Mısır; üzerinde hak ile
bâtıl mücadelesinin gerçekleştiği ve bu mücadelenin taraf ve şekli ile Ku’ran’a
konu olmuş beldelerden biridir. İktidarının tehlikede olduğunu düşündüğünde
Firavun, nasıl ki erkekleri öldürmüş ve kadınları sağ bıraktıysa, İslâm egemenliğinden
çıktığı andan itibaren Mısır’ı yöneten diktatörler/çağdaş firavunlar aynı
kaygılar ile hareket ettiler. Firavunun aldığı bütün tedbirler ve
gerçekleştirdiği onca zulüm, onu ve iktidarını koruyamadıysa, o ibretlik sonunu
getiren, burnunun dibinde yetişen Musa
Aleyhi’s Selam olmuşsa, çağdaş firavunlar nasıl benzeri
bir akıbeti kendileri için düşünmezler?
Bilindiği üzere, adına
“Arap Baharı” denilen süreçte, Mısır halkı meydanlara inmiş ve çağdaş firavun
Hüsnü Mübarek’i iktidardan indirmişti. Hatta yargılayıp mahkûm etmişti.
Akabinde seçim yapıldı ve Müslüman Kardeşler’in desteği ile Muhammed Mursi Cumhurbaşkanı
olarak seçildi. Yaklaşık bir yıl sonra General Sisi’ye yaptırılan askerî darbe
ile Mursi yönetimi düşürüldü ve İhvan’ın yüzlerce mensubu ile birlikte
tutuklanarak yargılandı. Darbe karşıtı yapılan gösterilerde yüzlerce insan katledildi,
yüzlerce insan -ki bunların belli bir kısmı daha çocuk yaşta olduğu halde-
tutuklandı, işkence gördü. Tutuklananların yüzlercesinin yargılanması bitti. Bu
yargılamalar neticesinde aralarında hamile bayanların da bulunduğu 529 kişi
idama mahkûm edildi. Halen idam ile yargılanan yüzlerce insanın mahkemesi devam
etmektedir.
Mısır’da yaşananlar,
dünya gündeminde olduğu gibi, ülkemizin de ana gündem maddelerinden biri haline
geldi. Bu makale ile üzerinde durmak istediğim husus, yaşanan olayları aktarmak
değildir. Çünkü yaşananları hemen herkes bilmektedir. Bu makalede Müslümanların
kendi esaslarından vazgeçip Batı argümanlarına sarılmasının getirdiği hezimeti,
Müslümanların Ümmet anlayışındaki paradoksları ve son olarak sahih İslâmî
duruşun nasıl olması gerektiğinden bahsetmek istiyorum.
Son İslâm Hilâfet Devleti’nin
ortadan kaldırılması ile İslâm Ümmeti, toprakları egemen devletler tarafından
parsellenip, bir bütün olarak gayri İslâmî/küfür ideolojilerle ve diktatör
yönetimlerin altında yaşamak durumunda bırakıldı. Son bir asırdır İslâm Ümmeti,
hem kültürel olarak hem de fiziki olarak Batı’nın gayri insanî hatta vahşi
denilebilecek çehresi ile karşı karşıya kaldı. Bu duruma razı olmayan ve İslâmî
bir reaksiyon ile ortaya çıkan birey ve kitleler, Batı’nın tesis ettiği
diktatörlerce engellendi, hapsedildi veya katledildi. Ümmet’in büyük bir kısmı
da bu diktatörlerin jakoben uygulamaları neticesinde İslâmî fikir ve duygulardan
uzaklaşarak, Batı’nın fasit fikirlerine boyun bükmek zorunda bırakıldı.
Emperyalist Batı
dünyası, hapsetmekle, katletmekle İslâm’ı isteyen Müslümanları bitiremeyeceğini
anladıktan sonra, devşirdiği bir takım âlim ve yöneticiler vasıtası ile kendi
kokuşmuş fikir ve nizamlarını İslâm ile mecz etmeye yöneldi. Aynı şekilde kendi
çıkarlarını korumak ve dünyayı istedikleri gibi yönetebilmek için teşkil
ettikleri BM, NATO, İMF, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve bunlar gibi daha
birçok uluslararası kuruluşlara Müslümanları da dâhil edip, bu kuruluşların
kararlarına da teslim ettirdiler. Böylece bu, sözde Müslüman âlim ve
yöneticiler bilerek veya bilmeyerek, kâfirlerin Müslümanlar üzerindeki
otoritelerini pekiştirdiler. Gelinen nokta itibari ile Müslümanların ekserisi,
maruz kaldıkları bütün bu sıkıntıların esas kaynağı olan Kapitalist ideolojinin
Laik ve Demokratik fikir ve nizamları olduğunu bilmez oldu.
İslâm beldelerini, Demokrasi,
özgürlükler, insan hakları vb. sloganlar ile sömüren, kan gölüne çeviren vahşi
Batılılar ve onların yerel işbirlikçileri, Müslümanlara kan kusturduktan sonra
çözüm mercileri olarak yine yukarıda bahsettiğim ifsat kuruluşlarını
göstermektedir.
Ortadoğu’da başlayan
ayaklanmalar, özünde İslâmî hassasiyetleri barındırmasına rağmen genel anlamda
istibdat rejimlerine karşı gerçekleşti. Ancak, bu ayaklanmaların İslâmî bir
devrim ile neticelenmemesi için Batı dünyası, hızlı bir şekilde müdahale
ederek, ayaklanmaları Demokratik bir direniş olarak dünya kamuoyuna yansıttı.
Aynı şekilde direnişçileri temsil etme kuvvetine sahip olan kişileri güdümüne
alarak, onların eli ile yeni yönetimler tesis edip, bu makyaj değişikliğini
Müslüman halklara bir lütuf olarak gösterdi. Tunus’ta, Libya'da ve Yemen'de
yaptığı gibi. Benzer şekilde, Mısır ayaklanmasında etkin bir çoğunluğa sahip
olan İhvan’ı muhatap aldı. Ancak Batı, İhvan’ın İslâmî yapısı konusunda
tereddütlere sahipti. Seçimler yapıldı ama sonuçların açıklanması gecikti. Ta
ki Mursi, uluslararası bütün anlaşmalara sadık kalacağına dair demecini dünyaya
duyurana kadar. Bu demeç ile Mursi neyi taahhüt ediyordu? Öncelikle “İsrail”
varlığını tanımayı ifade eden, İslâm’ın kutsal saydığı Filistin topraklarını
işgal etmesini meşrulaştıran, bunun için Filistinli Müslümanlara zulmetmesini
meşru gösteren Camp David anlaşmasını kabul ediyordu. Aynı şekilde Mursi, kâfir
Batı’nın İslâm Ümmeti’nin üzerindeki egemenliğini pekiştiren kuruluşlara bağlı
kalacağının taahhüdünü veriyordu. Bu taahhütten sonra seçim sonuçları açıklandı
ve Haziran 2012’de Mursi Cumhurbaşkanı oldu.
Bu arada Esed ve Baas
rejimi, Suriye’de ayaklanan halka karşı katliamlarını sürdürüyordu. Aynı
şekilde kâfir Batı, Suriye’ye de müdahalede bulundu ama giriştiği hiç bir
teşebbüsten bir başarı elde edemedi. Nasıl ki dünya Müslümanlarının gözünde bir
kahraman lider olarak oynattığı Erdoğan, Mısır’a gidip, onlara Laikliği
önerdiyse benzer şekilde Suriye meselesini çözmek için Müslüman ülke
liderlerinin katıldığı ve İran'da yapılan toplantıda Mursi de Suriye
meselesinin Demokrasi ile çözülmesi gerektiğini vurguluyordu. Kendilerinin
yönetime geldiği yöntem ve egemenlerin destek ve yardımcılık metodunu sunuyordu
adeta. Türkiye’deki Müslümanlar için AKP ile diğer partilerin yönetimi
arasındaki fark ne ise Mısır’da yeni yönetimin eskileri ile farkı öyleydi. Her
iki yönetim için aklî kıyas esas alındı.
Ancak, başta ABD olmak
üzere Batı’nın uygulamaya koyduğu bütün planlar, Suriye’de suya düştü ve
kendilerinin güdümünde bir yönetimi tesis edemediler. Yani Suriye halkının
devrimini, diğer ülkelerde çaldığı gibi çalamadılar. Suriye halkının, onların
habis oyunlarına gelmemesi ve İslâmî yönetim taleplerinde ısrar etmesi,
Batı’nın hoşuna gitmedi ve bir bütün olarak Müslüman halkın her türlü acıyı hak
ettiğini düşünerek, Esed’in ve O’na yardım eden devletlerin her türlü katliamı
yapmasına izin verdi. Suriye’deki Müslümanların kendilerine diz çöküp, boyun
bükmesi için hiç bir şeyden geri kalmadılar.
İslâm ve Müslüman
düşmanı emperyalist kâfir devletler, Suriye’deki direnişi kontrol altına alamayınca,
Mısır üzerindeki planlarını değiştirmeye karar verdiler. ABD her ne kadar
İhvan’ın yöneticilerinden bir takım taahhütler aldıysa da ve Türkiyeli Erdoğan
modeli gibi Mısır’daki Müslümanları kendi sistemine entegre edip dönüştürmeyi
amaçladıysa da Suriye’de yükselen tehlike için bu süreci değiştirmeyi daha
uygun gördü. Çünkü Mısır Müslümanları Türkiye’dekiler kadar Demokrasi konusunda
yeterince ikna edilmiş değillerdi. Yüzlerini bütünü ile Batı’ya çevirmemiş ve
Ümmet bilinci daha yüksekti. İslâm’ın “i”sinden hazzetmeyen Batı, Suriye için
daha kaygılı ve yardımsever olan İhvan tabanından endişe etti. İhvan’ı tam
anlamı ile dönüştürme planı uzun zaman alacaktı ama Suriye’de dumanlar
yükseliyordu ve Suriye’nin geleceği kestirilemiyordu. Bunun için ABD, kontrol
edemediği Suriye Muhalefetini bir yandan mezhepsel taassuba yenilmiş, gözleri
kararmışlara ve kan emici Baas’ın insafına bırakırken bir yandan da İslâmî bir
devletin oluşumu ihtimaline karşılık Suriye’yi dört bir yandan muhasara etmek
istedi.
İşte bu temel gerekçelerle,
başta ABD olmak üzere Batı, kendi nizamı olan Demokrasi ile gerçekleştirmekle
övündüğü Mısır devrimini yine kendi bekası için sonlandırdı. Bütün dünyanın
gözü önünde gerçekleşen bu Demokrasi oyunu, maalesef Müslümanların gözünü
açmaya yetmedi. Üzerinde çok konuşulmasına rağmen, “bu nasıl Demokrasi”
denilmesine rağmen Müslümanlar, sözde liderlerini muhasebe etmediler. İşine
geldiği gibi Demokrasiyi kullanan emperyalistlerin kuyruğundan tutan
yöneticileri, bırakın muhasebe etmeyi, daha çok Demokrasi havarisi olmaları
için kalem oynattılar sözüm ona Müslüman yazar-çizerler.
Evet, darbe yapıldı ve
İhvan’ın yüzlerce mensubu tutuklandı. Darbeyi sadece kınamakla kalan liderler
ve sözüm ona Müslüman kalemşorlar, İhvan’ın kesinlikle şiddetten uzak kalması
gerektiğini ve hakkını Demokratik yollarla almasını öğütlediler. Meydana çıkıp
protesto edenlerin üzerlerine kurşunlar yağdı. Yüzlerce Müslüman’ı şehid
ettiler. Yine tutuklamalar ve işkenceler yapıldı. Buna rağmen Demokrasi
nasihatleri devam etti.
Sonunda Mısır yargısı,
529 Müslüman hakkında idam kararı verdiğinde, sözüm ona liderler ve âlimler,
Müslümanların aklı ile alay edercesine, “dünya buna niye sessiz kalıyor”
demekten vazgeçmediler. Kâfir Batı dünyasının kendi kedi-köpeği için fırtınalar
kopartabileceğini, ancak söz konusu Müslümanlar olduğunda bütün Müslümanların
kanının bir damla petrol kadar değerli olmadığını bilindiği halde, halen
Batı’yı bir kurtarıcı ve çözüm mercii olarak gören zihniyet nasıl bir
zihniyettir anlaşılır gibi değil.
Allah Subhanehû ve Teâlâ yüce Kelâmı’nda
onlarca ayette, kâfirlerin dost edinilmemesi, onlara dayanılmaması, onlardan
yardım alınmaması ve onlara meyledilmemesi gerektiğini ifade etmesine rağmen,
Müslümanlar neden onları dost ediniyor, onlardan yardım bekliyor ve onlara güveniyorlar? Tarih boyunca kâfirlerin Müslümanlara karşı çirkef
cürümleri bilinirken, Allah ve Rasulü, kâfirlerin
Müslümanlara kin duyduğunu, ellerinden gelse bütün Müslümanları bir kaşık suda
boğmak istediklerini bildirdiği halde, Müslümanlar neden halen kâfirlerin
uşaklığını yapan liderlerin peşinden gidiyor ve onları destekliyor?
Uluslararası kuruluşların gerçeği ortada iken, Müslümanlar neden Allah ve
Rasulü’ne dönmek yerine onlardan medet umuyor?
Gelelim Müslümanların
yaşadığı paradokslara. Yukarıda ifade ettiğim gibi Allah, İslâm akidesine iman
edenlerin karşılaştığı her türlü ihtilaf ve problemini Allah ve Rasulü’ne yani
İslâm şeriatına döndürmeleri gerektiğini ifade etmesine rağmen Müslümanların,
sorunlarını başka mercilere götürmesi, konjonktür deyip şartlara teslim olması
en büyük paradokstur. Bu esasa bağlı olarak Mısır meselesi ile ilgili
Müslümanların, özellikle hallerini yakından müşahede ettiğimiz Türkiyeli
Müslümanların gösterdiği tepkiler nasıl yorumlanır?
Mısır’daki idam
kararlarından sonra, İslâm dünyasında ve Türkiye’deki İslâmî camialar
tarafından yeterli olmasa da (ki bu durumda yeterlilik izafi bir hâl almakla
birlikte) yine de kayda değer tepkiler gösterildi. Olması gerekir miydi?
Elbette ki Ümmet bilinci bunu gerektirir. Hatta daha fazla olmasını da
gerektirir. Peki, buradaki paradoks nedir? Buradaki paradoks şudur: Suriye’de
tarihte benzeri görülmemiş bir katliam yaşanıyor. Yüz binlerce çocuk kadın ve
erkekler şehid edildi. En vahşi şekillerde Müslümanlar katledilmeye devam
edilmektedir. Bu, eşi ve benzeri görülmemiş katliamlara karşı Ümmet bilinci,
İslâm kardeşliği daha fazla tepki göstermeyi gerektirmez mi? Müslümanlar neden
aynı tepkiyi Suriye için göstermiyorlar? Bırakın aynı yoğunluktaki tepkiyi,
Mısır için gösterilen tepkinin onda birini Suriye için göstermiyorlar.
Mısır’daki Müslümanlar, kardeşlerimiz oluyor da Suriye’dekiler kardeşlerimiz
değil mi? Mısır’daki kardeşlerimizin kanı Suriye’deki kardeşlerimizin kanından
daha mı kırmızı? Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem, Müslüman’ın kanını en kutsal mekân olan Kâbe’den daha
üstün tutarken, Filistin topraklarının kutsallığı Suriye’deki Müslümanların
canlarından daha mı kutsal ki Filistin'i ağzımızdan düşürmezken Suriye
konusunda ketum oluveriyoruz? Filistin, Tunus veya Mısır’daki Müslümanların
mücadelesi, Suriye’deki mücadeleden daha mı saf, daha mı net ki Suriye
konusunda kafamız karışıyor?
Hangi sebepledir
“bilinmez” ama çoğu İslâmî camia, Müslümanların kanlarını birbirine kıyaslıyor
ki farklı argümanlar üretme yoluna gidebiliyor. Kimyasal silahlarla ve hunharca
yöntemlerle katledilen bunca Müslüman’a rağmen, sahip oldukları cemai
taassuplardan, sempati duydukları ülkelerin zalimden yana olmasından, oy verip
başa getirdikleri partilerin pragmatist politikalarından dolayı Müslümanlara
yapılan zulümlere sesiz kalanlar, vicdanlarını rahatlatmak için bin bir türlü
bahane üretme yoluna gidebilmektedirler. En başta, Suriye kentlerini
harabelere, sokaklarını kan gölüne çeviren ABD olduğu halde, Suriye’deki
mücadeleyi ABD’nin bir oyunu olduğunu söyleyerek, muhalifleri ABD lehine
çalışanlar olarak yorumlayıp işin içinden nasıl çıkılabilir? Bir tarafta zalim
diktatör Esed ve Baas rejimi ve O’nun arkasındaki şer güçler, diğer tarafta
halkın içinden çıkmış direnişçiler arasındaki mücadele, nasıl bir iç savaş
olarak değerlendirilebilir? Allah’tan korkun!
Bu konuda gerek
yazılarla, gerek panel, konferans ve basın açıklamaları ile Köklü Değişim Dergisi
Suriye gerçeği ile ilgili yüzlerce bilgilendirme ve hatırlatmalarda
bulunmuştur. Bunun için Suriye gerçeğine burada tekrar değinmeyeceğim. Ancak,
bir an için bu iddiaların doğru olduğunu varsayalım. Yani Suriye’de kimin eli
kimin cebinde olduğunu bilmediğimizi, bir iç savaş yaşandığını ve muhaliflerin
ABD tarafından kışkırtıldığını düşünelim. Diyelim ki Suriye’deki durum
böyledir. Böyle olduğu zaman, yüz binlerce çocuk, kadın ve yaşlı Müslüman
ölmeyi hak etmiş mi oluyor? Milyonlarca Müslüman’ın muhacir olması normal
karşılanır mı? Onlar vücudumuzdaki azalardan değil mi? Her şeye rağmen
katledilen bu kadar Müslüman için, bir tepki ortaya koymak gerekmez mi?
Suriye’deki Müslümanlar, Mısır Müslümanları için gösterilen tepkileri hak
etmiyor mu? Ya da tersinden düşünelim. Mısır’daki Müslümanlar ABD ile hiç iş
tutmadı mı? Filistin davasına sahip çıkan Müslümanlar, ABD veya kâfirlerin
oyunlarına hiç gelmediler mi? Hayır, Suriye direnişine kayıtsız kalanların öne
sürdükleri gerekçeler örümcek ağı kadar sağlam değildir. Konu kardeşlikten ve Ümmetten
açılınca mangalda kül bırakmayanların, bu paradokslarını çözmek için başlarını
ellerinin arasına alıp tekrar düşünmeleri gerekir.
Peki, gerçekten
sergilenmesi gereken İslâmî duruş nedir? Aslında satır aralarında bu durumu da
işledim ama burada tekrar özetlemekte fayda vardır. Öncesinde şunu hatırlatmak
istiyorum. Birileri, Filistin ve Mısır meselesine sahip çıkıp, Suriye
meselesine sahip çıkmadığı için bir aksülamel içinde olduğumuzu veya
olacağımızı düşünmesin. Bizim için dünyanın neresinde olursa olsun, haksızca
bir Müslüman kanının akıtılması, bir azamızın kesilmesi gibi bize acı verir.
Milliyeti, beldesi veya mezhebinin farklı olması, onun mağduriyetinin
dillendirilmesi veya maruz kaldığı haksızlığı ortadan kaldırılması için
çalışmamızın rengini de seyrini de değiştirmez.
İslâm'ı bir bütün olarak
ele alan bir Müslüman için tek bir ölçü vardır. Bu ölçü, hiç bir şekilde evrime
uğramaz, zaman ve mekâna göre değişmez. Bu ölçü, iman etmenin bir sonucu ve bir
gereği olarak her meselede Allah’ın hitabına (şer’î hükme) bağlanmaktır. Eğer Şâri,
inananları kardeş kılmışsa, aralarındaki hukuku belirlemişse, başka herhangi
bir kıstasa bakılmaz. Müslümanların tek bir Ümmet olduğu ve misyonları iyiliği
emretmek, kötülükten men etmek ve adaleti ayakta tutmak olduğunu bize Allah
bildirmektedir. Müslümanların bu çelişkilerini bir an önce gidermeleri gerekir.
Eğer Şâri’nin hitabına kulak verilseydi, sorunun ve zilletin asıl kaynağı olan
küfür fikir ve nizamlarında izzet aranmazdı.
Dergimizin 109 ve 110.
sayılarında, Ümmet bilinci ve Ümmet’in devlet kavramı ile ilişkisini konu edinen
iki yazı kaleme almıştım. İşin özeti, İslâm Ümmeti’nin kurtulmasını, üstün ve
şahit olma özelliğini ancak kendisini var eden unsurlar ile hayatın her
alanında icra edilmesiyle gerçekleşeceğini ifade etmiştim. Yani İslâm Ümmeti’nin
kurtuluşu, ancak İslâmî hayatı yeniden başlatacak, Müslümanların canlarını,
mallarını ve tüm kutsallarını koruyacak bir devletin varlığı ile gerek şer’î
olarak ve gerekse sosyolojik olarak gerekliliğini izah etmiştim. Herhangi bir
unsurda kâfir devletelere dayanan bir devletin İslâm Devleti olması mümkün
olmadığı gibi böylesi bir devletten Müslümanlara hayır da gelmeyecektir.
Bugün dünyanın her
yerinde Müslümanlara zulüm yapılmaktadır. Bizler ise ancak meydanlara inip
zalimleri tel’in ediyoruz. Mazlumlar için dualarda bulunuyoruz. Gerekli mi?
Evet gerekli. Peki, bu yeterli mi? Hayır. Çünkü yüz yıldır aynı şeyi yapıp
duruyoruz ama zulüm bitmedi tersine giderek arttı. O halde, Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dediği
gibi, Müslümanların arkasında savaşıp korunduğu, kalkanlık görevini üstlenen
bir Halife’ye muhtaç olduğumuzu görmeliyiz. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem gibi devlet sahibi olmalıyız ki bırakın
yüz binlerce kardeşimizin katledilmesi, Müslüman bir bacımızın başörtüsüne el
uzatıldığında ordular kaldırabilmeliyiz. İslâmî Hilâfet Devleti’ne ve Ömer RadiyAllahu Anh gibi Halifelere sahip
olmalıyız ki İslâm davetini halklara ulaştırmak için fetihler yapabilelim. Bir Halifemiz
olmalı ki bir Müslüman bayan “nerdesin ey Halife” diye haykırdığında orduları
yollara dökebilelim. Öyle İslâm komutanlarına sahip olmalıyız ki Müslümanların
Kutsal beldesi lanetlenmiş bir kavmin işgalinde olduğunda orayı fethedene kadar
kendilerine gülmeyi yasaklasınlar.
İşte bizim asıl
meselemiz bu. Mısırda 529 kardeşimiz idama mahkûm olmuş, bizler yalnızca meydanlara
iniyor haykırıyoruz. Şimdi soruyorum, zalim Mısır yönetimi bu Müslüman
kardeşlerimizi (Rabbim onları korusun) şehid etse kim ne yapabilecek? Halkı
Müslüman olan devletler ordular kaldırabilecek mi? Nusayri Esed'i savunmak için
Suriye’deki Müslümanları katletmekte her türlü yardımı esirgemeyen sözüm ona
İran “İslâm” Cumhuriyeti Mısır’a saldıracak mı? Türkiye ve Ortadoğu’nun sözüm
ona karizmatik lideri Erdoğan Mısır’a savaş açacak mı? Bu mümkün mü? Hayır. O
zaman egemen Batı devletlerine göbekten bağlı, Müslüman halkların başına
getirilen bu hainlerin farkına varıp muhasebe etmeliyiz. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve Sahabesi
gibi, Allah’ın emrettiği şekilde bir mücadele ile ikinci Raşidi Hilâfet Devleti’ni
kurmaktan başka çaremiz yoktur.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış