Batılı Düşünürlerin Toplumsal Değişim Kuramları ve Bunların İslam Dünyasına
Etkileri
Batılı düşünürler, bilimsel düşünme yönteminin eşya (niteliği) hakkında
kesin sonuç vermesiyle birlikte dogmatik düşünce sisteminden kurtuldu.
Düşünürler, Burjuvazi sınıfından aldıkları destek ve teşviklerle, kilise ve
aristokrasiye karşı bir devrim icat etmek için insanın sosyal davranışlarını
bilimsel yöntemle incelemeye başladı. Fizikte Newton’un yaptığına benzer,
empirizm evrelerinden yola çıkarak toplumsal yasalar keşfetmeye çalışıldı.
İnsanı ve oluşturduğu alakaları fizik, biyoloji, matematik bilimlerinin maddeyi
incelediği gibi inceleneceği ön kabulü ile hareket edildi. Toplumu incelerken
de iki alana odaklanıldı. Birincisi; toplumsal yapı, ikincisi ise toplumsal
değişimdir. Toplumsal yapının ve değişimin neden-sonuç ilişkisini kurmaya
çalışarak sistematik birçok kuram ve sosyoloji disiplini oluşturuldu. Böylece Batılı
kuramcılar için “toplumsal değişim” sosyolojinin ana araştırma konularından
birisi hâline geldi. Özellikle aydınlanma çağı ve sonrasında yaşayan, sosyoloji
alanında çalışan kuramcıların mutlaka toplumsal değişimle alakalı bir teorileri
mevcuttur.
Batılı kuramcılar tarafından “toplumsal değişim” kavramı özetle şu şekilde
ifade edilir: “Toplumsal tutum ve davranışlarda
farklılaşmanın meydana gelmesidir.” Bu tanımdan yola çıkarak toplumun
içinde oluşan tüm değişimler gözlemlendi. Pozitivist, organizmacı ve evrimci
vb. toplumsal değişim anlayışlıları toplumun değişimini bir bütünde ele almayıp
parçalardan yola çıkarak değişim üzerine teoriler üretti. Sosyoloji disiplini
toplumsal değişimi hemen hemen her alakada ve boyutta incelemiştir. Kimi
kuramcılar doğal koşullar; fizikî, biyolojik, nüfus ve coğrafi etkenleri ele
alırken kimisi de teknolojik, iktisadi, dünya görüşü ve sosyal hareketleri
merkeze alarak farklı tutum ve davranışları gözlemledi.
Toplumsal değişim konusunu parçalara ve boyutlara indirgediğinizde bir
toplumda gerçekleşen değişimin ölçeğini belirlemek, değişimi hedef edinmek ve
değişimi öngörmek mümkün değildir. Hatta kafa karışıklığına ve fikirsel
bulanıklığa sebep olduğu aşikârdır. Bu sebeple Batılı değişim kuramcılarının
birçok konuda yanıldığını ve değişimin hakikatini bulmakta zorlandıklarını
görebilirsiniz. Teorilerinin insan ve toplum vakıasına mutabık olmayan
düşünceler ile dolu olduğunu ve toplumsal davranışların tezahürlerinden
etkilenerek çelişkili, değişken yaklaşımlara sahip olduklarını ufak bir mütalaa
yaparak ispatlayabilirsiniz.
Misal; “demografik değişim yani nüfus yapısında yaşanan değişimler,
toplumsal değişimin nedenlerinden birisidir.” tezi savunulmaktadır. Fakat
burada oluşan değişim, toplumsal alakaların tümünü etkilememektedir. Etkilediği
alan ise alakaların ortaya çıkardığı tezahürlerdir. Büyük şehirlere kırsaldan
oluşan iç göçlerin veyahut çevre ülkelerde yaşanan krizlerle oluşan dış
göçlerin toplumsal değişimin dinamikleri açısından önemli bir unsur olduğu
iddia edilmektedir. Hâlbuki iç veya dış göçler sonucu oluşan nüfus artışı
mevcut toplumsal yapıya entegre olmaktadır. Müesses nizamın düzenine, fikir ve
duyguların dominant ettiği alakalara tabi olunmaktadır. Hatta bu durum
değişimden ziyade muhafazakâr bir anlayışa yani toplumsal değişimi kabul
etmeyen bir anlayışa insanların sahip olmalarını sağlamaktadır.
Batılı düşünürler, yaşadıkları yüzyılda toplumsal çöküntü ve krizler
karşısında bir değişimin olması gerektiğini hissetti. Değişimin parçalardan
veya boyutlarından yola çıkarak oluşacağı düşüncesi “ne” ve “nasıl” değişecek
hususunda zihinlerinin karışmasına sebep oldu. Çünkü parçalardan yola
çıktıkları için bazıları “bireyler değişirse toplumun düzeleceği” tezini
savundu. Kimisi de “hükümet-otorite değişirse toplumun düzeleceği”, “devlet
adamları-bürokrasinin değişmesi ile toplumun düzeleceği” ya da “teknolojik
yeniliklerin toplumu değiştireceği” gibi tezler ileri sürdüler. Bu
düşüncelerini geleneksel, modern veya postmodern düşünürlerin tezlerinde
okuyabilirsiniz. Birkaç örnek vermek gerekirse…
Sosyolojinin isim babası Auguste Comte, toplumla alakalı düşüncelerini “sosyal
statik” (toplumsal düzenin araştırılması) ve “sosyal dinamik” (toplumsal
ilerleme ve değişmenin araştırılması) biçiminde ikiye ayırır. Değişimin
oluşması için bireylere değil, toplumsal yapılara yani toplumsal kurumlara
odaklanması gerektiğini savunur. Bu minvalde geliştirdiği “toplumsal statik”
kavramıyla toplumsal düzeni, değişmezliği ve istikrarı; “toplumsal dinamik”
kavramıyla ise değişimi, ilerlemeyi ve evrimi açıklamaya çalışmıştır. Comte,
toplumsal değişimi tarihsel sürece yayarak tedrici bir yaklaşım
sergilemektedir. Bu aşamaları “üç hâl/evre kanunu” (teolojik ya da kurgusal
hâl, metafizik ya da soyut hâl ve bilimsel ya da pozitif hâl) olarak
tanımladığı teorisinde savunur. Bu aşamalar Comte'a göre toplumun değişim
yasasıdır.
Osmanlı Hilâfet Devlet’ini değiştirmek isteyen Batı yanlısı kesimlerin Comte’un
fikirlerinden etkilendiğini söyleyebiliriz. Hatta “İttihat ve Terakki”
hareketinin değişim fikirlerinin Auguste Comte’un ünlü özdeyişi “nizam ve
terakki”den beslendiği bilinmektedir. Osmanlı Hilâfet Devleti’ne ihanet eden
zümrelerin pozitif anlayışa sahip Batılı değişim kuramcılarından (Saint-Simo,
Spencer, Durkheim vb.) etkilediği hakikati tarihî okumalarda açıkça görülmektedir.
Batılı kuramcıların esaslarından hareket eden Batı yanlısı kesimlerin de Batılı
düşünürler gibi aynı yanılgıya düştüklerini rahatlıkla tespit edebilirsiniz.
Osmanlı Devleti’ndeki “Kalemiye” mensupları bu zümrelere örnek teşkil
etmektedir. Bu zümre, toplumun değişimini sağlamak için bürokrasi, diplomasi ve
mali işlerle görevli olan kişilerden dört kuşak oluşturdu. Bu kuşaklar kısaca
sırayla bulundukları çağa batıl fikirleri ve nifak tohumlarını serptiler. İslam
kültürü karşısına yenilikçi yaklaşımı çıkaran “Çelebiler Çağı”, sonrasında
Avrupa’ya ayna tutarak bürokratik yapıyı, devlet işleyişini yeren “Sefirler ve
Reîsülküttâplar Çağı”, daha sonra ise “Münevverler (Aydınlar) Çağı”, devletin
askerî gücünü azaltıp bürokratik-parlamenter-monarşiye dönüştürmek için
çalıştı. Son olarak “Kahramanlar Çağı” ise Tanzimat’tan sonraki süreci
şekillendiren kuşaktır. Fakat toplumsal değişimi hiçbir zaman bu kurumsal
yapılardaki çalışmalar sağlayamadı. Ne zaman Hilâfet Devleti yıkıldı,
Cumhuriyet kuruldu; o andan itibaren toplumun değişimi hızlı ve hissedilir
şekilde gerçekleştirilmiş oldu.
Başka bir değişim kuram anlayışı ise “Materyalist toplumsal değişim”
anlayışıdır. Karl Marx, bu ekolün kurucusudur. Fakat İslam coğrafyasında
toplumsal değişim düşüncesi, toplumsal hareketler nezdinde rağbet görmemiştir.
Karl Marx’ın değişim konusundaki görüşlerinin şekillenmesinde hem Hegel’in
belirli görüşleri hem de ona eleştirileri etkilidir. Hegel’in rasyonel değişim
anlayışı devrimci olmaktan ziyade muhafazakârdır. Karşıt çıkarlarla dolu bir
toplumsal gerçeklik anlayışından ziyade, akılcılığı esas alan fayda ve zararı
ön planda tutar. Örnek vermek gerekirse: Hegel için emek zihinsel bir tercih
faaliyetidir. İhtiyacını tatmin etmek için insan zihinsel faaliyete ihtiyaç
duyar. Fayda ve zarar doğrultusunda faaliyetini yapıp-yapmamayı seçer. Marx
için ise emek, zihinsel bir faaliyet değildir. İnsanlar hissettiği bu dünyada
gıda, giyim ve barınma gibi zorunlu ihtiyaçlarını emek sayesinde elde edebilir.
Yani “emek olmadan zihinsel faaliyet olmaz” demektedir.
Marx da çağdaşları gibi değişimi tedrici ve parçacı yaklaşımla süreçlere
ayırır. Birinci evre: İlkel komünizm (üretim araçlarında hiçbir ayrıştırıcı
özel mülkiyet ve bu doğrultuda hiçbir sosyal sınıf yoktur). İkinci evre: Köleci
toplum (sınıfsal farklılaşmanın, üretim araçlarında özel mülkiyetin ortaya çıkışı
ve bir sınıfın diğerini sömürmesidir). Üçüncü evre: Feodalizm (toprak sahibi
toplumsal düzenin kurgulayan bil hal alır). Dördüncü evre: Kapitalizm (sermaye,
üretim faktörlerinin tümüne sahiptir. Üretim faktörlerinin hâkimi, serveti ve
egemenliği elinde bulundurandır. Diğer insanlar ise onun istediğini üreten
kölelerdir). Dört evre içerisinde değişimi, çatışmanın/diyalektiğin seviyesi
belirlemektedir. Oluşturduğu değişim yasasının işleyebilmesi için diyalektiğe
ihtiyaç duyar. Çatışmanın seviyesi yüksek olursa değişim de hızlı gerçekleşir.
Yani her evrede karşıt iki sınıfsal yapının, maddi çatışmaya girmesi gerektiği
anlayışına sahiptir. Güncel siyasi yaşamda bunun yansıması, emek (işçi/proletarya)-sermaye
(zengin/burjuva) çatışması veya köyden şehre oluşan sınıfsal çatışmalar sonucu
döngüsel (evrimsel) bir değişimin (devrimin) oluşacağını savunur. İdeal komünal
toplumsal değişimin sağlanabilmesi için bu vb. zıtlıkların çatışması
kaçınılmazdır. İşte Marx’ın ileri sürdüğü toplumsal değişim tezi, kısaca bu şekildedir.
Dün olduğu gibi bugün de Müslümanların büyük bir çoğunluğu, içinde
yaşadıkları bu fasit durumun değişim reçetesini bu vb. Batılı toplumsal değişim
kuramlarından öykünerek oluşturmaktadır. Daha “toplum”un ve “insan”ın doğru tarifini
yapmaktan aciz Batılı düşünürlerden toplumsal değişim konusunda bir beklenti
içinde olmak adeta Firavun’un sihirbazlarından medet ummak gibidir.
İslam dünyasında ne zaman bir değişim vakıası hissedilse, ne zaman değişime
uygun bir atmosfer oluşsa maalesef kimileri cehaletinden kimileri ise
ihanetinden dolayı hemen parçacı değişim yaklaşımlarını sergilemeye başlıyor.
Hepsi bir ağızdan ezberledikleri sözleri Müslümanlara değişim reçetesi olarak
sunuyorlar. “Önce …” diyerek söze başlayıp “fertleri değiştirmeliyiz”,
“iktidarı değiştirmeliyiz”, “devlet adamlarını değiştirmeliyiz” sonra bu
parçacı değişim yaklaşımlarını boyutlandırarak; “fertleri eğitmeliyiz”, “aileyi
korumalıyız”, “takvalı Müslümanları çoğaltmalıyız”,” işgal olan toprakları
kurtarmalıyız” vb. söylemlerle şer’i hükümlere aykırı, hatalı toplumsal
değişim metotlarını ortaya çıkartıyorlar.
Çünkü parçacı anlayışa göre; sorun, toplumsal alakaların tezahürlerinin
düzeltilmesidir. Bu sebeple toplumu oluşturan cüzler veyahut tezahürler, bazen
fertler ve fertlerle alakalı tezahürler (eğitim, ahlak, nüfus vb.) bazen de
işgal edilen veyahut sömürülen bir toprak parçası ve tezahürleri (dünya görüşü,
din, mezhep, siyasi yapı vs.) olabilir. Fakat parçalardaki veyahut
tezahürlerindeki değişim hiçbir zaman toplumsal değişimi meydana getirmez.
Batılı kuramcıların değişim teorileri, İslam topraklarında “ilerlemecilik”
adı altında, ideolojik çerçevede ve emperyalist yayılmanın da zeminini
oluşturmak için kullandığı tanımlardandır. Müslümanlara parçacı değişim
anlayışı ile bir taraftan ütopyacı bir vizyon sunar –aynı, şu sokak sloganında
olduğu gibi; “herkes kendi kapısının önünü süpürürse her taraf pırıl pırıl
olur” ya da “insan kendi nefsini düzeltirse; ailesi de, işleri de,
dünyası da düzelir.” vb. bakışlarla toplumsal sorunların gelecekte
çözüleceğine dair bir umudu topluma yayar- bir taraftan da Müslümanların
hedeflerinden sapıp cüzi konularda enerji tüketmesini, sömürülmesini ve
İslam’ın hayat sahasından uzaklaşmasını sağlar.
Batılı kuramcıların değişim teorilerinin bilimsel bulgudan ziyade ideolojik
maslahatlarına hizmet ettiği aşikârdır. Bu sebeple Müslümanların değişim
olgusunu ve vakıasını, doğru esaslar üzerine -yani İslam Akidesini esas alarak-
kurgulaması kaçınılmazdır. Müslümanlar için değişim konusu son derece önemli ve
hayati bir konudur. Değişim düşüncesi hiç şüphesiz İslam’ın özünde aranması
gereken bir olgudur. Allah Rasulü’nün toplumun değişimi için izlemiş olduğu
metot dakik bir şekilde incelenmelidir. Toplumun, insanın ve aklın
tanımları vakıasına mutabık olarak ele alınıp “toplumsal değişimin” merkezine
ilerlemeci anlayıştan ziyade İslam Akidesi yerleştirilmelidir. Misal Batı’nın “toplum”
tanımı üzerinde kısa bir mütalaa yaptığımızda bu tanımın, vakıaya mutabık
olmayan bir tanım olduğunu görebiliriz. “Fertlerin bir araya gelmesi ile
toplum oluşur” ifadesi, toplum için eksik bir tanımlamadır. Çünkü fertlerin
bir araya gelmesi ile sadece “topluluk” oluşur. Toplumu, topluluktan ayıran en
önemli özellik sürekli ilişkilerdir. İlişkilerin sürekliğini sağlayan nizam, fikir
ve duygu birlikteliği, toplumu oluşturur. İlişkiler/alakalar sürekli değil ise
sadece bir takım duygu, fikir, maslahat vb. unsurlar için bir araya gelip sonra
ayrılıyorlarsa onlara “toplum” denmez ancak “topluluk” denir. Âlimlerin “Dâru’l-İslâm”
tanımları da bu tanıma mutabık mefhumlar içermektedir. Toplumun değişimi ile
alakalı her tanım, İslami bakış açısı ile ele alınıp sahih bir şekilde ortaya
konulmalıdır. Aksi takdirde Müslümanların Batılı değişim kuramcılardan
öykünerek oluşturduğu değişim reçeteleri, toplumsal ifsada sebep olacaktır.
“Canımı gücü ve kudretiyle elinde
tutan Allah’a yemin ederim ki, ya iyilikleri (İslam’ı) emreder ve kötülüklerden
(Batıl fikirleri) nehyedersiniz, ya da Allah Kendi katından yakın zamanda
üzerinize bir azap (toplumsal bozulma) gönderir. Sonra Allah’a yalvarıp dua
edersiniz ama duanız kabul edilmez.”[1]
Özetle; Batılı kuramcıların parçacı değişim teorilerinden öykünerek
toplumsal değişimin, partilerin, iktidarların ve kurumların değişiminde
aranması ya da fertlerin değişimi ile ilişkilendirilmesi, açık bir yanılgıdır.
Müslümanın aynı delikten defalarca ısırılmasıdır. İslami bir değişimin
oluşmasını geciktirmektir. Değişimin esaslarını ve metodunu Batılı değişim
kuramcılarından almak ya da mevcut bozuk vakıadan değişimi kurgulamak bariz bir
hatadır. Allah’a, Rasulü’ne ve İslâm ümmetine apaçık ihanettir. Müslümanlar
için toplumsal değişim düşüncesi, Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in sireti ve değişim metodundan istinbat edilmelidir. O
SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in vahiyle belirlenmiş minhacı/metodu önümüzde
iken Batılı kuramcıların değişim fikirlerinden etkilenmek, metot aramak ancak
ve ancak haktan uzaklaşmak, dosdoğru yoldan sapmaktır.
Yorumlar