SAĞLIKLI KALKINMA VE GÜVENLİ BİR YAŞAM İÇİN DÜNYA HİLÂFET’E MUHTAÇTIR

Aydın Usalp

İlk insandan bugüne ve kıyamete kadar bütün insanların bu kısacık dünya hayatındaki en büyük talepleri kalkınma ve emniyettir. Çünkü hayat kısa ve bu kısa dünya hayatı süresince insan, bekasını sağlamak, neslini devam ettirmek ve tedeyyününü/dindarlık içgüdüsünü tam bir itminan ile doyuma ulaştırmak için kazanım elde etmek ve bu kazanımlarını korumayı istemektedir. Kazanım isteği ve kazanımları emniyet altına alma isteği, bir bakıma beşer olmak ile eş değerdir.   

Kalkınma, lügat manası ile düşük bir seviyeden daha yüksek bir seviyeye çıkmaktır. Istılahi mana olarak kalkınma, gerek insanın ve gerekse toplumun kötü bir hâlden daha iyi bir hâle, bir temel fikir ve bu temel fikir üzerine bina edilmiş bir yaşam tarzı ile intikal etmesidir. Birey, toplumun bir parçası olması hasebi ile kalkınması veya emniyeti toplumun durumuna bağlıdır. Toplumun olumlu yönde her değişimi, mevcut konumdan/hâlden daha yüksek bir konuma çıkması kalkınmadır. Buradaki hâl ya da konumdan kasıt, toplumun fikri, maddi, ruhi ve ahlaki seviyesidir. 

İnsan, yaratılışı gereği yaşamı boyunca fiziksel ihtiyaçlarını ve içgüdülerini doyurma uğraşı içindedir. Bu uğraş, insanı aynı zamanda sosyal bir varlık kılmaktadır. Toplum hâlinde yaşamak durumunda olan insan, kendi ihtiyaçlarını karşılamak için diğer insanlar ile alaka kurar. Doğal olarak diğer insanlar ile birlikte yaşamak zorunda olan insan, hayatını devam ettirmek veya ihtiyaçlarını karşılamak için bir hayat nizamına ihtiyaç duymaktadır. Bu alakalar da ancak ortak duygu, fikir ve nizam ile düzenlenir ki bu toplumun vakıası gereğidir.

Toplumsal yaşantı içinde insan, sahip olduğu içgüdü ve fiziksel ihtiyaçlarını her zaman için daha kaliteli bir şekilde karşılamak ister. İnsan, çadırda yaşamaktan ziyade kerpiçten de olsa bir evde yaşamayı tercih eder. Betonarme evi kerpiç eve, iki katlı bahçeli bir evi apartman dairesine, büyük bir çiftliği de iki katlı bahçeli eve tercih eder. Hakeza, sahip olduğu her eşyasının daha kalitelisini, yediği her yemeğin daha lezzetlisini tercih eder. Toplumda sahip olduğu mevki ve makamının hep yükselmesini ister. Güzelliği ve üstün nitelikleri olan insanlarla evlenmeyi, sağlıklı ve zeki evlatlara sahip olmayı ister. Düşük davranışların sergilendiği bir ortamdan ziyade, seviyeli ilişkilerin var olduğu ortamlarda bulunmayı ister. Sömürünün ya da zulmün olduğu ortamlardan ziyade dayanışmanın ve adaletin gerçekleştiği ortamlarda yaşamak ister. Zayıf ve aciz olana değil, üstün sıfatlara sahip, güçlü olana bel bağlamayı ve ona sığınmayı ister. Tehlikeli durumlardan kaçar, daima emniyette ve güvende olmak ister. Kısacası insan, kalkınmayı ister. Yani bulunduğu hâlden daha yüksek ve daha üstün bir hâlde bulunmayı ister.

Kalkınmayı talep eden ve bu yolda yürüyen insan, nasıl kalkınır meselesine gelince: Kalkınma, insanın fiziksel ihtiyaçlarını karşılama, meyillerini doyurma ve diğer insanlar ile olan ilişkilerinde belirleyici nizam ve değer yargıları ile ilgilidir. Doğal olarak kalkınmayı sağlayan husus, ihtiyaçları karşılayan madde ve meyilleri doyuran hususlara dair fikirdir. Yani kalkınma, akletme/düşünme ile gerçekleşir. Çünkü önce fikir oluşur, sonra oluşan fikre göre davranış meydana gelir. Önce fikir oluşur, sonra uygulamaya geçilir. Yani insan, eşya ve hayat hakkındaki sahip olduğu fikre/yargıya göre hareket eder. Peki, nasıl bir fikir ile kalkınma gerçekleşir? 

Kalkınma; insanın bütün soru ve sorunlarına cevap ve çözüm sunan, temel bir fikre bina edilmiş, hayata dair her meseleye ayrı ayrı çözüm getiren ve bu çözümlerin uygulamasını gösteren ideoloji ile mümkündür. Bir fikrin ideoloji olarak tanımlanabilmesi için, bir temel fikre ve bu temel fikrin üzerine bina edilmiş hayatın bütün yönlerine dair fikirlere ve çözümlere ve yine bu fikir ve çözümlerin uygulama şekillerini gösterir bir nizama sahip olması gerekir. 

Kalkınmanın ancak bir ideoloji ile gerçekleşeceği hususu açıktır. Ancak, hayata dair çözüm ve nizamlar sunan her ideoloji sağlıklı bir kalkınma sağlamaz. Sağlıklı kalkınmayı gerçekleştiren ideoloji, nizamının üzerine bina edildiği akidesi sahih olan ideolojidir. Sahih akide ise akli olan akidedir. Diğer bir tabirle insan, hayat ve kâinat hakkında ve tüm bunların dünya hayatının öncesindeki ve sonrasındaki ile olan alâkası hakkındaki insanın sahip olduğu ve aydın bir düşünce ile ulaştığı temel fikirdir. Buna göre sadece İslâm, akli bir akideye sahip olduğu için tek doğru ideoloji de İslâm’dır. 

Hayata dair bir nizam sunan komünizm ve kapitalizm ideolojilerine baktığımızda, bunlar da birer ideoloji olma vasfı ile icat edildiklerinde uygulanan toplumlarda kalkınma sağlamışlardır. Ancak toplumları sahih anlamda kalkındırmamış olup hatta bir bütün olarak dayatıldığı toplumları ateş çukuruna sürüklemişlerdir. 

Ortaçağ Avrupa’da toplumların içinde bulunduğu hâl herkesin malumudur ki yaşanılan veya yaşatılan hayat çok düşük ve sefilce idi. 15. asırda düşünür ve filozofların öncülüğünde başlayan değişim hareketi sonucunda kral ve kilisenin ortaklaşa sahip oldukları iktidarlar devrilip yerine laiklik akidesi üzerine bina edilen kapitalizm ideolojisi vücut buldu. Böylece Avrupa toplumları icat ettikleri bu yeni yaşam tarzı ile bir kalkınma gerçekleştirdiler. Bu kalkınma doğru bir akide üzerinde olmadığı için bir önceki yaşam tarzından daha iyi ancak gelinen zaman diliminde kapitalist yaşam tarzının insanları nasıl bir uçuruma sürüklediği ortadadır. Aynı şekilde Avrupa’da icat edilip Çarlık Rusya’sında uygulamaya konulan komünizm de toplumsal bir değişim ile kalkınma gerçekleştirmiştir.  Her iki ideoloji de icat edildikleri toplumları kötü bir hâlden daha iyi bir hâle getirdikleri hâlde doğru bir kalkınmayı gerçekleştirememişlerdir. Çünkü her iki ideolojinin dayandıkları esas, yani akideleri bozuk idi. Kapitalizm, yaratıcıya inanmayı serbest kılmasına rağmen, laiklik akidesi gereğince dini hayata müdahale ettirtmezken, komünizm yaratıcıyı tamamen inkâr ediyordu. Kısacası bu iki beşerî ideoloji, aklı ikna etmeyen ve fıtrata uygun olmayan batıl ideolojilerdir.

Özet olarak sadece İslâm ideolojisi yegâne doğru ideolojidir. Çünkü insanın yaşamı, devleti ve toplumu ile kalkınması için insan, hayat ve kâinatla alakalı kapsamlı bir fikir verebilen, dünya hayatı ile alakalı tüm fikirlerinin esasi kaynağı, devleti, toplumu ve yaşamının tüm alanlarına yönelik nizamların kaynaklandığı esasi kaide konumundaki akli akide üzerine kurulu bir ideolojidir. Dolayısıyla doğru kalkınma doğru bir ideoloji ile olacak, bu doğru ideoloji de insan yaşamında en tesirli içgüdü olan tedeyyün içgüdüsünü göz önünde bulundurup bu merkezden insanın diğer içgüdülerinin doğru nizamlarla doyumunu sağlayacaktır. Bu yönü ile de İslâm akidesi insan fıtratına en mutabık akide olup, insan, hayat ve kâinatı en doğru yorumu ile en doğru istikamete oturtup, akidesi insan aklına kanaat getiren, akli bir ideolojidir.  

İnsanlığın Hilâfet’e muhtaç olduğunu ve ancak Hilâfet ile kalkınabileceğini anlamak için kalkınmaya dair kısa da olsa böylesi bir değerlendirme gerekliydi. Çünkü insanı doğru bir şekilde kalkındıran veya insanın emniyetini sağlayan bizzat devletin kendisi değil, ideolojidir. Devlet, ideolojinin uygulama metodudur. Doğal olarak ideoloji devlet ile vücut bulur. 

Her ideolojinin uygulama metodu devlettir. Devletin yapısı ve şekli ideolojiye göre değişir. Her ideolojinin akidesi ve akideleri üzerine bina edilmiş veya akidelerinden çıkan fikir ve çözümler farklı olduğundan uygulama yöntemleri, yayılma ve kendilerini koruma yöntemleri de farklıdır. Doğal olarak her ideolojinin devlet modeli de farklıdır.

İslâm dini/ideolojisi ilk olarak Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in eli ile Medine’de yürürlüğe konulmuştur. Böylece Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, İslâm’ın nasıl uygulanacağına dair bir örneklik ve bir devlet modelini oluşturdu. İslâm’ın bütün hükümleri nasıl vahiy ile belirlendi ise bu hükümlerin uygulama şekilleri de vahiy ile belirlendi. Vahyin kemale ermesi ve Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in vefatı ile bize bırakılan devlet modeli nübüvvet minhacı üzerinde seyreden Hilâfet modelidir. Bu yönü ile Hilâfet, bir icat değil ya da tarih içinde oluşturulan kurumsal bir yapı değil, bizzat İslâm’ın öngördüğü ve İslâm’ın ancak kendisi ile kâmilen uygulanacağı yönetim modelidir. Diğer ideolojilerin kendilerine has yönetim şekilleri olduğu gibi İslâm’ın yönetim modeli de Hilâfet olup onun başka bir model ile uygulanması mümkün değildir. 

İslâm’ın yönetim nizamı olan Hilâfet; demokratik parlamenter veya başkanlık sistemi veya bütün isim ve üslup çeşitleri ile cumhuriyet sistemine benzemez. Aynı şekilde Hilâfet;  krallık veya federatif devlet modeli de değildir.  

İslâm, bütün mahlûkatın yaratıcısı, âlemlerin Rabbi olan Allah Subhanehû ve Teâlâ’dan, insanlığa bir nur, bir rahmet ve tamamlanmış bir nimet olarak gelmiştir. İnsanlığı kalkındırmak ile birlikte huzurlu ve güven içinde bir yaşam sürdürmesini de garantiler. İslâm’ın Hilâfet ile vücut bulması halinde, insanlık da hayat bulacaktır. Çünkü İslâm, kendisine inanılsın ya da inanılmasın, üzerlerinde tatbik edildiği bütün insanların can, mal, din, nesep, akıl, izzet ve haysiyetini korur. İslâm nizamı, insanlığın muhtaç olduğu her şeyi doğru bir şekilde ve tastamam doyurur. Her insan için dokunulmaz olarak tayin ettiği değerleri uygulama metodu olan Hilâfet ile korur. Böylece insanlık Hilâfet ile emniyete kavuşur.

İslâm, insanları kula kulluktan kurtarıp izzetli bir şahsiyete eriştirir. Kelime-i Tevhid üzerine bina edilmiş olan İslâm, Hilâfet ile yeniden hayat sahnesine indiği zaman, insanlığı bulunmuş olduğu dehlizlerden vahyin aydınlığına ulaştırır. İnsani değerleri hiçe sayan bütün fikir ve nizamlardan kurtarır. İnsan haysiyetini meta ile ölçen günümüz nizamlarından kurtararak Allah’a kul olma bilinci ile onu mahlûkların en şereflisi konumuna yükseltir. 

Hilâfet Devleti, bir ırkın veya bir ulusun devleti değildir. Dolayısı ile milliyetçilik ve vatancılık duyguları ile insanlar arasında vuku bulan çatışmaları barındırmaz. Çünkü İslâm, insani vasıfları ile bütün insanlara aynı noktadan bakar ve insani olan ihtiyaçlarını karşılar.

Hilâfet Devleti, İslâm ile insanlar arasındaki alakaları Allah’a ittika etme temeli üzerine bina eder. Bunun için Hilâfet Devleti’nde insanlar, devletin vereceği cezadan ziyade, Rabbinden sakındıkları için başkasının hakkını ihlal etmezler. Yine insanların amellerinde riayet ettikleri ölçüler, fayda zarar ilkesi değil, sadece helal ve haram olur. Bu ilke ve ölçüler ile insanlar Hilâfet Devleti’nde can, mal ve diğer bütün değerleri ile emniyette olurlar. 

Sağlıklı bir kalkınma ve güvenli bir yaşam için dünya Hilâfet’e muhtaçtır iddiamız, İslâm’ın sadece teorik boyutuna bakmamız sonucu değil, tarihte yaşanmışlığı ve somut pratiği olduğu içindir. 

Putlara tapan, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, kan ve leş yiyen, diğer milletlerin gölgesinde yaşayan, çapulcu ve baldırı çıplak bir toplumun İslâm ile nasıl kalkındığı hususu herkesin malumudur. Bu toplum, çok kısa bir süre içinde üç kıtada hüküm sürmüş, adalet dağıtmıştır. Yine tarihte görüleceği üzere, sadece Arap toplumu değil, İslâm ile hayatını düzenleyen bütün toplumlar kalkınma ve emniyet sağlamışlardır. 

Hilâfet ile Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in haber verdiği gibi kadınlar, yanında koruyucusu olmadığı halde Sana’dan Hadramevt’e beşerin saldırısından emin bir şekilde yolculuk etti. Hilâfet, sadece insanları değil, Dicle kenarında otlayıp nehre düşebilecek hayvanların emniyetini dahi düşündü. Hilâfet, uzak diyarlardan feryat eden mazlumların imdadına yetişti. 

Hilâfet’in yokluğu ile insanlık, günümüzde enkazlar altında kaldı, dalgalarla sahillere vuruldu ve çöpe atıldı. İslâm beldelerinde milyonlarca Müslümanın kanı akıtıldı ve iffetler kirletildi. Dünya, beşerî ideolojilerin zulmü altında inim inim inlemektedir. Nesiller ve ekinler ifsat edilmektedir.  

Zaman ve mekâna bağlı olmaksızın, Allah’tan bir hayat nizamı olarak gelen İslâm, bir bütün olarak her çağda uygulanabilir ve Rabbimizin buyruğu gereği uygulanmalıdır. Daha önce vurguladığımız gibi İslâm, insanı insan olma vasfı ile ele alır ve ihtiyaçlarına zaman ve mekâna bağlı olmaksızın çözümler getirmiştir. Dolayısı ile insanlığı çepeçevre saran bu zulümat ancak Hilâfet ile yok olur ve ancak Hilâfet insanlığı aydınlığa ulaştırır.

Şüphesiz İslâm, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem ve Raşid Halifeler Dönemi’nde kâmilen uygulanmıştır. Sonraki dönemlerde ve 13 asır boyunca kâmilen olmasa da uygulandı. Bugün Müslümanların talebi sadece Raşid bir Hilâfet’tir. 

Günümüzde, tesisi için uğraşılan Hilâfet’in Raşid olması zor değildir. Çünkü bizler 14 asırlık tarihe vakıfız. Hilâfet’in Raşid olanını da biliyoruz ve zaman içinde karşılaştığı engelleri de biliyoruz. Bütün eksi ve artıları ile Hilâfet’in tarih içindeki seyrini biliyoruz. Dolayısı ile dakik bir inceleme ile tarih içinde meydana gelen aynı hataların tekrar vuku bulmaması için neleri gözden kaçırmamamız gerektiğini de biliyoruz. Sadece insanlığın Hilâfet’e ne kadar muhtaç olduğunu insanlara anlatmamız kalmıştır.

أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنَ اللّهِ حُكْمًا لِّقَوْمٍ يُوقِنُونَ

“Yoksa siz cahiliyye hükmünü mü istiyorsunuz? Akleden bir toplum için Allah’ın hükmünden daha güzel bir hüküm var mı?” [Maide 50]


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz