yollara dökebilelim. Öyle İslâm komutanlarına sahip olmalıyız ki Müslümanların Kutsal beldesi lanetlenmiş bir kavmin işgalinde olduğunda orayı fethedene kadar kendilerine gülmeyi yasaklasınlar.

İşte bizim asıl meselemiz bu. Mısırda 529 kardeşimiz idama mahkûm olmuş, bizler yalnızca meydanlara iniyor haykırıyoruz. Şimdi soruyorum, zalim Mısır yönetimi bu Müslüman kardeşlerimizi (Rabbim onları korusun) şehid etse kim ne yapabilecek? Halkı Müslüman olan devletler ordular kaldırabilecek mi? Nusayri Esed'i savunmak için Suriye’deki Müslümanları katletmekte her türlü yardımı esirgemeyen sözüm ona İran “İslâm” Cumhuriyeti Mısır’a saldıracak mı? Türkiye ve Ortadoğu’nun sözüm ona karizmatik lideri Erdoğan Mısır’a savaş açacak mı? Bu mümkün mü? Hayır. O zaman egemen Batı devletlerine göbekten bağlı, Müslüman halkların başına getirilen bu hainlerin farkına varıp muhasebe etmeliyiz. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve Sahabesi gibi, Allah’ın emrettiği şekilde bir mücadele ile ikinci Raşidi Hilâfet Devleti’ni kurmaktan başka çaremiz yoktur.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz