Bu köşede cehdimin yettiği
kadarıyla Müslümanların zihinlerindeki İslâmî fikirler ile demokrasiyi sentez
yapmaya çalışan fikirleri, kitapları, kurum ve kişileri mercek altına alıp,
incelemek istiyorum. Bu kimselerin ya da çevrelerin, fikirlerinin görüş netliğini
yani çıkarımlarının İslâm’dan neşet eden fikirlere ait olup olmadığını, aklî
çıkarım ile şer’î hüküm arasında kurmaya çalıştıkları görüşlerin delil ve karinelerini
inceleyip, görüşlerindeki tutarlılığı/safiyeti tespit etmeye çalışacağım bi iznillah.
İlk çalışmamda “İslâmcı”
çizgide hareket eden Müslümanları Laik/Demokratik siyasete entegre etmeyi
başaran Milli Türk Talebe Birliği[1]
mensuplarının baş ucu kitaplarından birisi; Yüksek Mühendis Süleyman Karagülle adı altında yayınlanan "İslâm
-Devlet ve Dünya- Düzeni 1-2" isimli kitabı mercek altına alacağım.
2001 yılında Koban
yayınlarından yayınlanan kitap, Prof. Dr. İlhan
Arsel’in[2]
“Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik
Devlet Anlayışına” isimli
kitabını tenkit için kaleme alınmış bir eser. Eserin tamamlanması için Süleyman
Karagülle haricinde bir çalışma kurulu oluşturulmuştur. Çalışmaya katılanlar; Dr. Süleyman Akdemir, Hilmi Altın, Özer
Ataç, İsmail Er Bacak, Reşat Nuri Erol, Kazım Erten, Harun Özdemir, Melik Özmen
ve Hüseyin Kayahan’dan oluşmaktadır. "İslâm -Devlet ve Dünya- Düzeni
1-2" Akevler[3] sistem serisinin 1. kitabı olarak
yayınlanmıştır. Kitabın hazırlanmasında katkıda bulunanlar “Bu kitap yayınlandıktan sonra İslâmiyet'i
din ve düzen olarak tenkit eden veya maksatlı olarak acımasızca saldıran hiçbir
kimse, artık; Bizim tenkit, değerlendirme ve saldırılarımıza cevap veremediniz
diyemeyecektir. Ülkemizde ve Batı dünyasında yapılan bütün tenkit ve
saldırıları içermektedir.” iddiasında bulunulmaktadır.
Kitap 1989 yılında
Mühendis Süleyman Karagülle tarafından yazıldı. 2001 yılına kadar güncelleme ve
diğer çalışma arkadaşlarının katkısı ile kitap yayın hayatına kazandırıldı.
Aynı zamanda Fehmi Koru’nun kayınbabası olan Süleyman Karagülle’nin biyografisi
ise; 1928 yılında Artvin-Borçka’da doğdu. 1955 yılında İTÜ’den elektrik yüksek
mühendisi olarak mezun oldu. On dört yıl süren kamu hizmetlerinden,
çalışmalarını bağımsız olarak yürütebilmek amacıyla ayrıldı. 1967 yılında
Akevler Kooperatifini kurdu. MNP ve MSP’nin İzmir ve Ege Bölgesi kuruluş çalışmalarına
katkıda bulundu. Akevler Dergisi, Gurbet Dergisi, Tekyol Dergisi, Millî Gazete
ve Zaman’da günlük yazıları ve yüz kadar makalesi yayınlandı.
Kitabın baş sayfasında
Mühendis Süleyman Karagülle “ Daha iyisi ortaya konmadıkça,
eleştirilerin bir değeri ve anlamı yoktur.” sözüne icabet ederek. Zann-ı galibince isabetli olduğunu düşündüğü
fikirlerinin daha iyisi 1400 yıl önce İslâm Dini tarafından; devletin şekli,
vasıfları, ilke ve temelleri, yönetim organları devletin üzerine bina edildiği
esasları açıkça ortaya koyduğu gibi, tüm problemlerin çözümünün üretildiği
düşünce, kavram ve ölçülerle uygulanacak anayasa ve yasalar da açıkça ortaya
konulmuştur. Sizin ortaya koymaya çalıştığınız demokratik İslâm modelinin aksine İslâm’ın yönetim nizamı ve devlet şekli
tam anlamı ile özgün bir sistemdir. Diyerek kısa bir mukaddimeden sonra
tenkidimize müsaadeniz ile başlamak istiyorum.
Kitabı okuduğunuzda sizde
fark edeceksiniz. Kitabın içerisinde o kadar çok arızalı mefhum, ölçü, hatalı
kaide, siyasi görüş ve şer’î tarifler var ki; nereden başlasak diye şaşırdık.
Tenkidimizde özellikle hem siyasi yönlendirmeye hem de İslâmî fikriyatı
erozyona uğratacak ifadeleri tespit edip onlar üzerinde yoğunlaşmaya çalışacağım.
Kitabın 18. Sayfası da
laik karanlık zihniyet İlhan Arsel’in “İslâmiyet
savaş dinidir” başlığı altında “öcü” gösterilmeye çalışılan İslâm dinini
“savunmak-kurtarmak” için Karagülle ve fikirdaşları söyle bir karşı tez
sunuluyorlar;
“İslâmiyet; dinde zorlamayı ortadan kaldırmış ve sadece din
hürriyeti için yapılan savaşları meşru görmüştür. Savaş hürriyet ve barışın
sağlanması için yapılır. Bunun dışındaki savaş gerekçeleri geçersizdir. İslâmiyet savaş değil barış dinidir. İslâmiyet’te
savaş durumlarında savaş hukukunun uygulandığı yerler vardır ve bu durumda olan
yerlere “Dar-ı Harp” denir. Giriş ve çıkışın serbest olduğu ve barış hukukunun
uygulandığı yerlere de “Dar-ı Terk” denir.”
“Dar-ı İslâm ile
ekonomik ilişkiler kurulur. Dar-ı Harp’de ise savaş yani cihad ilan edilir.
Dar-ı Terk’de ekonomik boykot ve ambargo uygulanır. Pasaport ve vize
olmaksızın herkesin o ülkeye serbestçe girebildiği normal vergi dışında
gümrük vergisinin olmadığı, her türlü malların giriş ve çıkışının serbest
olduğu ülkeler vardır. Bu ülkelere Dar-ı İslâm denir. Bu ülkelerde halkın ve
yöneticilerin tamamının Müslüman olup olmaması asla önemli değildir. Önemli olan mesele, ülkeye olan girişlerin
serbest olup olmamasıdır.”
Öncelikle şunu belirtmek
isterim ki; İslâmiyet’in “savaş ya da
barış dinidir” görüşlerini savunanlar,
İslâm’ın yönetim sisteminin dış siyasetinin en önemli iki yöntemini
anlaşılmaz hale getirmektedirler. Müslümanların ufkunu daraltıp ve mevcut
yönetim anlayışlarının dışına çıkamayan arızalı zihniyetler oluşturmaktadırlar.
Bu konu Müslüman zihniyetlerde anlaşılır hale gelebilmesi için konunun
temelinin din felsefesinden çıkartılması gerekir. Konu ve konuya mutabık şer’î
naslar incelendiğinde İslâm dininin bir devletin dış siyasetinde izlemesi
gereken yöntemin fikir ve metot bütünlüğü açık bir şekilde belirttiği anlaşılacaktır.
İslâm Devleti’nin, İslâm’ı
yeryüzüne hâkim kılma misyonunun sürdürebilir başarı sağlaması için mutlak
olarak dış siyasetinde siyasi çalışmalar ve askerî müdahaleler yapması gerekir.
Askerî yöntem (savaş) ve siyasi yöntem, İslâm dininin dünyayı kâfirlerin
egemenliğinden koruyabilmesi için destekleyici ve hissedilir kuvvet oluşturduğu
iki dayanak noktasıdır. Mesele; kuvvet kullanmak, savaş açmak veya yakıp yıkmak
değil, hasma karşı zafer kazanmak, ona boyun büktürmek veya teslime mecbur
etmektir. Hiç şüphesiz ki İslâm’da dış
siyasetin üst başlığı cihattır. Bu
başlık siyasi ve askerî liderliğe ihtiyaç duyar. Bu sebep ile cihad sadece
savaş olarak algılanıp askerlerin iradesine bırakılmaz. Ya da cihad diplomasi
ve karşılıklı uluslararası menfaatler olarak algılanıp siyasi sürece terk
edilmez. Askerî ve siyasi bir liderlik de netice elde etmek için yapılır.
Yeni toprakların
fethedilmesine, birtakım operasyonların yürütülmesinden barış ilan edilmesine,
ateşkes ve anlaşma yapılmasına, esir değişimine ve bununla alakalı diğer
işlerin tümüne varıncaya kadar cihad
siyasi ve askerî bir ameldir. Örneğin Halife; siyasi dengeyi gözetir,
vakıayı analiz eder, üslupları ve araçları belirler, üzerinde yoğunlaşacağı
ülkeleri sınırlandırır, elçiler ve davet taşıyıcılarını gönderir. Savaş ise
masadaki tüm seçeneklerden biridir ve Halifenin karar vereceği siyasi duruma
göre kullanılabilecek bir yöntemdir. Bu sebep ile cihad sürecinin ilk adımı İslâm’a
davet ile başlamaktadır. Yani muayyen
bir siyasetin, İslâm’ın egemenliğinin ve İslâm’la hükmedilmesinin bir adımıdır.
İslâm’ın yayılma metodu cihad,
ister siyasi yöntemler kullanarak yapılsın isterse askerî yöntemler kullanarak
yapılsın örnekte belirtildiği şekilde hissedilir netice elde etmesi
gerekmektedir. Rakiplerini ve düşmanlarını etkisiz hale getirmek, zaferler kazanmak,
boyun büktürmek, barış ilan edilmesi, ateşkes ve anlaşma yapılması vb.
neticeler için yapılır... Yoksa felsefik bir yaklaşımla “Savaş ya da hürriyet ve barışın sağlanması için yapılır.” sözü,
fikrî idealizeden öteye geçmeyen hissedilir neticeler elde edilmesini sağlama
gücü olmayan bir görüşten öteye geçmez.
İslâm’ın yönetim
sisteminin dış siyasetinin en önemli iki yöntemi şer’î hitaplarda bu şekilde
açıklanmaktadır;
“Düşmanla karşılaşmayı istemeyin. Allah’tan afiyet dileyin.
Düşmanla karşılaştığınızda ise sabredin…” [Buhari] Burada düşmana karşı zafer
kazanmak için siyasi çalışmanın gerekliliğine işaret vardır. Bu nedenle hadisin
devamında;
وَاعْلَمُوا أَنَّ الْجَنَّةَ تَحْتَ ظِلَالِ السُّيُوفِ
“Bilin ki, Cennet kılıçların gölgeleri altındadır” [Buhari] buyrulmaktadır.
Yani her an için savaşa hazır olun ki düşman bizim savaşa hazır olmadığımız
zehabına kapılarak bizi hafife almasın, bize karşı direnmeye ve saldırmaya
cesaret edemesin demektir.
Bu konunun “savaş ya da barış dinidir”
meselesinden ziyade İslâm’ın dış siyaset temelinde incelenmesi hiç şüphesiz
Müslümanların ufuklarını genişletip, zihinlerinde oluşturulan dar kalıpları
yıkacak fikrî telakkiler oluşturmaları açısından önemlidir. Peygamber efendimiz
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in dış
siyasete verdiği önemin altı çizilmelidir. İmkânlarının son derece az, gücünün
zayıf olduğu halde, kuvvet hazırlamayı ihmal etmediğini, gerektiğinde siyasi
çalışmalarla birlikte askeri gücü de kullandığını, sonra gelen Halifelerin de
aynı yolu takip ettiğini açık şekilde Nebi SallAllahu
Aleyhi ve Sellem'in siyretinde ve Râşid Halifeler tarihinde görmekteyiz.
Bu sebep ile Mühendis
Süleyman Karagülle’nin laik karanlık zihniyet İlhan Arsel’in “İslâmiyet savaş
dinidir” saldırısına verdiği “İslâmiyet savaş değil barış dinidir”
cevabı Osmanlı’nın yıkılma zamanında âlimlerimize musallat olan “savunmacı davet” hastalığının
kronikleşmiş bir vakıasıdır. Nebi SallAllahu
Aleyhi ve Sellem'in siyreti ve İslâm tarihi adına bu görüşün olmayan
kıymeti ve tutarlılığından söz etmek sadece oryantalist kafalı entelektüelleri
sevindirebilir. Aynı zamanda şer’î hükümleri anlama kabiliyetine sahip ve
siyasi tefekkür sahibi bir âlimin söyleyebileceği bir söz kesinlikle değildir.
Laik karanlık zihniyet
sahibi İlhan Arsel kafalı insanların ya da İŞİD’in kafası ile bakan
Müslümanların ve modernist ılımlı muhafazakârların “İslâmiyet savaş dinidir. Yok barış dinidir” saçmalamalarına özetle verilecek cevap; İslâm’ın
dış siyasetinin sütunu cihaddır. Bu sütun siyasi ve askerî yöntemleri esas
alır. Siyasi bir lidere yani Halife’ye ihtiyaç duyar. Bu yöntemlerin şer’î
açıdan önem sırası ve kıymet derecesi İslâm dininde açık bir şekilde
belirtilmektedir. Elbette ki bunu
dünyaya İslâm’ı hâkim kılmak için yapar. İslâm dininin dış siyasetini cihad ile
sınırlandıran mefhumunun içerisine sadece hürriyet ve barışın sağlanması için
yapılmalı mefhumunu yerleştirmek İslâm’ın cihad sütununun ılımlaştırılması-sulandırılması
ile alakalı bir maksattan başkası değildir.
İkinci mesele ise “Dar-ı
İslâm” tarifi. Sanırım İslâm ümmeti 1400 yıllık ilim birikimi boyunca
bu kadar talihsiz bir kavram tanımı görmemiştir. Şer’î açıdan ne tutarlılığı
var ne de vakaya mutabık bir tanımdır. Sadece Türkiye ve AB’nin gümrük birliği siyasetini
meşru göstermek için talihsizce yapılmış bir tanımdır.
Öncelikle “Dar-ı
İslâm” hakkındaki görüşlerinin tutarsız ve şer’î
açıdan izahının mümkün olmadığı, kavramın şer’î tarif açısından açıklanması ile
olacaktır. Dar-ı İslâm konusunu izah etmeden önce İslâm âlimlerinin şu esasta
müttefik olduğunun altını çizmek isteriz; İslâm akidesi ister ictimai olsun
ister siyasi olsun isterse iktisadi olsun insan hayatını düzenleyen ve
müşküllerini çözen nizamların ve kanunların tamamının küllî kaidesinden neşet
etmesini talep etmektedir.
Öyleyse bu nizamların bir
“Dar” da tatbiki Dar-ul İslâm
mefhumun muhalifi ise Dar-ul Küfür
olarak itibar etmede mikyas olmalıdır. İslâm’ın hükümleri ve nizamlarının
tatbik edilmediği bir dar, o
darın bütün halkı Müslümanlardan olsa dahi Dar-ul İslâm olarak itibar edilmez.
İslâm’ın hükümlerinin ve nizamlarının tatbik edildiği bir dar ise; halkın
çoğunluğu gayrimüslimlerden olsa da
Dar-ul İslâm olarak itibar edilir.
Suleyman İbn-u Bureyde, babasından şöyle
dediği rivayet edilmiştir:
كان رسول الله صلى الله عليه وسلم إذا أَمَّرَ أميراً على جيش أو سرية،
أوصاه في خاصته بتقوى الله ومن معه من المسلمين خيراً ثم قال: "اغزوا باسم الله، قاتلوا من كفر بالله،
اغزوا ولا تغلوا، ولا تغدروا، ولا تمثلوا، ولا تقتلوا وليدة، وإذا لقيت عدوك من
المشركين فادعهم إلى ثلاث خصال، فأيتهن ما أجابوك فاقبل منهم وكف عنهم: ادعهم إلى الإسلام، فإن أجابوك فاقبل منهم
وكف عنهم، ثم ادعهم إلى التحول من دارهم إلى دار المهاجرين، وأخبرهم إن فعلوا ذلك
فلهم ما للمهاجرين وعليهم ما على المهاجرين، فإن أبوا أن يتحولوا منها فأخبرهم
أنهم يكونوا كأعراب المسلمين يجري عليهم ما يجري على المسلمين، ولا يكون لهم في
الفيء والغنيمة شيء إلا أن يجاهدوا مع المسلمين، فإن هم أبوا، فسلهم الجزية، فإن
أجابوك فاقبل منهم، وكف عنهم وإن أبوا، فاستعن بالله عليهم وقاتلهم
“Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem bir kişiyi orduya ya da bir seriyyeye emîr tayin ettiğinde ona
kendi özelliğinde takvayı ve Müslümanlardan yanında olanlara da iyi
davranmasını tavsiye ederdi. Sonra şöyle buyurdu: Allah’ın adıyla savaşın,
Allah’ı inkâr edenlerle savaşın. Savaşın, aldatmayın, ihanet etmeyin ve aşırıya
gitmeyin. Çocukları öldürmeyin. Müşrik düşmanlarınla karşılaştığında onları şu
üç haslete davet et. Senin söylediklerinden hangisine icabet ederlerse,
onlardan kabul et ve onlardan elini çek. Onları İslâm'a davet et. Eğer sana
icabet ederlerse, onlardan kabul et ve onlardan elini çek. Sonra onları
Dar’larından Daru'l Muhacirine göç etmelerine davet et ve eğer bunu yaparlarsa
Muhacirlerin lehine olanın onların da lehine olacağını, Muhacirlerin aleyhine
olanın onların da aleyhine olacağını onlara haber ver. Oradan göç etmeyi
reddederlerse, Müslümanların bedevileri gibi olacaklardır. Müslümanların
aleyhine cereyan edenin onların da aleyhine cereyan edeceğini, Müslümanlarla
birlikte cihad etmeleri müstesna kendilerine ganimetten ve feyden bir şeyin
olmayacağını onlara haber ver. Eğer onlar kabul etmezlerse, onlardan cizye
iste. Eğer sana icabet ederlerse, onlardan kabul et ve onlardan elini çek. Eğer
kabul etmezlerse, onlara karşı Allah’tan yardım iste ve onlarla savaş”
Şer’î tanım açısından
içerisinde İslâm nizamları tatbik
edilen, içerisinde Allah’ın inzal ettikleri ile yönetilen ve emanı İslâm olan
dâr, ehlinin çoğu gayrimüslimlerden olsa da Dar-ul İslâm denir. Fakat
herkesin o ülkeye “serbestçe girebilmesi,
gümrük vergisinin olmadığı, her türlü malların giriş ve çıkışın serbest olması”
yani kısacası ekonomik ilişkilerin korunması ve esaslarının-ölçülerinin gayri İslâmî
olması o ülkeyi İslâm Dar-ı yapmaz. Burada akide ve İslâm nizamlarının tatbiki
ister Müslümanlar üzerine olsun isterse gayrimüslimler üzerine olsun hayattaki
her alakaya tatbiki olmazsa olmaz tek ölçüdür.
Şer’î ıstılahta bu böyle
olduğu gibi sosyolojik ıstılah da bu minvaldedir. Dar lafzının sosyolojik
karşılığı devletidir. Bunun aksine “dar”
kavramını iktisadi bir anlama hapsetmek ona bakışı ve işlevliğine zarar verir.
Eğer bir toplumu oluşturan
daimi alakalar kapitalizmden besleniyor ve o toplumda yaşayan insanlar ister
Müslüman isterse gayrimüslim olsun toplumsal alakalarında kapitalizmi esas
alıyorlar ise o topluma kapitalist toplum denir. Misal; gümrük yasaları, iç
güvenlik yasaları, ticaret hukuku, eğitim-öğretim yasaları vb. toplumsal hayat
hakkındaki nizam ve yasalar kapitalist ideolojiden neşet ediyor ise o toplum
daimi alakalarını düzenleyen ideolojinin sıfatı ile tanımlanır.
Evet, bireyler akideleri
gereği Müslüman, Hristiyan, Yahudi veya farklı inanç ve ideolojilere sahip
olabilirler. Yani toplumsal alakalarını düzenleyen ideolojiye iman etmemiş
olabilirler. Fakat inandıkları hayat görüşü aralarındaki daimi alakaları
düzenlemez ise o toplumun alakalarını düzenleyen hayat görüşü ne ise toplum
onunla isimlendirilir.
Peygamber efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem Medine’de
oluşturduğu toplumsal hayat hakkında tarafımıza ulaşan bilgileri
incelediğimizde nüfusun 3/1’nin Müslümanlardan oluştuğunu, 3/2’lik kısmının ise
müşrik ve diğer ilahi din mensuplarının oluşturduğunu bilmekteyiz. Müslümanlar
Medine’de azınlık bir nüfusa sahip olmalarına rağmen bireylerin aralarındaki
toplumsal alakalar İslâm akidesi ve nizamları ile toplumsal maslahatlar
korunmaktaydı. Bu da Medine’yi Dar-ul İslâm/İslâm Devleti, dolayısıyla toplumu
da İslâm toplumu yapmaktaydı. Fakat 3/2’lik nüfusa sahip olan müşrikler ve
gayrimüslimler o toplumun alakalarını düzenleyen İslâm dinine iman etmemiş
olsalar da yaşadıkları devletin isimlendirilmesi Dar-ı İslâm olarak
yapılmıştır.
Bu sebeple aklen toplum
olgusu incelendiğinde; bireylerin toplumsal hayat hakkındaki fikirleri
toplumsal alâkalar üzerinde oluştuğunda, bireylerin toplumsal hayat hakkındaki
duyguları toplumsal alâkalar hakkında rıza ve hoşnutsuzluk, nefret hususlarında
ortak olduğunda, toplumsal hayat hakkındaki nizamı toplumsal alâkalar ile
tanzim eden nizam olduğu müddetçe muayyen bir rengi olan muayyen bir toplumu
oluşturan unsurlar ortaya çıkmaktadır. Bireylerin ya da grupların tek başına
duygu ve fikirleri o insanlardan bir toplum meydana getirmez. Bireylerin toplum
olabilmesi için aralarında süreklilik arz edecek alakalarının ortak fikirler,
duygular ve nizamların olması zaruridir.
Kitapta geçen Dar-ı İslâm tanımı; “pasaport ve vize olmaksızın herkesin o
ülkeye serbestçe girebildiği normal vergi dışında gümrük vergisinin
olmadığı, her türlü malların giriş ve çıkışının serbest olduğu ülkeler vardır.
Bu ülkelere Dar-ı İslâm denir.” İslâm’ın Dar-ı İslâm mefhumunun bir
takım sonuçlarından yola çıkılarak
yapılmaya çalışılmış, maksadını aşan ve İslâm’ın dar mefhumunun içerisini boşaltan,
ne şer’î bir karşılığı olan ne de aklî bir karşılığı olan bir tanımdır.
Ne yazık ki bu tarif ne
fıkıh ne de sosyolojik bir endişeden dolayı yapılmıştır. Avrupa Birliği ve
Türkiye’nin 1 Aralık 1964’de Ankara Anlaşması gereğince başlatılan gümrük
birliği serüveni, 1 Ocak 1996 tarihi itibari ile tamamlanmıştır. Bu süreçten
sonra muhafazakâr çevrelerin AB siyasetine entegre olabilmeleri için İslâmî
maslahatlar ile AB maslahatlarının uyum sağladığı gösterilmek istenmiştir.
Türkiye’nin GB serüvenine,
o zamanki İslâmcı çizgideki siyasiler tarafından olumsuz bakılıyordu. İslâmcı çizgideki siyasilerden ve kesimlerden
gelen eleştiriler GB’ne girildiği takdirde AB ülkelerine açılacak gümrüklerin,
Türkiye’nin pazarının AB ülkelerinin pazarında rekabet edemeyeceği olasılığı
üzerine kurgulanmaktaydı. Dolayısıyla ekonomik kalkınmasını engelleyeceği ve o
zamanki hükümete muhalefet etme vs. sebeplerinden dini argümanlar ile karşı
çıkılmaktaydı.
Hatta bugün kendilerini
gömlek değiştiren siyasiler olarak sıfatlandıran siyasetçiler ve çevreler o
zamanlar millet meclisinde yaptıkları meşhur konuşmalarındaki; “Avrupa Birliği, bir Hıristiyan birliğidir.
Bunu biz söylemiyoruz. Avrupa'da herkes söylüyor, herkes biliyor." sözleri
meclis tutanaklarında yer almaktadır. İşte bu siyasilerin AB ve GB karşısında
sınıfta kaldığını, iktidar olabilmek için AB bakışlarının değişmesi gerektiğini
söyleyen İslâmcı entelektüellerin uydurmuş olduğu siyasi bir tariften öte bir
şey değildir. Ki İslâmcı siyasilerin demokratik İslâm anlayışına geçmeleri ve
bu siyasetin kazanımlarını elde edebilmeleri için bu vb. Batılı kavramların İslâmî
format haline dönüştürülüp Müslümanlara kabul ettirilmesi gerekiyordu. Maalesef bugün bu çalışmaların Müslümanların
zihinlerini karıştırma noktasında kısmî bir başarı sağladıkları bir gerçektir.
Dipnot olarak
okuyucularımıza şunu hatırlatmak isterim; Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılması
için çalışan misyonerlik saldırılarına baktığımızda İslâm Devleti içerisinde
iki ekibin devşirildiğini görürüz.
1. Tamamen geri
kalmışlıklarının sebebinin İslâm olduğunu savunan İslâm hadaratını silip Batı
hataratını her yönü ile almayı gerekli gören kültürlenmiş aydınlar. Ki Prof.
Dr. İlhan Arsel onların halefidir.
2. Bunlar karşısında durup
yani İslâm’ı töhmet altında kabul edip 1. ekiptekilere güya karşı koymak amacı
ile İslâm’ın belli mefhumlarını Batının belirli mefhumları ile uzlaştırma
kültürü ile yetişen savunmacı aydınlar. Ki Yüksek Mühendis Süleyman Karagülle
ve fikirdaşları bu kimselerin izinden gitmektedir.
Hiç şüphesiz her iki grup
da Batı kültürü ile Müslümanların zihinlerine zehirli fikirler enjekte
etmişlerdir. Dinin devletten ayrılması, demokrasi, liberal devlet,
milliyetçilik vs. mefhumlar ile Müslümanların aydınları-âlimleri ve siyasileri
üzerinde etki oluşturulmuştur.
"İslâm -Devlet ve
Dünya- Düzeni 1-2" isimli kitap tenkidimizde bu ay İslâm dininin iki
önemli konusu cihad ve devlet ve toplum yapısı kavramlarındaki isabetsiz
görüşlerini inceledik. Ecnebi kültürü damardan alan bu kimselere İmam Malik RadiyAllahu Anh’ın söylediği “Bu ümmet başlangıcında ne ile yükselmiş
ise bugün de ancak onunla düzelir.” sözünü hatırlatarak önümüzdeki ay
görüşmek ümidi ile Allah’a emanet olunuz.
[1] Kısa adı MTTB dir. MTTB’nin ilk
kuruluşunu İttihat ve Terakki iktidarı gerçekleştirdi. 1926-1936 yılları
arasında da MTTB, cumhuriyet kadrosunun resmi görüşü doğrultusunda, devlet
desteğiyle birtakım çalışmalar yaptı. Hatay’ın Türkiye’ye ilhakında, Suriye’yle
Türkiye arasında oluşan sorunlara karşı izinsiz miting düzenlediği için 22
Kasım 1936’da kapatıldı. MTTB’nin 1946 yılında yeniden kurulmasıyla başlayan bu
dönemi de kendi içinde 2 ayrı devre olarak düşünebiliriz. 1946-1965 yılları
arasında sol cereyanların etkisinde bir MTTB, 1965-1980 arasında ise milliyetçi
ve muhafazakâr bir MTTB ile karşı karşıyayız. 1965 yılından itibaren MTTB
faaliyetlerini milliyetçi bir yapıda sürdürmüştür. 2008 yılından sonra ise AKP
iktidarı ile birlikte muhafazakâr demokrat çizgide devam etmektedir. Genç
Birlik, Genç Müsiad, Genç Askon, Genç Siviller, GESİDER, Anadolu Gençlik
Derneği ve Alperen Ocakları gibi diğer sivil toplum kuruluşları ile irtibata
geçerek onların da katılımı ile 13 Eylül Gençlik Hareketi’nin kurulmasında ve
yapılan çalışmalarda yer almıştır. MTTB hedeflediği; temel hak ve özgürlükler
hususunda çalışmalar yapan, Türkiye genelinde tüm gençliği şemsiye altına almak
için bir üst kuruluş olma çabasındadır.
[2] İlhan Arsel (d. 1920, İstanbul - ö. 7
Şubat 2010, Florida) Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Cenevre
Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde doktorasını tamamladı. Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi'nde Anayasa Hukuku dersleri verdi. 27 Mayıs darbesinin ardından
yeni bir anayasa tasarısı hazırlamakla görevli on kişilik İstanbul Komisyonu'na
ve daha sonra Kurucu Meclis Öntasarısı'nı oluşturan beş kişilik komisyona üye
seçildi. Özellikle ölümüne dek İslâm'a ve Peygamber Efendimiz SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e yönelik
eleştirel yaklaşımını sergilediği kitapları Müslümanların şiddetli tepkisine
neden oldu.
[3] Birkaç Müslüman tarafından 1967’de
Akevler Kooperatifi kurdu. Kurucu Karagülle şöyle anlatır: "Biz
Çalışmalarımız için şöyle bir yol seçtik. Önce bir Kooperatif kurduk. Çalışmada
ve yaşamada birbirleri ile anlaşabileceklerin bir araya gelmelerini gaye
edindik. Bir arsa aldık ve apartmanlar yapmaya başladık. İsteyenler bize
katıldılar. Daha sonra, yapacağımız işler üzerinde araştırmalara başladık.
Araştırmalarımızla, işlerimizi İslâmiyet’e uygun olarak yapmaya çalıştık. Yeni
ortaklar davet ettik. Çalışmalarımızı beğenmeyenler oluyor. Biz, devamlı
bizimle anlaşabilecek yeni kimseler arıyoruz. Eski anlaştıklarımızla da
çalışmalarımız sürüyor. Ümit ediyoruz ki: İçtihatlarımızı çoğaltacağız,
uygulamalarımız artacak, yeni ortaklar katılacak ve yeni siteler oluşacak.
Bütün Kooperatif Birliği içinde icmalar oluşacak ve böylece imanımızı bulmuş
olacağız. Biz bu yolu öneriyoruz ve kendimiz de önerdiğimiz
yoldayız." Akevler demokratik
liberal İslâm sentezini sistem serisi, iktisat serisi, İslâm serisi vb.
neşriyatlar ile yayınlamaktadır.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış