ÖNCESİ VE SONRASIYLA BÜYÜK GAZZE KONFERANSI

Süleyman Uğurlu

Gerçek ve kalıcı bir çözüm için; Büyük Gazze Konferansı

Bu başlığı sosyal medyadan, Ankara’nın dört bir yanına asılan afiş ve brandalardan, dağıtılan broşürlerden gören bazı kardeşlerimiz, dudak bükerek “Gazze, konferans yapmakla mı kurtulacak?” demiştir. Samimiyetlerinden şüphe etmediğimiz bu kardeşlerimiz elbette haklılar. Gazze ne konferans, yürüyüş, basın açıklaması yapmakla ne boykotla ne amelden soyutlanmış dua ile ne de diplomasi ile kurtulur. Üstelik bunu ilk söyleyen de biziz.

• Peki, neden böyle bir konferans?

7 Ekim saldırılarının hiç yapılmadığını düşünün… Gazze, kendi halinde yaşam mücadelesi veren bir beldemiz. Gazze’de yaşamak zor olmasına rağmen üstünüze bomba yağmıyor, ambargo var ama açlıktan ölmüyorsunuz. Kısacası Gazze’nin normal günlerini yaşadığını düşünün. Oysa Yahudi varlığının işgali devam ediyor. Aksa işgal altında, mübarek belde işgal altında. Bu, sizce bir sorun teşkil etmiyor mu?

Hadi, bir adım daha ileri gidelim. İşgalin hiç yaşanmadığını varsayalım ya da “İsrail” bir şekilde yok edildi, diyelim. İslâm ümmetinin sorunları bitecek mi? Doğu Türkistan’daki Çin işgal ve zulmü… Mesela; Allah’ın etrafını bereketli kıldığı, Müslümanların kıblesi, mübarek beldelerimiz ABD’nin kuklası bir krallık tarafından yönetiliyor. Rasulullah’ın, ehli beytinin, güzide sahabelerin kabirleri başında festivaller, konserler düzenlenmesi sizce sorun değil mi?

İslâm ümmetinin başında, sömürgecilerin kuklası diktatör rejimler olması, halkların ağır baskılarda kalması sizce sorun değil mi? İslâm ümmetinin servetleri çalınırken, gasp edilirken, bir avuç azınlığa peşkeş çekilirken ümmetin çok büyük bir kısmının sefalet içinde yaşaması bir sorun değil mi?

Diyelim ki; dünya değişti ve bu sorunların hiçbiri kalmadı. Dünya, İslâm ümmeti için adeta bir cennet; zorba yönetimler yok, ekonomik sıkıntılar yok, işgaller yok vb… Allah’ın şeriatının kamilen tatbik edilmemesi, şer’i hükümlerin uygulanmaması, İslâm’ın devlet eliyle insanlığa taşınmaması, insanlığın İslâm’dan mahrum bırakılması, başlı başına bir sorun değil mi?

Velhasıl; Gazze, büyük resmin kana bulanmış bir parçası. İslâm ümmetinin saydığımız ve sayamadığımız birçok sorunu var ve bu sorunlar ancak Kur’an ve Sünnete sarılarak çözülecektir. Nitekim Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

[الإمام جُنَّة يُقاتَلُ من وَرائِه ويُتَّقى به] İmam, bir kalkandır. Onunla korunulur onun arkasında savaşılır.[1]

Öyleyse İslâm ümmetini tüm kötülüklerden, zulümlerden ve sapkınlıktan koruyacak bir kalkana ihtiyacımız var. Bu kalkan başında halifenin bulunduğu Râşidî Hilâfet Devletidir. Büyük Gazze Konferansının amacı, işte tam da budur. İslâm ümmetinin karşılaştığı tüm sorunlara şer’i hükümlerden çıkartılmış çözümü göstermektir. İlerleyen bölümlerde, bu amacın gerçekleştiğini örneklerle sizinle paylaşacağım, inşAllah. 


• Böylesine etkili bir konferansa nasıl izin verildi?

Hiç de kolay olmadı. Türkiye, kâğıt üzerinde “hukuk devleti” olmasına rağmen devletin bazı organlarındaki refleks, hukuksuzluğun hukuk edinilmesi şeklinde tezahür etmektedir. Biraz sonra ne demek istediğimi daha net bir şekilde anlayacaksınız.

2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’nun hemen üçüncü maddesinde şöyle geçmektedir:

Madde 3 – Herkes, önceden izin almaksızın, bu Kanun hükümlerine göre silahsız ve saldırısız olarak kanunların suç saymadığı belirli amaçlarla toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.

 Kanunda bir toplantının yapılması için gerekli prosedürler detaylıca anlatılmıştır. “Valiliğe bildirimde bulunulacak, bildirimde şunlar şunlar yer alacak” vs. Bu prosedürler yerine getirildikten sonra “valilik izni” diye bir şey söz konusu değildir. Zira kanun, zaten “izin almaya gerek olmadığını” açık bir şekilde beyan etmiştir. Toplantının yapılmasında bir sakınca görülmesi durumunda valilik, iptal edildiğine dair bir bildirimde bulunur.

Büyük Gazze Konferansı’nda kanunda belirtilen şekilde bildirimimizi yaptık. Valilikten herhangi bir iptal kararı çıkmamasına rağmen kongre merkezi işletmecisi bizi arayarak “salonu veremeyeceğini” bildirdi. Daha öncesinde sözleşme yapmış olmamıza rağmen “neden böyle bir karar aldığını” sorduğumuzda, “kendisine gelen baskı ve tehditleri” anlattı. Emniyet İstihbarat Biriminden birileri gelerek bu konferansı “yaptırmamasını” rica değil “emretmiş!” Bu da yetmemiş, Ankara Keçiören Müftülüğü (salon, Keçiören Müftülüğüne tahsis edilmiş Müftülük de buranın işletmesini özele devretmiş), salon işletmecisini arayarak “konferansı yaptırdığı takdirde sözleşmesini feshedeceğini” söylemiş.

Böyle çift taraflı bir baskı karşısında salon sahibi geri adım attı. Arkadaşlarımız kendisiyle görüştü. Görüşmede, işletmeci; “Gazze ile alakalı böyle bir konferansın yapılmasını çok istediğini ama çok büyük baskıya maruz kaldığını, çaresiz olduğunu” söyledi.

“Bu yapılanların kanunen yanlış olduğunu, iptal kararını sadece valiliğin verebileceğini, başka hiçbir kurumun müdahalede bulunmasının hukuk dışı olduğunu” anlattık ve “valilik iptal bildiriminde bulunmadığı sürece o gün, o saatte 5 bin kişiyle orada olacağımızı” da ekledik.

Keçiören Müftülüğü’nde yaptığımız görüşmede ise sorumlu müdür, aynen şu ifadeleri kullanarak “salonu verirse işletmecinin sözleşmesini iptal edeceklerini” bir kez daha tekrarladı:

Bu konferansın yapılma ihtimali %0 bile değil, sıfırın altında. Emir çok yukarılardan!

İnsanoğlu böyledir; elindeki güç ile her şeyi yapabileceğini zanneder. Bir avuç bile gelmeyen beyni ile âlemlerin Rabbi olan Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya diklenir. O’nunla yarışa girmeye cür’et eder. Aciz olduğunu, kaybedince anlar! Allah bir şeyin yapılmasını murat etmişse tüm dünya bir araya gelse ona engel olamaz. Öyle de oldu! Arkadaşlarımızın yoğun görüşmeleri ve elbette Allah’ın yardımıyla “düzenlenme ihtimali %0 bile olmayan” konferansı yaptık.

Elbette “görünmeyen el”in yaptığı baskı, salonun işletmecisiyle sınırlı kalmadı. Bu süreçte birçok kardeşimiz, Müslüman bacılarımız yoldan çevrilip tehdit edildi. Konferans konuşmacılarına doğrudan ve dolaylı olarak baskı yapıldı. Devletin görünen yüzü, konferansa izin verirken görünmeyen yüzü, yaptırmamak için elinden gelen her şeyi denedi. Sonunda ise her zaman olduğu gibi Allah’ın dediği oldu! Elhamdülillahi Rabbil âlemin!

• Ve konferans günü…

Özellikle sosyal medyadan yapılan yorumlarda “Mahşeri bir kalabalık, Salon tıklım tıklım dolu, Adım atacak yer kalmadı gibi betimlemelere şahit olmuşsunuzdur. Evet, öyleydi. “Türkiye’nin en büyük konferans salonu” o güne kadar böyle bir kalabalık görmemişti. Salon sahibi, anlık altı bin beş yüz kişinin salonda olduğu yönünde Instagram paylaşımı yapmış olsa da katılımcı sayısı bundan çok daha fazlaydı. Zira içeri giren-çıkan, fuaye alanı ve koridorlarda içeri girmeyi bekleyen, trafiğin felç olma noktasına gelmesine dayanamayıp geri dönenleri de hesaba kattığımızda sayının on binin üzerinde olduğu anlaşılmaktadır.

Bir konferansa on bin kişinin gelesi elbette ender görülen bir olaydır. Ancak daha önemlisi; gelen on bin kişinin konferans esnasında konuşmacılara ve sloganlara gösterdiği reaksiyondur. Abdullah İmamoğlu’nun konuşması esnasında bütün salonun coşkulu ve içten “Hilâfet! Hilâfet! Hilâfet!” diye haykırması, Muhammed Emin Yıldırım’ın yaptığı duada gözyaşlarına hâkim olamaması, katılımcı ve konuşmacıların bütünleştiğinin en güzel göstergesidir. Bu tür organizasyonları anlamlı kılan da zaten bu değil midir?

Salonda oluşan bu ambiyans, sosyal medya platformlarına da yansıdı. X (Twitter)’e anlık olarak açılan “#OrdularGazzeye” hashtag’i bir anda “TT (trend topic)” oldu ve birinci sıraya yükseldi. O sırada canlı yayını yüz binden fazla kişi izliyordu ki bu, hiç de azımsanmayacak bir sayıdır.

Yeri gelmişken; konferansımıza fiilen ve sosyal medya platformlardan canlı izleyerek iştirak eden tüm Müslüman kardeşlerimize bizi yalnız bırakmadıkları için teşekkürlerimi iletiyorum. Hep birlikte güzel ve umut dolu bir gün yaşadık.



• Konferans sonrası…

 Konferans sonrası Müslümanlardan gelen tepkiler -Allah’a hamd olsun ki- olumluydu. Cumhuriyet Gazetesi “Hilâfet İstediler” diyerek konferansımızı haber yaptı. Böylece bir süredir devam eden Hilâfet tartışmaları, yeni bir boyut kazanmış oldu.

Konferans öncesi İstanbul’da Mevlid-i Nebi etkinliğinde konuşan Peygamber Sevdalıları Vakfı Onursal Başkanı ve Büyük Gazze Konferansı konuşmacılarından olan Mehmed Göktaş, Gazze için Hilâfet çağrısında bulunmuş ve “Gazze’deki kardeşlerimiz bizlere öyle bir miras bıraktı ki, inşAllah bu, İslâm aleminin halifeye kavuşmasına da vesile olacaktır, Buradan bütün ulemaya, yöneticilere ve özellikle bu ülkede İslâm adına söz söyleme hakkına sahip olan seydalara, âlimlere sesleniyorum; eğer Allah'ı razı etmek, Rasulü’nün ruhunu şad etmek ve Gazze'nin kurtuluşu için gerçekten ciddi bir adım atmak istiyorsak, derhal halife seçilmelidir. Müslümanlar artık halifesini seçmelidir.” demişti.

Yine yakın tarihlerde Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Aydın Ünal; “Başımıza ne geldiyse halifesizlikten geliyor.” diyerek Dünya Müslüman Alimler Birliğinin “cihat fetvası”nın uygulanması için Hilâfet’in tesis edilmesi gerektiğine vurgu yapmıştı.

7 Mayıs’ta, Akit Gazetesi Yazarı Mustafa Çelik, ümmetin başsız kalmışlığını ve bu durumun Gazze’deki mezalimle nasıl iç içe geçtiğini şu cümlelerle aktardı: “Ümmet ve Hilâfet ayrılmazlığını ihmal ettiğimiz günden bu yana esareti yaşıyoruz. Bugün çöken devletlerin enkazı, büyüyen adaletsizlik ve derinleşen krizler arasında, Hilâfet düşüncesi küllerinden yeniden doğruluyor.

Bir dönem Ayasofya Camii imam-hatipliği de yapan Prof. Dr. Mehmet Boynukalın ise 8 Mayıs’ta anlamlı bir tweet attı: “Katolikler 267. papalarını seçtiler. Aralarında yüzyıllarca savaşmalarına rağmen Hristiyanlar dinî kurumlarını korudular. Müslümanlar ise hilâfeti koruyamadı. Hilâfet sembolik haliyle bile Müslümanları bir arada tutan önemli bir kurum olabilirdi. Ancak güçsüz bir hilâfet kurumu istismar edilebilir ve düşmanların elinde oyuncak haline gelebilirdi. Hilâfet hem dinî hem dünyevî iktidarı temsil edecek şekilde hakiki anlamıyla ihya edilmelidir. Bu ümmet üzerine vaciptir. Ama bu vacibi yerine getirmek için İslâm'ı bir bütün olarak kabul etmeli ve yaşamalıyız. İslâm bir bütündür, din ve dünyadır, dünya ve ahirettir, iman ve ameldir, nefis terbiyesi ve zikirdir, ibadet ve ahlaktır, ekonomi ve hukuktur, siyaset ve cihattır. Böyle bütüncül bir anlayışla Müslüman olmak zorundayız. ‘Kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz’

En nihayetinde Cumhuriyet Gazetesi’nin “Hilâfet İstediler” başlıklı haberinden sonra laik dürtüler harekete geçti ve Aydınlık’tan Nadir Temeloğlu “Medyanın Halleri - Gazze’nin kurtuluşu hilafette mi?” başlıklı bir makale kaleme aldı. Kendisinden tam da beklenen seviyede, resmî tarih anlatılarının yön verdiği şekilde; “Hilâfet’in Müslümanların kurtuluşu olduğunu” söyleyenleri hedef tahtasına koydu.

Temeloğlu’nun makale içeriğinde söyledikleri, laik klişelerden olduğu için burada biraz üzerinde duracağız:

Hilâfet çağrısı, aslında mücadeleden kaçma yolu. Başta Türk hükûmeti olmak üzere, Filistin’le dayanışmada yapılan hataları örtmenin de aracı. Bunlara göre, ‘Hilâfet yok, çözüm yok!’

En azından türlü türlü acılara, savaşa ve açlığa meydan okuyan Gazzeliler bunlardan daha akıllı.

Hilâfet gibi dertleri, çağrıları yok. Bunlar gibi topu havaya atmıyorlar.

Efendiler, yakan top oynamayı bırakın da gerçeklerin sahasına gelin.

Türkiye’nin sorunlarını NATO’dan çıkaracak, Üretim Devrimi yapacak, Yükselen Asya Uygarlığında yerini aldıracak bir Üreticilerin Millî Hükûmeti çözer.

Gazze’yi çözecek birikim buradadır.

Zaman, birçok şeyin ilacı olmasına rağmen bu Kemalist zihniyeti bir türlü tedavi edemedi. Cumhuriyetin kurucu kadrosu, çağdaş Batı’yı kendisine referans alırken “onlar gibi olalım ki kalkınalım” demişti. Onlar gibi oldular… Hatta, “tam onlar gibi olmak için halkın dininin Hıristiyanlık olması gerektiğini” öne sürenler dahi vardı aralarında. Kalkınma felsefesinden uzak, daha çok kötü bir taklitçiyi andıran girişimlerin hiçbiri fayda etmedi. Ekonomik refah, hiçbir zaman sağlanmadı. Türkiye, hiçbir zaman, imrenerek baktıkları Batılı devletler gibi olamadı. Somut hiçbir başarı sağlanamadı. Zira “kalkınma” dediğiniz şey, sanayi ve teknolojik gelişmeden ibaret değildir. Bilakis bunlar, kalkınmanın kendisi değil, neticeleridir.

Bu, katıksız, saf gerçekten bihaber olan Kemalist zihniyet, dün aynı hataya düştüğü gibi bu gün de aynı hatada ısrar etmektedir. Dolayısıyla “Üretim Devrimi yapacak Üreticilerin Milli Hükümeti” söylemi safsatadan ibarettir; aklen ve vakıan tutarsızdır. Fikrî kalkınma gerçekleştirmeden ekonomik kalkınma gerçekleştirilemez. Sömürgeci devletler, kapitalist sistemin her bir ayağını, her bir noktasını tutmuşken bu sistem içerisinde onlarla mücadele edeceğini söylemek, vasat bir insan zekasının bile kabul etmeyeceği bir iddiadır.

Şayet yüzünüzü Batı’dan Çin’e çevirip Çin gibi olmayı kast ediyorsanız, “Yükselen Asya Uygarlığı” dediğiniz şey Çin ise bunun da gerçeklikle alakasının olmadığını kabul etmeniz gerekir. Zira Çin, Batı’nın -özellikle de ABD’li kapitalist şirketlerin- ucuz işgücü pazarı konumundadır. İnanç sistemleri ve devasa nüfusu, insana değeri yok etmiştir. Çinli işçiler, uzun çalışma saatleri, zor geçim şartları ile karşı karşıyadır. Sahip olduğu devasa tarım ve maden alanlarına, devasa nüfusa rağmen dünya siyasetine etkisi yoktur. En basitinden alışverişini ABD’nin parası olan dolar ile yapmakta uluslararası bankacılık işlemlerini yine ABD’nin kontrolündeki bankacılık sistemi üzerinden yürütmektedir. Bu haliyle işgücü olmaya devam edecektir.

Yok, şayet “Yükselen Asya Uygarlığı”ndan kastınız, Türki Cumhuriyetler ise, Özbekistan, Kazakistan ve Türkmenistan’ın KKTC’yi tanımayıp daha kısa bir süre önce “Kıbrıs Cumhuriyeti”ni tanıyarak büyükelçi atadıklarını hatırlatmak isterim. Üstelik bu Türki Cumhuriyetler göbekten Rusya’ya bağlı kıytırık ülkelerden başka bir şey değildir.

Hilâfete gelince;

Hilâfet, laik Kemalistlerin küçücük dünyasına sığmayacak kadar büyük bir projedir. Zira O, halkları sömüren, kanını emen, onları köleleştiren kapitalizmin tek ve yegâne alternatifidir. Hilâfet, kukla rejimleri tek tek devirecek bir devrimin adıdır. Halkları özgürleştirecek ve insanca yaşamın kapılarını açacaktır. İnsanoğlunu fabrika ayarlarına geri döndürecek ve kula kulluğun önüne geçecektir. Hilâfet, sembolik bir kurum değil bilakis siyasi bir kurumdur. Sömürgeci güçlerin böl-parçala-yönet stratejisi gereği parçalara ayırdığı “ulus-devlet” denilen ucube yapıları ortadan kaldıracak ve dünya Müslümanlarını tek bir devlet çatısı altında birleştirecektir. Toprakları, servetleri, işgücünü, orduları bir araya getirerek devasa bir devlet inşa edecektir.

Tarih sayfaları, bunun olabilirliğini tasdik etmiştir. Dolayısıyla Hilâfet; “Üreticilerin Milli Hükümeti” gibi köksüz, hayal ötesi bir safsata, bir akıl oyunu değil tarihsel ve şer’i bir hakikattir.

Son olarak tüm Hilâfet düşmanlarına, Hizb-ut Tahrir’in kurucusu Şeyh Takiyyuddîn en-Nebhânî Rahimehullah’ın şu sözlerini hatırlatmak istiyorum -Hatırlayın ki uykularınız kaçsın! Hatırlayın ki kabuslarınız eksik olmasın!-:

İslâm Devleti; hayalden, rüya görmekten, sayıklamaktan ibaret değildir. Çünkü o, on üç asır boyunca tarihin her tarafını tamamen kaplamıştır. Bu, bir hakikattir. İslâm Devleti, geçmişte böyleydi; yakın bir zaman içinde yine öyle olacaktır. Çünkü onun varoluş faktörleri, kötürüm bir kimsenin onu inkâr etmesinden ya da onu yıkmak için hazırladığı kuvvetten daha güçlüdür. Zira günümüzde artık aydın akıllar onunla dolmaktadır. Çünkü o, İslâm’ın izzetine susamış İslâm ümmetinin arzusu ve ideali durumundadır...

• Kapıdaki Tehlike…

Gazze’de Müslümanların akan pak kanı, insanlığa hayat verdi. Kapitalizmin insan olma erdemini elinden aldığı Batı halkları, bu mezalim karşısında insanlığını hatırladı. Kapitalizmin köleliğine isyan etti. Bencilliği ve menfaati bir kenara bıraktı. Büyük kitlesel gösteriler ile bu soykırıma karşı olduklarını her fırsatta gösterdi.

Gazze, içinde bulunduğu hayat vakıasına istemese de uyum sağlayan, direnecek, karşı koyacak, şiddete maruz kalsa bile savunacak bir şeyi kalmayan Müslümanlara da hayat verdi. Onları diriltti, oturdukları yerden kaldırdı ve sokaklara döktü.

“Kapıdaki tehlike” işte tam da bu! Gazze’de ateşkes sağlanırsa, işgalci Yahudi varlığı geri çekilirse, kapıları açar ve Gazzeli Müslümanların karınları doymaya başlarsa, yıkılan şehirler yeniden inşa edilirse, Gazze, 7 Ekim öncesine dönerse ne olacak? Müslümanlardaki bu diriliş, bu uyanış, bu mücadele ruhu nasıl korunacak ya da neye evrilecek? “Toparlanın arkadaşlar gidiyoruz! Bir dahaki Gazze işgalinde görüşmek üzere…” filan mı olacak?

Biz Müslümanları, Batılı halklardan ayırt edici bir özelliğin olması gerekmiyor mu? Size bir örnek vereyim: İspanya’da binlerce kişinin katılımıyla gerçekleştirilen bir gösteride ellerinde Filistin bayrağı olan göstericiler şu sloganları attı: “İsrail'e boykot”, “Bu bir savaş değil, soykırım”, “Katil Netahyahu”, “Özgür Filistin”, “Adalet”, “İsrail vuruyor, ABD ve AB sponsorluk yapıyor”

Okunan açıklamada ise “derhal ve kalıcı ateşkes” çağrısı yapılırken “İsrail”in Gazze Şeridi'ndeki işgal ordusunu çekmesi, “İsrail” devletinin Filistin halkına uyguladığı soykırıma son vermesi, Gazze'ye uygulanan ambargoların kaldırılması, “İsrail” ile silah ticaretinin durdurulması ve bu ülkeye ekonomik yaptırımlar getirilmesi, istendi. Ayrıca İspanya hükümetinden “İsrail” ile tüm siyasi, diplomatik, ekonomik, kültürel, sportif ilişkileri kesmesi talep edildi.[2]

Müslümanların düzenlediği gösterilerde -atılan tekbirleri bir kenara koyacak olursak- İspanya’daki gösterilerde dile getirilen söylem ve talepler arasında hiçbir farkın olmadığını görüyoruz. Hatta sayı ve eylem sürekliliğini dikkate aldığımızda Batılı halkların “daha çok Filistin destekçisi” olduğu gibi bir kanıya bile varılabilir.

Bu kıyaslama neticesinde ortaya çıkan resim, bize acı bir gerçeği göstermektedir: Müslümanlar, maalesef kendi akidelerinden, akidelerinden çıkan fikirlerden, hükümlerden yoksun bir şekilde Gazze’yi savunuyor. Gazze’yi savunmak, bir fikirden öte duygu yoğunluğundan kaynaklanıyor. Duygunun ortaya çıkarttığı fikirler, vakıası gereği duygularla birlikte hareket eder. Duygular sönünce fikirler de söner ve yok olur.

İşte bu yoksunluk, duygu kaynaklı fikir ve fiiller -doğal olarak- “Bir dahaki Gazze işgalinde görüşürüz” demeyi zorunlu kılmaktadır.

Oysa bu hikâye böyle bitmemeli. Gazzeli Müslüman çocukların akan kanları yeni bir başlangıca, yeni bir uyanışa ve inkılaba vesile olmalı. Gazze’nin neden bu kadar kolay işgal edildiğini, Yahudi varlığının neden bu kadar rahat bir şekilde Müslümanları toplu katliama maruz bırakabildiğini, Müslümanların başındaki yöneticilerin neden bu soykırıma sessiz kaldığını, neden halen ve ısrarla Yahudi varlığı “İsrail”e petrol sevkiyatına aracılık ettiğini, neden limanların kapanmadığını, neden “‘İsrail’in demir kubbesi” olduklarını görmemiz gerekiyor.

İngilizlerin kurduğu ABD’nin tepe tepe kullandığı, iş birlikçi yöneticilerin sözde yöneticilik yaptığı sömürge sistemi yok edilmedikçe İslâm ümmeti sefaletten, zulümden, işgalden ve aşağılanmaktan kurtulamayacaktır. Bu sistemi yok edecek tek güç ise Râşidî Hilâfet’tir.

İslâmi camialar ve kanaat önderlerinin şu andan sonra tek hedefi olmalıdır, o da; Râşidî Hilâfet Devleti’nin yeniden ikame edilmesidir. Tek gündemleri olmalıdır, o da; bu devletin nasıl kurulacağıdır.

Allah’a hamd olsun ki “Hilâfet” söylemi ve özlemi, her geçen gün artmakta ve görünür hale gelmektedir. Bu da Netanyahu’nun “Birkaç kilometre ötemizde, Akdeniz kıyılarında bir halifelik kurulmasına izin vermeyeceğiz” açıklamasında yatan korkunun gerçeklik payını göstermektedir.

Kuşkusuz Râşidî Hilâfet Devleti kaçınılmazdır. Mesele; “kurulacak mı, kurulmayacak mı?” meselesi değil, “ne zaman kurulacak?” meselesidir. Bu hedef için çalışmak ise dünya hayatında izzet ve şeref, ahirette ise büyük bir kazançtır.

[فَلْيَعْمَلِ ٱلْعَـٰمِلُونَ] Öyleyse çalışanlar işte bunun için çalışsınlar[3]

 



[1] Müslim, İmâre 44

[2] AA

[3] Saffat Suresi 61


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz