Eûzu billâhi mineşşeytânirracîm.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
El-Hamdu lillâhi Rabbi’l-âlemîn. Ve’s-Salatu
ve’s-Selamu alâ Seyyidinâ Muhammedin ve alâ Âlihî ve Sahbihî ecmaîn.
Çok kıymetli misafirler, hanımefendiler,
beyefendiler, Gazze aşkıyla gecenin bu geç saatine kadar bu büyük salonu
tıklım tıklım dolduran Ankaralılar…
Başta hepinizi Allah'ın selamı ile selamlıyorum:
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu.
Değerli kardeşlerim, değerli hocalarımız
söylenmesi gereken hemen her şeyi söyledi. Ama birkaç kelâm etmek gerekirse…
Gerçekten de ümmet olarak çok zorlu bir süreçten
geçiyoruz. Başta Gazze olmak üzere ümmetin tüm coğrafyalarında, ümmet-i
Muhammed, tehcire zorlanıyor, bombalar altında eziliyor, çocukları paramparça
ediliyor; tarihte eşi az görülmüş bir katliama maruz kalıyor.
Evet, bu manzara ne insanlık tarihinde bir
ilktir, ne de sondur. Tarihte tür zorluklar çok yaşandı inşallah bu son olur
diye umut ediyor ve dua ediyoruz.
Yine böylesi zorlu bir zamanda… Ümmetin, bugün
olduğu gibi, zor günleri yaşadığı bir dönemde bir zat, bir âlime şöyle sorar,
der ki:
“Ümmetin hâli ne olacak? Ümmet niye bu haldedir,
kurtuluşu nedir?”
O âlim zat, bizlere de ders olacak şu cevabı veriyor
-tüm kardeşlerimin buna dikkat etmesini istiyorum-:
“Ümmetin hastalığı, sekiz şeyi üç şeye tercih
etmesindendir. Yani ümmetin yaşadığı bu zorluklar, sekiz şeyi üç şeye tercih ettikleri
içindir. Kurtuluşu da o üç şeyi, sekiz şeye tercih etmektedir.”
Şimdi bunları ayeti kerimede okuyarak her birimiz
kendimiz de bir muhasebe-i nefs yaparak hep beraber paylaşmak istiyorum.
O âlim zat, şu ayete işaret ediyor -ayeti
okumadan önce şunu da itiraf edeyim ki: Bu ayeti her okuduğumda tüylerim diken
diken olur. İçimden hep şu geçer: “Bu ayetin mesuliyetini nasıl yerine
getirebilirim?” Ve bu akşam sizlerden istirhamım: Kendimizi bu ayetin
terazisinde bir tartalım, bu ayetle kendimizi bir muhasebe yapalım istiyorum-.
Sekiz maddeyi Rabbimiz şöyle sayıyor:
[قُلْ إِن كَانَ آبَاؤُكُمْ وَأَبْنَاؤُكُمْ
وَإِخْوَٰنُكُمْ وَأَزْوَٰجُكُمْ وَعَشِيرَتُكُمْ وَأَمْوَٰلٌ ٱقْتَرَفْتُمُوهَا
وَتِجَٰرَةٌ تَخْشَوْنَ كَسَادَهَا وَمَسَٰكِنُ تَرْضَوْنَهَا أَحَبَّ إِلَيْكُم
مِّنَ ٱللَّهِ وَرَسُولِهِۦ وَجِهَادٍ فِى سَبِيلِهِ
فَتَرَبَّصُوا۟ حَتَّىٰ يَأْتِىَ ٱللَّهُ بِأَمْرِهِۦ ۗ وَٱللَّهُ لَا
يَهْدِى ٱلْقَوْمَ ٱلْفَٰسِقِينَ] “De ki: ‘Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz,
eşleriniz, aşiretiniz (kabileniz, unsurunuz, ulusunuz, devletiniz), biriktirdiğiniz
mallarınız (altınlarınız, dövizleriniz), kesata uğramasından endişe ettiğiniz
ticaretiniz (kurduğunuz o dünyalığınız), hoşlandığınız evleriniz (saraylarınız,
içinde rahat ettiğiniz o koltuklarınız, konforunuz), Allah’tan, Rasulü’nden ve Allah
yolunda cihattan daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar
bekleyin!’ Allah, fasıklar topluluğunu hidayete erdirmez.”[1]
İşte ümmetin hastalığı budur!
Ümmet, bu dünyaya ait 8 maddeyi Allah’ın önüne koyduğu için; O’nun emir ve yasaklarının,
vahyinin, Rasulullah’ın sünnetinin önüne koyduğu için; Allah
yolunda cihadın önüne koyduğu için bugün bu halleri yaşıyoruz.
Ümmet, sözlüğünden "cihat"ı çıkardığı
için bu zilleti yaşıyor.
Bu durumun tarihte pek çok örneği vardır. Kur’an-ı Kerim, geçmiş ümmetlerden buna dair örnekler sunar. Allah
Rasulü Aleyhi’s-Salâtu ve’s-Selâm’ın hayatında
da bunun örnekleri vardır.
Nitekim Efendimiz bir gün şöyle buyurur:
[يُوشِكُ الأُمَمُ أَنْ تَدَاعَى عَلَيْكُمْ كَمَا
تَدَاعَى الأَكَلَةُ إِلَى قَصْعَتِهَا. فَقَالَ قَائِلٌ: وَمِنْ قِلَّةٍ نَحْنُ يَوْمَئِذٍ؟ قَالَ: بَلْ أَنْتُمْ يَوْمَئِذٍ كَثِيرٌ، وَلَكِنَّكُمْ
غُثَاءٌ كَغُثَاءِ السَّيْلِ. وَلَيَنْزِعَنَّ
اللَّهُ مِنْ صُدُورِ عَدُوِّكُمُ الْمَهَابَةَ مِنْكُمْ، وَلَيَقْذِفَنَّ اللَّهُ
فِي قُلُوبِكُمُ الْوَهْنَ. فَقَالَ قَائِلٌ: يَا رَسُولَ اللَّهِ، وَمَا الْوَهْنُ؟ قَالَ: حُبُّ الدُّنْيَا وَكَرَاهِيَةُ الْمَوْتِ.] “‘Yakında ümmetler, aç kişilerin yemek kabına
üşüşmesi gibi sizin üzerinize üşüşeceklerdir.’ Sahâbeden biri, ‘O gün sayımız
az mı olacak?’ diye sordu. Rasulullah, ‘Hayır, bilakis o gün sayıca çok
olacaksınız; fakat selin önündeki çer çöp gibi olacaksınız. Allah,
düşmanlarınızın kalbinden size karşı duydukları korkuyu çıkaracak ve sizin
kalbinize ‘veh’n’ yerleştirecek.’ Sahabi, ‘Ey Allah’ın Rasulü! Vehn nedir?’
dedi. Rasulullah, ‘Dünyayı sevmek ve ölümü kerih görmek.’ dedi.”[2]
İşte ümmetin bugünkü hâli budur. Dünyaya
düşkünlük, rahatına düşkünlük… Ama şehadeti istememek, ölümü korkunç görmek…
Evet tarihte bunun örnekleri çoktur:
Hz. Musa Aleyhisselâm,
Firavun’un zulmünden İsrailoğulları’nı kurtarıp da
Sina’ya getirdikten sonra onlar “Biz bir şehre girmek, bir şehri fethetmek
istiyoruz” dediler. Hz. Musa, “Haydi, cihada kalkın işte şehir orada; Kudüs karşınızda!” dedi.
Fakat ne dediler onlar Hz. Musa’ya?
[فَاذْهَبْ أَنتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلَا إِنَّا هَٰهُنَا
قَاعِدُونَ] “Sen ve Rabbin gidin
savaşın; biz burada oturacağız!”[3]
İşte biz de bugün; lisan-ı kâlimizle söylemesek de
lisan-ı halimizle biz de bunu söylüyoruz. Biz de Gazzelilere diyoruz ki:
“Gazze’de siz savaşın! Yarabbi sen onları kahruperişan
eyle ama biz burada oturacağız, huzurumuz bozmayacağız!”
Tarih tekerrür ediyor…
Sonra ne oldu? O nesil cezalandırıldı; hepsi çölde helâk oldu. Sonraki
nesilden Allah birisini; Tâlût’u cihat yapmak için görevlendirdi.
Tâlût ordusunu topladı; önlerine bir nehir çıktı.
Onlara dedi ki:
“Allah sizi bu nehirle imtihan ediyor. Kim bu
nehirden içerse, benden değildir! Kim içmezse ya da bir yudum alıp geçerse
benimle cihada katılacaktır.” Ne oldu? Çok azı hariç hepsi o nehirden doyasıya içtiği için cihada
katılamadı…
Evet, biz de şimdi ümmet olarak hepimiz bir
nehirde boğuluyoruz. Biz de “dünyalık nehri”nde boğuluyoruz. Biz de “konfor
nehri”nde boğuluyoruz.
Bu nehri geçen az bir azınlık vardır; Gazze’deki
mücahitler… Onlar bu nehrin imtihanını geçmişler;
Tâlût’un askerleri gibi cihatlarına devam ediyorlar.
Nitekim Kur’an’da ilgili ayetlerin devamında bildiriliyor ki: “Karşıya çok az bir
topluluk geçti. Onlar; “Biz çok azız. Biz bu ordu ile nasıl baş edeceğiz?” dediler.
Âlimleri, yöneticileri dediler ki:
[كَم مِّن فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ
ٱللَّهِ] “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle
çok topluluklara galip gelmiştir.”[4]
Zafer, çoklukla değildir. Hem Talut’un askerlerinde olduğu gibi Huneyn’de de Bedir’de de çoklukla
değil Allah’ın nusretiyle zafer elde edilmiştir. Bugün de
biz; Bedir’in aslanları gibi, o Talut’la birlikte imtihanı kazanlar gibi, Gazzeli
mücahitler de Allah’ın nusretiyle tüm küfür ordularını mağlup edecek,
ilahi zafere erişeceklerdir diye umut ve dua ediyoruz.
Değerli kardeşlerim, Selâhaddin Eyyubi, ümmetin birliğini sağlamak için
şehir şehir dolaşıp Kudüs’ü ikinci sefer fethetmek için ordu kurmaya çalışırken,
Cuma namazını kıldırdığı camide hutbe verdiği bir sırada gençlerden biri
heyecanla ayağa kalkar ve der ki:
“Yeter Selâhaddin! Bize bir şey anlatma! Bize cihat
için talimat ver hemen harekete geçelim!”
Çok heyecanlı bir gençtir bu. Selâhaddin cevap
vermez. Selahaddin, ertesi sabah, sabah namazında sorar camidekilere: “Dün
cihat emrini talep eden delikanlı nerede?” O genç, sabah namazını kılmak
için camiye gelmemiştir. Bunun üzerine Selâhaddin şöyle der:
“Hayır vallahi! Siz cuma namazında olduğu gibi,
sabah namazında da camileri doldurmadıkça,
ben size cihat emri vermeyeceğim!”
Evet değerli kardeşlerim! Bizler, burada, bu
salonları doldurduğumuz gibi, sabah namazlarında da camileri doldurduğumuz an, konforumuzu
terk edebildiğimiz an; “Allahu Ekber!”, “Hayya ale’s-Salâh!”, “Hayya
ale’l-Felâh!” nidâlarını duyduğumuzda uykumuzu bölebilip camilere
koşabiliyorsak, işte o zaman “Hayya ale’l-Cihâd!” denildiğinde de
harekete geçebiliriz.
Ama “Hayya ale’s-Salâh”, “Hayya ale’l-Felâh!”
nidasına bile icabet etmekte aciz kalan bizler, “Hayya ale’l-Cihâd”a
nasıl icabet edeceğiz?
Yine Selâhaddin’in Şam’daki bir başka
hatırasından söz etmek isterim:
Günümüzde “içişleri bakanı” diyebileceğimiz bir
görevliye Selâhaddin Eyyubi diyor ki:
“Talimat ver: bu gece hiçbir esnaf dükkanını kapatmasın.
Hiç kimse evinin kapısını kilitlemesin!” Görevli şaşırır:
“Bu nasıl olur?!” Selahaddin der ki:
“Ben sana emrettim. Sen de müezzinlere,
tellallara haber sal: Herkes evini ve dükkânını açık bıraksın.” O gece hiç kimse evini, dükkanını kilitlemiyor.
İkinci gün aynı talimat… Üçüncü gün de aynı talimatı verdikten sonra Selâhaddin,
komutanı, görevliyi çağırıyor ve soruyor:
“Bu üç gün içerisinde tek bir hırsızlık şikâyeti
geldi mi?”
“Hayır, hiçbir hırsızlık şikâyeti gelmedi.” diyor, görevli.
Bunun üzerine “Tamam! Şimdi cihat emrini
verebilirim. Vallahi bir tek hırsızlık şikayeti gelseydi, on sene daha cihat
emrini erteleyecektim, Kudüs’e çıkarma yapmayacaktım!” diyor, Selahaddin Eyyubi.
Bununla şunu söylemek istiyorum değerli
kardeşlerim:
Evet, bizler naralarla cihat talimatı beklerken kendimize
dönük neler yapıyoruz?
- Kendi nefsimizle cihatta başarılı olabildik
mi?
- Dünyanın cazibesinden sıyrılıp ilâhî vahyin
neferi olabildik mi?
- Konfor nehrini geçip de safa katılabildik
mi?
Önce bunları kendimize sormalıyız!
Ve son olarak…
Üstad Bediüzzaman’ın buyurduğu gibi; “Bu
zamanın en büyük farz vazifesi, İttihâd-ı İslâm’dır!”
İttihâd-ı İslâm olmadan ümmetin kurtuluşu mümkün
değildir. Üstad’ın o gün dediği gibi bugün de aynı hakikat önümüzde duruyor. Biz
medrese okurken, bizlere Kur’an-ı Kerim’den hemen sonra bizlere ezberletilen
çok kıymetli bir kitap vardır. Yine Osmanlı’nın son dönem büyük âlimlerinden Seyda Halil es-Si'irdî'nin Nehcü’l-Enâm isimli kitabında önce farz-ı
aynları sayıyor. O farz-ı aynlardan biri olarak şunu söylüyor:
“Nasıl ki cihat (Gazzeli kardeşlerimizin malımızla,
canımızla cihatta muvazzaf olduğumuz gibi) her Müslümana farz-ı ayn ise; mazlumları
koruyacak, din-i ahkamı muhafaza edecek, hakkı ayakta tutacak bir imamın –bir
halifenin– seçilmesi de farz-ı ayn’dır.”
Üstat’ın ve Seyda Halil’in söylediği gibi; İttihad-ı İslâm sağlanamadıkça, ümmetin başına, Hz. Ömer’in,
Selâhaddin Eyyubi’nin varisi bir zat geçmedikçe, ümmetin topyekûn
kurtuluşu da mümkün olmayacaktır.
Selahaddin ikinci fatihtir; birinci fatih olan Hz. Ömer’in bir sözü ile bitirmek istiyorum:
Kudüs fethedilmişti. Anahtarları teslim edilecekti. Oradaki
yetkililer dediler ki:
“Halifeniz gelmedikçe, devlet başkanınız bizzat
buraya gelmedikçe anahtarları vermeyeceğiz.”
Haber Medine’ye ulaşır; Hz. Ömer RadiyAllahu
Anh yola çıkar. Yanında bir hizmetkârı vardı.
Tek bineğe sırayla biniyorlardı. Hz. Ömer’in
üzerinde mütevazı bir elbise vardır. Kudüs’e
geldiklerinde bineğe binme sırası hizmetkârdadır; Hz. Ömer yayan
yürüyordur. Karşılamaya gelenler derler ki:
“Ey Emîrü’l-Mü’minîn! Buralarda insanlar dış
görünüşe çok önem verir. Ne olur, sen bineğe bin, üzerine güzel bir kıyafet
giy, Kudüs’e fatih olarak öylece gir!”
Hz. Ömer hepimize kıyamete kadar ders olacak
şu cümleyi söyler:
“Biz, Allah’ın bizi İslâm ile aziz kıldığı bir
kavimiziz. Eğer izzeti İslâm dışında bir yerde ararsak, Allah bizi mutlaka
zelil eder!”
Biz İslâm’la izzet bulduk. Ne zaman ki
İslâm’ın dışında başka yerde -gerek Doğu izm’lerinde, gerek Batı izm’lerinde
gerek Avrupa’ya, Amerika’ya gerekse de Rusya’ya, Çin’e sırtımızı dayamamızda- izzeti
ararsak hiç şüpheniz olmasın ki Allah bizi zelil edecektir. Bugün
zelilsek, işte bundan dolayıdır!
Rabbim ümmeti yeniden aziz eylesin! Gazze’deki mücahit kardeşlerimize zaferler ihsan
eylesin!
Es-Selamu Aleykum ve Rahmetullahi ve Berakatuhu.
[1]
Tevbe Suresi 24
[2]
Ebû Dâvûd, Melâhim 5; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5/278
[3]
Maide Suresi 24
[4]
Bakara Suresi 249
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış