“İSRAİL” SORUNU VE FİLİSTİN’İN KURTULUŞU İÇİN 10 MADDEDEN OLUŞAN ÇÖZÜM ÖNERİSİ
بسم الله
الرحمن الرحيم
1 • Filistin, İslâm Toprağıdır ve Mescid-i
Aksa Ümmetin Mukaddes Değeridir
Kudüs, 637 yılında Halife Ömer ibnu’l Hattab RadiyAllahu
Anh zamanında Bizans ile yapılan savaş sonucu İslâm toprağı haline
gelmiştir. I. Haçlı Seferi sırasında kâfirlerin eline geçen Kudüs, Selahaddin
Eyyubi’nin muazzam cihadı sonucu küfür işgalinden kurtulmuştur. I. Dünya Savaşı
sırasında İngilizler tarafından işgal edilen Filistin toprakları, 1917 Balfour
Deklarasyonu ile Yahudilere vaat edilmiştir. İngiltere merkezli Siyonist
hareket yoluyla, İngiliz manda yönetimi altında silahlandırılmış Yahudi
çeteleri dünyanın dört bir yanından bu mukaddes topraklara getirilmiş, orada
yaşayan Müslümanlar silah zoruyla yerlerinden edilerek işgal süreci fiilen
başlatılmıştır. 1947 yılında Birleşmiş Milletler’in hazırladığı Filistin
Paylaşım Planı temelinde, 1948 yılında -sözde- “İsrail” devletinin kurulduğu
ilan edilmiştir. Dolayısıyla gasp, yağma, işgal, zorla yerinden etme ve vahşi
katliamlar temelinde kurulmuş bu varlığın bu topraklara çöreklenmiş olması, bu
toprakların İslâm toprağı olduğu gerçeğini asla değiştirmez.
Üstelik Mescid-i Aksa, Müslümanların ilk
kıblesi, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in İsra ve Miraç yeri,
İslâm’da mukaddes sayılan üç mescitten biridir. Allah Subhanehu ve Teâlâ,
ayette geçen “çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa” ifadesiyle
doğrudan Kur’an-ı Kerim’de zikretmiştir.
Kudüs’ün “üç semavi dinin kutsalı olduğu”
söylemi, akidevi değil siyasi bir söylemdir. Bu söylem, “Yahudi varlığının Aksa
toprakları üzerinde en az Müslümanlar kadar hakkı olduğu” algısını oluşturmayı
amaçlayan şerir bir planın parçasıdır. “Üç semavi dinin kutsalı” söylemini
dolaşıma sokan devletlerin, politikacıların ve kültür misyonerlerinin dinle,
kutsalla bir alakaları yoktur. Müslümanların yaşam hakkının kutsallığıyla
ilgilenmeyenlerin, Kudüs’ün kutsallığıyla ilgisi nasıl olabilir?
Dolayısıyla Mescid-i Aksa, Kudüs ve bir bütün
olarak Filistin ne sadece Filistinlilerin ne de sadece Araplarındır, bilakis
tüm İslâm ümmetinin ortak toprağı ve değeridir. Bu mübarek topraklara yönelik
her saldırı, İslâm’a ve Müslümanlara yapılmış bir saldırı olarak addedilir.
2 • “Filistin
Sorunu” Yoktur, Gaspçı ve İşgalci Yahudi Varlığı “‘İsrail’ Sorunu” Vardır
Bize göre; “Filistin sorunu” yoktur, bilakis
“Yahudi varlığı ‘İsrail’ sorunu” vardır. İsrailoğulları, insanlık tarihi
boyunca insanlığın başına bela olmuş, âlemlerin Rabbine isyan etmiş, Allah’ın
peygamberlerini katletmiştir.
Filistin, Haçlı işgali altında geçen kısa süre
hariç, tarih boyunca İslâm’ın hâkimiyeti altında, her zaman Müslümanların
gözbebeği olmuştur. Filistin hiçbir zaman sorun olmamıştır. Sorun olan, Yahudi
varlığıdır. Sultan Abdulhamid Han’ın tahttan indirilmesinden sonra iktidarı
eline geçiren zümrenin beceriksizliği sonucu kaybedilen topraklardan biri de
Filistin’dir. Filistin’de İngiliz mandası; zulmünü ve diktatörlüğünü Filistin
halkı üzerinde uygulamış, Siyonistlerle iş birliği halinde dünyanın dört bir
yanından Yahudileri Filistin’e toplamaya çalışmış, onları silahlandırmış,
“Hagana” adı verilen Yahudi çetelerini kurup büyütmüş, insanlar silah zoruyla
evlerinden, topraklarından, yurtlarından kovulup başka ülkelerde mülteci haline
getirilmiş, 1948 yılında Yahudi varlığı bir devlet sıfatıyla Filistin
topraklarına bir hançer gibi saplanmıştır.
“İsrail” adı verilen bu yabancı cismi “devlet”
olarak tanıyan halkı Müslüman ilk ülke maalesef Türkiye olmuş, “İsrail”
çevresinde İngilizlerin kurduğu ve İngiliz ajanlarının yönettiği Mısır, Suriye,
Ürdün, Lübnan gibi devletler Yahudi varlığının bekçileri haline getirilmiştir.
-Sözde- “Arap-‘İsrail’ savaşları” adı altında 1948’de ve 1967’de yapılan
göstermelik savaşlarla Yahudi varlığına “yenilmezlik” unvanı verilmiştir.
Hizb-ut Tahrir’in kurucusu kıymetli âlim
Takiyyuddin en-Nebhânî, bu hakikati şu sözlerle ifade etmektedir: “‘İsrail’
Arap rejimlerinin gölgesidir. O rejimleri kaldırdığın an gölge de gider.”
Başta ABD ve Avrupa ülkeleri olmak üzere
Batılı devletlerinden her türlü desteği alan, çevresindeki Arap rejimlerinin
koruması altında tutulan, Türkiye gibi halkı Müslüman ülkelerin kurduğu
ilişkilerle güç kazanan ve güya uygar dünyanın gözü önünde -sözde- uluslararası
hukuku ve normları ayaklar altına almaktan çekinmeyen bu varlık, yaklaşık bir
asırdır işgalini, yağmasını, katliamlarını ve vahşetini pervasızca
sürdürmektedir.
O halde sorunu çıkaran, büyüten, kökleştiren ve
sürdüren ne Filistinlilerdir ne de Müslümanlar. Bilakis sorunu ortaya çıkaran
Batılı devletler, sürdüren ise bu meşum Yahudi varlığıdır. Dolayısıyla
“Filistin sorunu”, “Kudüs sorunu”, “Gazze sorunu” yoktur, bilakis Yahudi
varlığı “İsrail” sorunu vardır.
3 • Yahudi
Varlığı ile Hiçbir Siyasi, Askerî, Ekonomik, Diplomatik İlişki Kurulamaz
İslâm ümmeti bir vücudun azaları gibidir.
Mademki Yahudi varlığı, ümmetin azalarından biri olan Filistin’i saran kanserli
bir urdur, bu işgalci ve gaspçı varlığın tanınması, devlet olarak kabul
edilmesi, ilişkilerin normalleştirilmesi ve herhangi bir şekilde ilişki
kurulması kabul edilemez. Tarih boyunca düşman devletlerarasındaki ilişkileri
düzenlemek için kullanılan devletler ve milletlerarası örf, “İsrail”in hiçbir
meşruiyeti olmayan işgalci bir güç olarak kabul edilmesini, dışlanmasını ve
izole edilmesini gerektirir.
Sömürgeci Batılı devletlerin güdümünde olan
yönetimlerin Yahudi varlığını tanımaları bu hakikati değiştirmediği gibi, bu
işgalci varlığa meşruiyet de kazandırmaz. Bir yandan böyledir, diğer yandan
Yahudi varlığının Filistin topraklarındaki sınır tanımaz zulümleri ve acımasız
katliamları karşısında hâlâ onunla ilişkileri sürdürmek hiçbir insani değerle
de açıklanamaz. Müslüman olmayan ülkeler açısından insani, vicdani ve ahlaki
yönden bile sakıncalı olan bu durum, Müslümanların başındaki yönetimler için
ise seçenek değil, İslâmi bir sorumluluktur.
Fakat maalesef görüyoruz ki; gaddar ve hunhar
Yahudi varlığının finansal ve askerî desteği başta ABD olmak üzere Batılı kâfir
devletler tarafından karşılanırken, neredeyse tüm lojistik, hammadde ve nihai
ürün tedariki halkı Müslüman ülkeler tarafından karşılanmaktadır. Örneğin;
Hayfa limanına giden gemilerin yarısından fazlası Mısır ve Türkiye’den yük
taşıyan gemilerdir. Yine Yahudi varlığının özellikle savunma sanayiinde
kullanılan çeliğin önemli bir kısmını Türkiye’den ithal ettiği, petrolün büyük
kısmının Ceyhan limanından gönderilen Azerbaycan ve Kazakistan petrolü olduğu
bilinmektedir.
Ayrıca barış, ateşkes ve arabuluculuk adı
altında gizli ve açıktan yoğun bir diplomasi faaliyeti yürütülmektedir. Yahudi
varlığına sunulan bu kesintisiz destek, şer’an haram, siyaseten tehlikeli ve
vicdanen gayri ahlakidir. Daha da ötesi Yahudi varlığının işlediği hunharca
cürümlere suç ortaklığıdır. Bugün Gazze’de akan kan, sadece faili olan katil Siyonistlerin
değil, onlarla ilişkilerini sürdüren tüm devletlerin ve yöneticilerin
ellerindedir. Bu durumda Yahudi varlığı ile tüm diplomatik ilişkiler kesilmeli,
diplomatik temsilcilikleri kapatılmalı, personeli sınır dışı edilmelidir.
Türkiye’nin büyükelçisi de “istişare amaçlı” değil, kalıcı olarak çağrılmalı,
ateşkes görüşmeleri, arabuluculuk gibi işgalci “İsrail”i meşrulaştıracak hiçbir
girişime başvurulmamalıdır.
4 • Normalleşme Projesi, Yahudi Varlığı İçin Meşruiyet, Filistin İçin İhanettir
Türkiye’nin siyasi tarihinde iktidarlar
değişse de “İsrail” ile olan ilişkiler hiç değişmemiştir. Kurulduğunda o
gayrimeşru ülkeyi ilk tanıyan ülkelerden biri de Türkiye olmuştur. Hatta halkı Müslüman
olarak tanıyan ilk ülke Türkiye’dir. AK Parti döneminde yaşanan “İsrail” saldırıları
ve “One minute olayı” sonrasında ilişkiler gerginleşmiş ise de kopma noktasına
hiçbir zaman gelmemiştir. Türkiye göstermelik olarak “İsrail”i “terör” ile
suçlarken, Yahudi varlığı, Türkiye nefretini dışa vurmaktan çekinmemiş, Ağustos
2020’de MOSSAD’ın şefi Yossi Cohen, Suudi, Mısırlı ve Birleşik Arap
Emirlikleri’ndeki mevkidaşlarına yaptığı açıklamada, Türkiye’yi, açıkça “bölge
barışı için yeni bir tehdit” olarak tanımlamıştır. Yine 2020 yılındaki
Azeri-Ermeni çatışması sırasında Yahudi varlığının Savunma Bakanı Benny Gantz,
Türkiye’yi “terörizm ve istikrarı bozmakla” suçlamıştır. Bu karşılıklı
açıklamalar, iki ülke arasındaki bağları koparmamış, Temmuz 2021’de Cumhurbaşkanı
Erdoğan yeni seçilen “İsrail Cumhurbaşkanı” Herzog’a tebrik telefonu açmış,
onun da 2022 yılı Mart ayında Türkiye ziyaretiyle ilişkiler tekrar
normalleştirilerek karşılıklı büyükelçi atamaları yapılmıştır.
“Normalleşme” kavramı, gayrimeşru işgalci bir
varlık olan “İsrail”in meşruiyeti ve var olma hakkı kabul edilerek onunla
ilişkilerin normal hale getirilmesini ifade eder. Oysa “İsrail” meşru bir
devlet değildir. O olsa olsa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın deyimiyle işgalci bir
terör örgütüdür. Normalleşme ise meşru iki devlet arasında olur.
Hiçbir hakkı ve meşruiyeti olmadığı, yaklaşık
bir asırdır Filistin halkına kan kusturduğu, Müslümanların mukaddesatını
ayaklar altına alarak işgalci ve yayılmacı politikasını sürdürdüğü halde,
Yahudi varlığının bu şekilde tanınması, meşruiyetinin kabul edilmesi ve
ilişkilerin normalleştirilmesi Filistin davasına apaçık ihanettir. Filistin
halkının yüzüstü bırakılmasıdır. Yahudi varlığı ile normalleşen devletlerin
imzaladığı barış anlaşmalarının gerçekte Müslüman halklar nezdinde paçavradan
farkı yoktur, hiçbir değeri haiz değildir.
5 • “İsrail”e
Yönelik Tüm Saldırılar, Yurt Savunması, Meşru Müdafaa ve Şer’an Cihattır
Toprakları işgal edilen, evleri ellerinden
alınan, yurtlarından kovulan ve evlatları acımasızca katledilen Filistin halkı
devletsiz, ordusuz, silahsız ve savunmasız bir halktır. İntifada döneminin
sembolü haline gelen şeyi hepimiz biliyoruz, Filistin halkı silaha karşı sapan
taşı ile savaş vermiştir. Çünkü başka hiçbir gücü yoktur. Kudüs ve Batı Şeria
halen bu durumdadır. Hukuken ve şer’an, düşmanın işgaline ve saldırısına karşı
direnmek ise meşrudur ve haktır. İslâm, yalnızca Müslümanların değil tüm
insanların can, mal, akıl, nesil, namus ve haysiyetini güvence altına almış,
bunlara yönelik saldırılara karşı koymayı meşru saymıştır. Hukuken de meşru
müdafaa kapsamındadır. Dolayısıyla Gazze’deki mücahitlerin 7 Ekim’de Yahudi
varlığına karşı başlattıkları saldırı, terör eylemi değil, şer’an meşru bir
cihattır.
“Terör” yaftasına gelince… Terör, Batılı
devletlerin kendi maslahatlarına aykırı gördükleri her şiddet eylemini tanımlamak
için ortaya attıkları bir safsatadır. Batılı ülkelerde meydana gelen şiddet
olayları, katliamlar veya saldırılar, Müslüman olmayanlar tarafından
yapıldığında “suç” ve “cinayet” olarak tanımlanırken Müslümanlar tarafından
yapıldığında “terör” olarak tanımlanmaktadır. “Özgürlük savaşçıları” ile “terör
örgütü” arasındaki tek fark Batı’nın maslahatlarıdır. Maslahatlarıyla örtüşene
“Özgürlük savaşçısı” maslahatlarıyla çelişene “terör örgütü” yakıştırması
yapılmaktadır.
Toprakları işgal edilmiş Filistin halkının
işgale karşı direnmesi işgalciye taş atması, onu toprağından çıkarmak için
savaşacak örgütler oluşturması, savaş için maddi hazırlıklar yapması ve
saldırılar gerçekleştirmesi hatta sokak gösterileri bile Yahudi varlığı ve Batı
dünyası tarafından “terör” olarak tanımlanmaktadır. Böylece Filistin halkı,
katledilmeleri ve yok edilmeleri gereken meşru hedefler haline getirilmektedir.
Son günlerde yayınlanan birçok videoda Yahudi politikacıların Gazze’nin tamamen
yok edilmesinden, Gazzelilerin hepsinin öldürülmesinden hatta nükleer bomba
atılabileceğinden söz ettikleri görülmektedir. Bu iğrenç yaklaşım ve nefretin
ardında işte bu “terör” yaftası yatmaktadır.
Tekrar ediyoruz; Filistin İslâm toprağıdır ve
Müslümanların ortak değeridir. Oradaki işgalci Yahudi varlığına, ordusuna ve
eli silahlı fanatik yerleşimcilerine yönelik her türlü saldırı, meşru
müdafaadır, yurt savunmasıdır, cihattır. Bunu “terör” olarak yaftalamak
kimsenin haddine değildir. Bilakis asıl terörist, o topraklarda ilk kez terör
örgütlerini kurarak Filistin köylerini boşaltıp kendilerine devlet kurmaya çalışan,
kurduktan sonra da her türlü katliamı, cinayeti ve orantısız devlet terörünü on
yıllarca işleyen Yahudi varlığıdır.
6 • Gazze veya
Batı Şeria’yı Boşaltmaya Çalışmak, Yahudi Varlığının İşgalci ve Yayılmacı
Politikasına Hizmettir
Gasıp Yahudi varlığı “İsrail”, Gazze’de
sivillere yönelik katliamlarını artırdıkça insani trajedi görüntüleri
artmaktadır. “İsrail”, Gazze halkını katletmekle kalmayıp elektrik, su, gıda ve
ısınma gibi en temel haklardan mahrum ederek insanlık suçu işlemeye devam
etmektedir. Bu vahşet tablosunun, özellikle de kadın ve çocukların ölüm
haberlerinin dünya kamuoyunda infial oluşturması nedeniyle çözüm olarak
Gazze’deki sivil halkın tahliyesi gündeme getirilmektedir.
Yaralıların tedavisi, sivillerin korunması gibi
-sözde- gerekçelerle öne sürülen bu yaklaşım, son günlerde Türkiye’de de
konuşulmaya başladı. Her ne kadar şimdilik sadece medya kanallarında
dillendirilmiş olsa da ABD Dışişleri Bakanı Blinken’ın bölgedeki ziyaretlerinden
sonra kapalı kapılar ardında Gazze’nin tahliye planının konuşulduğu
anlaşılmaktadır.
Gerçek şu ki; hangi gerekçeyle olursa olsun,
Gazze’yi ve Batı Şeria’yı boşaltmaya çalışmak, Yahudi varlığının işgalci ve
yayılmacı politikasına hizmet etmektir. Zira gaspçı varlık, 1948’den beri yaşanan
her savaş sonrasında ABD, Batılı ülkeler ve İslâm beldelerindeki yönetimlerin
desteği ile zorunlu göç politikalarını dayatarak Filistin topraklarındaki
işgalini genişletmiştir.
Aksa Tufanı Harekâtı’nın hemen sonrasında
katil Netanyahu, Ortadoğu haritasını değiştireceklerini söylemiş ve Gazze
halkının katliamdan kurtulmaları için kuzeyden güneye gitmelerini istemiştir.
Birçok Yahudi yetkili de “İsrail”in güvenliği için Gazze halkının Mısır’ın Sina
çöllerine, Batı Şeria ve Kudüs’teki Filistinlilerin ise Ürdün’e sürülmeleri
gerektiğini açıkça ifade etmişlerdir. “İsrail” hâlihazırda Gazze’ye yönelik
sürdürdüğü katliamlarında bu politikasını sürdürmektedir.
Dolayısıyla Gazze’nin ve beraberinde Batı
Şeria’nın boşaltılması planı, Müslümanlar açısından Filistin davasına ihanettir
ve asla kabul edilemez. Zira hiç kimse o toprakların asıl sahibi olan
Müslümanlar adına “İsrail” ve ABD ile pazarlık masasına oturma hakkına sahip
değildir. Filistin’in her karışı İslâm toprağıdır ve kıyamete kadar öyle
kalacaktır.
7 • İki Devletli
Çözüm, Garantörlük ve Diğer “Barış” Girişimleri Amerikan Planlarıdır
İki devletli çözüm, esasen uluslararası örfe
göre kabul edilemez bir durumdur. Zira İngiliz işgalinden önce bugünkü Filistin
toprakları Osmanlı Hilâfeti’ne aitti. Aşiret liderlerine devlet bahşeden
İngiltere, Filistin topraklarında henüz bağımsız bir devlet kurulacak şartlar
oluşmadığı gerekçesiyle manda yönetimini devam ettirmiştir. Vesayet yönetiminin
başladığı tarihte 56 bin olan Yahudi nüfusu 1946 yılında 604 bine ulaşmıştır.
İngiltere için şartlar oluştuğunda konuyu Birleşmiş Milletler’e havale etmiş,
BM Genel Kurulu’nun 181 Sayılı Kararı Filistin bölgesinde bir “Arap devleti” ve
bir “Yahudi devleti” kurulmasını öngörmüştür.
Görüldüğü üzere; “iki devletli çözüm” aslında yaşanan
çatışmaları ve kargaşayı “İsrail”in kurulmasıyla çözüme kavuşturmayı
planlamıştır. BM 181 Sayılı Kararıyla “İsrail” kurulurken öngörülen Arap
devleti hiçbir zaman kurulmamış, “İsrail”, Filistinlilerin topraklarını gasp
ederek genişlemeye devam etmiştir.
Amerika’nın ve Amerikan uşaklarının
savunuculuğunu yaptığı “iki devletli çözüm” ise tam bir garabettir. Filistin
toprakları; Batı Şeria, Kudüs ve Gazze şeklinde parçalanmışken, Gazze adeta bir
açık hava hapishanesine çevrilmişken, Kudüs, “Doğu” ve “Batı” diye ikiye
bölünmüşken, Batı Şeria işgal altındayken, üstelik bu bölgeler coğrafi olarak
birbirleriyle bağlantısızken hangi Filistin devletinden söz edilebilir?
“Filistin Yönetimi” adı verilen ucube
iktidarın, Filistin halkını temsil etmediği 7 Ekim’de başlayan olaylarla bir
kez daha ortaya çıkmıştır. Temsiliyeti belirsiz, sınırları belirsiz, şehirleri
belirsiz, güvenliği belirsiz, ekonomisi belirsiz bir devlet nasıl mümkün
olabilir? Üstelik Siyonist Yahudi varlığının “arz-ı mevud” ve “büyük İsrail” gibi
emelleri, bugünkü sınırlara bile rıza göstermeyeceğini, Mısır’dan Türkiye’ye
uzanan geniş bir coğrafyayı ele geçirmeyi amaçladığını açıkça göstermektedir.
Dolayısıyla “iki devletli çözüm” söylemi, dünden bugüne koca bir yalandan ve
aldatmacadan başka bir şey değildir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ileri sürdüğü
“garantörlük” kavramı da kelimenin tam anlamıyla “boş laf”tır. Ne Yahudi
varlığı ne de hamileri olan Batılı kâfirler, böyle bir şeyi kabul etmiştir.
Üstelik Türkiye’nin Yahudi varlığı ile ilişkilerini tüm hızıyla sürdürürken,
Yahudi varlığını ticari, ekonomik, hatta askerî manada beslemeye devam ederken,
Filistin davasına sahip çıkıyormuş gibi görünmek için öne sürdüğü bu söylem,
gerçeklikten uzak, içi boş, hayali bir söylemdir.
8 • “İsrail”
Sorunu, Kurulmasını Sağlayan Birleşmiş Milletlere Başvurarak Asla Çözülemez
“İsrail” sorununu icat eden ve kökleştiren,
Birleşmiş Milletlerin ta kendisidir. 1947 yılında İngilizlerin talebi üzerine
BM Genel Kurulu, Filistin Özel Komitesi’ni kurmuş, ardından Filistin Paylaşım
Planı’nı ileri sürmüştür. Yahudi varlığı 1948 yılında bu plan temelinde
kurulmuştur. Birleşmiş Milletler, gayrimeşru Yahudi varlığının kuruluşunu
anında tanıyarak ona meşruiyet vermeye çalışmıştır. Ajan Arap rejimlerin Yahudi
varlığına göstermelik bir savaş başlatmasının ardından bu defa güya
arabuluculuk girişimine soyunmuş, bu sözde arabuluculuk girişimleri, on yıllar
boyunca hiçbir netice yahut fayda ortaya koymaksızın gündeme getirilmiştir.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bugüne kadar Yahudi varlığı hakkında 100’e
yakın karar aldığı halde Yahudi varlığı bunların hiçbirini umursamamış ve
uygulamamıştır. Nitekim BM, 1967 Savaşı’ndan hemen sonra 22 Kasım 1967’de oy
birliğiyle aldığı 237 Sayılı Kararda; “savaş yolu ile ülke kazanımı”nın kabul
edilemez olduğu ve “en son çatışmalarda İsrail’in işgal ettiği topraklardan
geri çekilmesi” gerektiği ifade edilmiş ama hiçbir zaman uygulanmamıştır.
BM’nin “İsrail” ile alakalı aldığı ve uygulanan tek kararı, “İsrail Devleti”nin
kuruluş kararıdır.
Birleşmiş Milletler, sömürgeci devletlerin
sömürü araçlarından biridir. Sadece beş devletin veto hakkı olduğu bir oluşumda
diğer devletlerin varlığı anlamını yitirmektedir. Halkı Müslüman ülkelerin bu
teşkilatta hiçbir etkisi ve ağırlığı yoktur. BM, bugüne kadar Müslümanların
lehine hiçbir karar almamış ve uygulamamıştır. Bosna’da yaşanan soykırıma
BM’nin desteği, göz yumuşu hafızalardan silinmemiştir. Hakeza Afganistan ve
Irak’ın işgalinde 1 milyon Müslümanın katledilmesinde BM kararları önemli rol
oynamıştır.
Birleşmiş Milletler neyse Arap Birliği, İslâm
İşbirliği Teşkilatı gibi bölgesel örgütlenmeler, devletlerarasında düzenlenen
zirveler, toplantılar, mekik diplomasileri ve telefon trafikleri de aynı
sömürgecilik çarkının parçaları, aynı oyalama taktiklerinin devamıdır. Bunlara
üye devletler Batı’nın iş birlikçileri ve Yahudi varlığının gizliden ya da
açıktan destekçileridir. Dolayısıyla “İsrail” sorunu ve işlediği insanlık
suçları karşısında Birleşmiş Milletlere başvurmak, Genel Kurul’dan veya
Güvenlik Konseyinden karar çıkarmaya çalışmak beyhude olmanın ötesinde,
halkların öfkesini yatıştırmak ve iktidarları yardımsever göstermek için
kullanılan timsah gözyaşlarıdır. Askerî, siyasi, ekonomik ve diplomatik güç ve
imkânlarıyla harekete geçmek yerine Birleşmiş Milletlere başvurmak,
uluslararası toplumu harekete geçmeye çağırmak ve kınama açıklamaları yapmak,
bilhassa halkı Müslüman olan ülkelerin başına musallat olmuş iktidarların
istismar edebilecekleri argümanlardan ibarettir. Siyaseten işlevsiz, şer’an
haramdır!
9 • Yahudi
Varlığının Saldırganlığını ve Vahşetini Durdurmanın Tek Yolu Müslüman Orduları
Harekete Geçirmektir
İfade ettiğimiz gibi; tam 75 yıldır çözüm
adına -sözde- adımlar atılmış ve birçok diplomatik faaliyet yürütülmüştür.
Ancak bunların hiçbirisi Yahudi varlığının katliam ve saldırılarını
durduramamıştır. Aksine bu -sözde- adımlar, Yahudi varlığını daha da
cesaretlendirmiş ve küstahlaştırmıştır. Ne yaparsa yapsın ve hangi katliamları
işlerse işlesin, yaptığının yanına kâr kalacağını, sadece kınanacağını ve
ardından barış görüşmeleri ve kurulan ihanet masalarında “normalleşme” adımları
atılacağını çok iyi bilmektedir. Bir aydan fazladır süren son saldırılar ve
çocuk, kadın, yaşlı, hasta ayırt etmeden bir halkı soykırıma uğratma
hamlelerinin ardındaki dürtü budur!
Oysa güce karşı güç ve orduya karşı ordu ile
karşı konulmadıkça bu vahşetin durmayacağını herkes bilmektedir. Ama nedense bu
hakikatin üstü ısrarla örtülmeye çalışılmaktadır. Zelil bir şekilde başta ABD
olmak üzere Batılı kâfir devletlerden ve Birleşmiş Milletler gibi
aparatlarından medet umulmaktadır. Nitekim Türkiye’den ayrılırken Blinken şöyle
demiştir: “Her gittiğim yerde aynı şeyi duydum. Tüm bu konularda ABD’nin
liderliğinin alternatifi bulunmuyor. Ülkeler bize bakıyor. Bir şeyler yapmamızı
bekliyor!”
Müslümanların başındaki yöneticilerde biraz
cesaret kırıntısı olsaydı, her türlü imkân ve donanıma sahip, Müslümanların
evlatlarından oluşan ordular harekete geçirilseydi şimdi kardeşlerimizin
çırpınışını değil, yeryüzünün en korkak milleti olan Yahudi varlığının
çırpınışını izliyor olurduk. Bütün ailesi katledilmiş anne ve babaların
feryatlarını değil, Siyonist başı Netenyahu’nun merhamet dilenmesini işitiyor
olurduk.
İşte bunun için ilk günden itibaren
yöneticilere seslendik ve “Ordularınızı harekete geçirin!” dedik. Zira
işgalci Yahudi varlığını başka hiçbir şey durduramaz ve onlar sadece güçten
anlar. 7 Ekim’den bu yana meydanlara toplanan milyonlarca insan “Ordular Aksa’ya!”
ve “Mehmetçik Gazze’ye!” diye haykırmaktadır. Zira atılması gereken tek adım ve
konuşulması gereken tek çözüm budur!
Hem tarihî süreç hem yaşanan acı vakıa hem de
şer’i hakikatler apaçık ortadadır. Müslüman bir belde işgal edilirse ya da
saldırı ve katliamlara maruz kalırsa, oranın halkı da zulmü def edemezse orduların
toplanıp hareket ettirilmesi ve işgal altındaki beldeye yönlendirilmesi şer’an
farzdır.
[وَمَا
لَكُمْ لَا تُقَاتِلُونَ ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِ وَالْمُسْتَضْعَف۪ينَ مِنَ الرِّجَالِ
وَالنِّسَٓاءِ وَالْوِلْدَانِ الَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَٓا اَخْرِجْنَا مِنْ هٰذِهِ
الْقَرْيَةِ الظَّالِمِ اَهْلُهَاۚ وَاجْعَلْ لَنَا مِنْ لَدُنْكَ وَلِيًّاۚ وَاجْعَلْ
لَنَا مِنْ لَدُنْكَ نَص۪يرًاۜ] “Size ne oldu da Allah
yolunda ve «Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu beldeden kurtar, bize
tarafından bir sahip (bir lider) gönder ve bize katından bir nusret ver!» diyen
zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!” [Nisa
Suresi 75]
Dünya Müslüman Âlimler Birliği bu farzı ortaya
koymuş ve orduların harekete geçirilmesi için fetva vermiş, ordularını harekete
geçirmeyen yöneticilerin “Allah’a ve Rasulü’ne ihanet içinde olacağını”
söylemiştir.
İmkânı ve gücü olduğu halde bu mezalime engel
olmak adına harekete geçmeyen İslâm ülkelerinin yöneticileri ve komutanları
büyük vebalin altındadır.
10 • “İsrail”
Sorununun Köklü Çözümü, Ümmetin Vahdetini Sağlayacak Râşidî Hilâfet’in Yeniden
Kurulmasıdır
3 Mart 1924’te Hilâfet yıkılınca İslâm ümmeti
paramparça edildi. Topraklar arasına suni sınırlar çizildi ve ulus devletlere
bölündü. Bazı beldelerde laik rejimler, bazı beldelerde krallık ve
diktatörlükler, bazı beldelerde ise manda yönetimleri Müslüman haklar üzerinde
egemen oldu. Milliyetçilik ve vatancılık duyguları köpürtülerek ümmet şuuru
dağıtılmaya çalışıldı. Ümmetin vahdeti ve birliği kayboldu. Milli çıkarlar, İslâmi
hükümlerin yerini aldı. “Böl ve yönet” planı başarıya ulaştı. Filistin gibi
fiilî olarak işgal edilen beldelerdeki sorunlar, kâfirlerin kurduğu masalarda
konuşulmaya başlandı.
Hilâfet’in yıkılması ile ortaya çıkan
parçalanmışlık, bugün işgalci “İsrail” sorunu karşısında koskoca bir ümmetin
elini kolunu bağlayan bir durumdur. Zira Filistin’in işgalden kurtarılması
uğrunda yapılacak cihat, İslâmi orduların Yahudilerle savaşmasını ve
Filistin’den köklerinin kazınmasını gerektiren şer’i bir hükümdür. Müslümanlar,
bu hükmü yerine getirecek ve “İsrail” sorununu ortadan kaldıracak yeterli güç
ve birikime de sahiptir. İslâm ümmetinin donanımlı orduları, yeterli silahları,
şehadet ve cihat arzusu ile yanıp tutuşan milyonlarca mümin askeri, gençleri
vardır. Askerî güç ve donanım olarak hiçbir eksiği yoktur. Tek sorun, bu
ordulara harekete geçme emri verecek liderliğin olmamasıdır. Mevcut
liderliklerin böyle bir emir vermesi de mümkün görünmemektedir.
Öyleyse hem vakıa hem de şer’i hüküm gereği
yapılması gereken, bu yöneticileri değiştirmek ve yerine Yahudi varlığının
kökünü kazımak için orduları harekete geçirecek raşit bir halifeyi
naspetmektir. Zira Hilâfet, ümmetin bütünleşmesi, aralarındaki suni sınırların
kaldırılması demektir. Bu ise muazzam bir devletin yükselişi anlamına
gelecektir! Dolayısıyla Hilâfet, siyasi, ekonomik ve askerî açıdan “süper güç”
mesabesinde olacaktır.
Bölünmüş, parçalanmış İslâm ümmetinin
vahdetini sağlayacak ve yeniden Müslümanları tek bir çatı altında toplayacak
yönetim sistemidir, Râşidî Hilâfet! Müslümanların kanlarına, canlarına ve
ırzlarına değer veren, okyanus ötesinden mazlumların yardım çığlıklarına icabet
ederek orduları seferber edecek tek liderliktir, Râşidî Hilâfet!
Allah’ın vaat ettiği ve Rasulü’nün müjdelediği
tek yönetimdir, Râşidî Hilâfet!
[وَعَدَ
اللّٰهُ الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا مِنْكُمْ وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَيَسْتَخْلِفَنَّهُمْ
فِي الْاَرْضِ كَمَا اسْتَخْلَفَ الَّذ۪ينَ مِنْ قَبْلِهِمْۖ وَلَيُمَكِّنَنَّ لَهُمْ
د۪ينَهُمُ الَّذِي ارْتَضٰى لَهُمْ وَلَيُبَدِّلَنَّهُمْ مِنْ بَعْدِ خَوْفِهِمْ اَمْنًاۜ] “Allah, içinizden iman edenlere ve
salih amellerde bulunanlara vadetmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl
halifeler kıldıysa onları da yeryüzünde halifeler kılacak, kendileri için razı
olduğu dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir.” [Nur Suresi 55]
[تَكُونُ
النُّبُوَّةُ فِيكُمْ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ
أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ فَتَكُونُ
مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَرْفَعَهَا
ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا عَاضًّا فَيَكُونُ مَا شَاءَ اللَّهُ أَنْ يَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا
إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ مُلْكًا جَبْرِيَّةً فَتَكُونُ مَا شَاءَ
اللَّهُ أَنْ تَكُونَ ثُمَّ يَرْفَعُهَا إِذَا شَاءَ أَنْ يَرْفَعَهَا ثُمَّ تَكُونُ
خِلَافَةً عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ ثُمَّ سَكَتَ] “‘Allah’ın olmasını dilediği kadar
aranızda nübüvvet olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu kaldıracaktır.
Sonra nübüvvet minhacı üzere (Râşidî) Hilâfet olacaktır. Böylece Allah’ın
olmasını dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da
kaldıracaktır. Sonra Isırıcı Meliklik olacaktır. Böylece Allah’ın olmasını
dilediği kadar olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde Allah onu da kaldıracaktır.
Sonra Zorba Diktatörlük olacaktır. Böylece Allah’ın olmasını dilediği kadar
olacak, sonra kaldırmayı dilediğinde onu da kaldıracaktır. Sonra (yeniden)
nübüvvet minhacı üzere (Râşidî) Hilâfet olacaktır.’ Sonra sükût etti.”
[Müsned]
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış