“Siz insanlar içinde
çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve
Allah’a iman edersiniz” (Âli İmran 110)
Bu ayete baktığımızda
şöyle bir soru geliyor akla; Bugün İslâm ümmeti nasıl insanların en hayırlısı
olabilir?
Bugün maalesef
Müslümanlar İslâm dışı zihniyetlerin etkisi ile tek bir ümmet olma özelliğini
kaybetmiş ve farklı ideolojilere sahip insanlardan ayırt edilemez hâle
gelmişlerdir. Oysa İslâm ümmeti insanların en hayırlısıdır ve Müslümanlar İslâm’ı
anlayıp yaşamakta birbirlerine daima destek olurlar. Bu konuda birçok millete
de önderlik ederler. Kâfir milletlere hiçbir zaman imrenmez, taklit etmez,
hatta onlara benzemekten de kaçarlar. İslâm ümmetinin bugün nasıl bir durumda
olduğu incelendiğinde ise, yabancı kültürün yöneticilerimizde, eğitmenlerimizde,
hocalarımızda, dolayısıyla toplumumuzda ne kadar etkili bir rol oynadığı ve
bunun için de hayırlı ümmet olma vasfını yitirdiğimiz, düşüncelerimizde,
davranışlarımızda, duygularımızda açığa çıkmaktadır.
Yeniden insanlığın en
hayırlıları olabilmek için baştan düşüncelerimizi ve duygularımızı İslâm’dan
koparmaya çalışan, aramıza fitne sokmaya çalışan bâtıl fikirleri hayatımızdan
dezenfekte etmeliyiz ki, İslâm’dan kaynaklanmayan hiçbir düşünceye
imrenmeyelim.
O düşüncelerden bir
tanesi de İslâm ümmetinin tek bir ümmet olmasına rağmen farklı renkte ve
sembollerde bayraklar benimsemiş olmalarıdır. Kendi toplumunda halkları
ırklarına göre ayıran Batı, elbette ki bu oyunu Müslümanlar üzerinde de
oynamıştır ve bu parçalanmışlıktan faydalanarak tahakkümünü kurmuştur. Bugün, İslâmî
değerleri mevcut laiklik düzene uyarlamaya çalışan sistem, İslâm ümmetini tek
bir ümmet olma özelliğinden uzaklaştırma peşindedir. Böyle adi oyunlara karşı
uyanık olan hayırlı İslâm ümmeti, İslâm’dan başka hiçbir ideolojide hayır olmadığını
ve Müslümanlara hayır getirmeyeceğini bilir. Bu konuda hatalı gördüğü kardeşlerini
kötülükten nehyetmeyi de bir sorumluluk bilir.
Her konuda olduğu gibi,
bir bayrağı benimsemeden önce de bayrağın ne olduğunu araştırmalı, yani
Allah’ın kitabına ve Rasul’ün Sünnetine başvurmalıdır.
Hayırlı ümmet olma
yolunda olan bizler Rabbimizin izin verdiği konularda ihtilaflar yaşayabiliriz.
Bu gayet normaldir. Fakat ihtilaf etmememiz gereken konular da vardır,
özellikle de aramızda fitne ve düşmanlığa sebep olan konular. İşte bu
konulardan bir tanesi de bayrak konusudur. Yani tek bir yaratıcıya inanan, tek
bir kitaba inanan, tek bir Rasul’ün ümmeti olan bu hayırlı insanların tek bir
bayrakları olmalıdır. İnsanlar içerisinden çıkarılmış bu hayırlı ümmetin şeriatın
hükümlerini ve İslâm ümmeti olma vasfını iyi yaşaması gerekiyor ki bugün mahkûm
değil, hâkim olabilsin.
Bugün dünya ve İslâm
beldelerinin yöneticileri Müslümanları nasıl tarif edeceklerini, ne gibi bir
karalama yapıp yargılayacaklarını düşünüyorlar. Oysa bir Müslümanı
ilgilendirecek olan tek şey Allah’ın ne dediğidir. Ne diyordu Rabbimiz; “Sizler
insanlar içinde çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.” Dolayısıyla İslâm’a
inanmayanların bizim hakkımızda ne söyleyeceklerinin bir önemi olmamalıdır. Hiçbir
güç bizim sınırlarımızı ırkçılıkla veya milliyetçilikle parçalayamaz. Bize
öğretilen farklı renkteki ve semboldeki bayrakların hepsi de şeriatın tasvip
etmediği bayraklardır. Çünkü bunlar milliyetçiliği çağrıştıran ve Allah
Rasulüne ait olmayan bir uygulamadır.
Bugün Müslümanların
yaşadıkları devletlere baktığımızda her birinde ayrı bir bayrak görmekteyiz.
Oysa şeriat bize tek bir devletin tebaası olmayı farz kıldığı gibi
kullanacağımız bayrağı da göstermiştir.
Rasulullah’ın Medine’de
kurduğu İslâm Devleti’nde nasıl bir bayrak belirlendi ve benimsendi, Allah’ın
izni ile en yakın zamanda kurulacak olan İslâm Devleti’nin bayrağı nasıl
olmalıdır, sorusuna cevap arayacak olursak;
Liva ve Râye lügatte alem
[العلم ] olarak geçer.
Kamus-ul Muhît’in [ رَوِيَ ] maddesinde şöyle geçti: “...Râye âlemdir ve çoğulu Râyâttır.
[رايات ]”
[ لَوِيَ ] maddesinde ise
şöyle geçti: “...Liva âlemdir, çoğulu Vuyâ’dır. [ألوية ] ”
Sonra şüphesiz Şâri
[Şeriat koyucu] bunların her birine kullanıldığı yere göre şer’î bir mânâ
verdi.
Şöyle ki; Beyaz Liva,
üzerine siyah olarak [لا إله إلا الله محمد رسول الله] La ilahe
illallah Muhammedun Rasulullah yazılı olandır. Liva ordunun emîrine veya
ordunun komutanına bağlanır. Bu onun yeri için bir alamettir. Her nereye
yerleşirse yerleşsin, bu liva ona eşlik eder.
Livanın ordunun emîrine
bağlanmasının delili şudur:
“Nebî SallAllahu Aleyhi
ve Sellem fetih günü Mekke’ye beyaz bir liva ile girdi.” [İbn-i Mâce]
Nesâi Enes’ten şöyle
rivayet etti:
“Nebî SallAllahu Aleyhi
ve Sellem Usâme İbn Zeyd’i Rumlarla savaşacak olan orduya komuta etmesi için
tayin ettiğinde, onun livasını kendi eliyle bağladı.”
Siyah Râye, üzerine
beyaz olarak [لا إله إلا الله محمد رسول الله] La ilahe
illallah Muhammedun Rasulullah yazılı olandır. Râye, (tabur, tümen ve ordunun
diğer birimleri gibi) ordu birliklerinin komutanları ile beraber bulunur.
Bunun delili, Nebî SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Hayber’de
ordunun komutanı iken söylediği şu kavlidir:
“Yarın râyeyi Allah ve
Rasulü’nü seven ve Allah ve Rasulü’nün de kendisini sevdiği bir adama
vereceğim. Böylece Ali’ye verdi.” [Muttefekun aleyh]
O zaman Ali Kerram Allahu Vechehu’ya orduda
bir taburun veya birliğin komutanı olarak itibar ediliyordu.
Keza Harîs İbn Hassan
el-Bekrî’nin hadisinde şöyle geçti:
“Medine’ye geldiğimizde
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i minber üzerinde ve Bilâl’i de Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in elleri arasında kılıcı kendi elleri arasında tuttuğunu ve siyah
râyelerin dalgalandığını gördük. Böylece bu râyelerin ne olduğunu sordum.
Dediler ki, Amr-u İbn-ul As gazveden döndü.”
Dolayısıyla “siyah
râyeler gördük” demek, orduda birçok râyeler bulunuyordu demektir. O zaman
ordunun komutanı tek kişiydi ve o Amr-u İbn-ul As idi. Bu demektir ki
tugayların ve birliklerin komutanlarının yanında râyeler vardı.
Bu nedenle liva ordunun
emîrine bağlıdır ve râyeler de ordunun kalanı, tümenleri, tugayları ve birimleri
ile birliktedir. Böylece orduda tek bir liva bulunur ama ordunun tamamında birçok
râyeler bulunur.
Öyleyse liva başkası
değil ancak ordunun emîrinin alemidir (sancağıdır) ve râyeler de askerlerle
birliktedir.
Liva ordunun emîrine
bağlanır ve onun karargâhının üzerindeki bir alemdir. Yani o ordunun emîrinin
karargâhına aittir. Fakat muârakede; muârakenin emîri -o ister bizzat ordunun
emîri olsun isterse ordu emîrinin tayin ettiği bir başkası olsun- kendisine
savaş esnasında meydanda taşıması için râye verilir. Bunun içindir ki râye,
Umm-ul Harb/savaşın anası olarak isimlendirildi. Zîra o meydanda muârakenin
komutanı tarafından taşınır.
Bu nedenle gerçekleşecek
bir savaş halinde, muârakenin komutanında tek bir râye olacaktır. Bu, o
zamanlar herkes tarafından bilinen bir meseleydi ve yükseltilmiş duran râye
muârake komutanının kuvvetliliğinin bir delîli idi. Bu da orduların
savaşlarının örflerine göre idârî bir düzenlemedir.
Daha haberi askerlere
ulaşmadan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem insanlara Zeyd’in, Câ’fer’in ve İbn Ravâha’nın şehâdetini îlan
ediyordu:
“Zeyd râyeyi aldı ve
vuruldu, sonra Ca’fer onu aldı ve o da vuruldu, sonra İbn Ravâha onu aldı ve o
da vuruldu.”
Fakat barış halinde veya
muârake sona erdiğinde, -Amr-u İbn-ul As ordusu hakkındaki Harîs İbn Hassan
el-Bekrî hadisinde geçtiği gibi- ordunun birlikleri, tümenleri, tugayları ve
diğer birimleri tarafından yükseltilmek üzere râyeler orduda dağıtılır.
İslâm’da ordunun
komutanı Halife’dir. Bunun içindir ki şer’an onun karargâhı üzerine liva
çekilir. Çünkü liva ordunun emîrine bağlıdır. Yine Halife’ye devletin müesseselerin
reisi olarak itibar edilerek daru’l Hilâfet üzerine (idari olarak) râyenin
çekilmesi de câizdir.
Devletin cihazlarına,
müesseselerine ve idarelerine gelince; bunlar üzerine -liva olmaksızın- yalnızca
râyeler çekilir. Zira liva yerinin bir alameti olarak sadece ordunun komutanına
hastır.
Evet, liva mızrağın
ucuna bağlıdır, onun üzerine sarılıdır ve orduların sayısınca ordu komutanlarına
verilir. Dolayısıyla birinci, ikinci ve üçüncü ordunun komutanlarına aittir...
Ya da Şam, Irak ve Filistin ordusunun komutanına aittir... Ya da Haleb veya
Humus veya Beyrut ordusunun komutanına aittir... Ordulara verilen isimlere göre
böylece devam eder.
Liva esasen mızrağın
ucuna sarılmalı ve gerekmedikçe açılmamalıdır. Mesela daru’l Hilâfet üzerinde
açılır, zira o önemli bir yerdir. Yine barış zamanında orduların komutanlarının
üzerinde... Fakat askerlerin komutanlarının karargâhlarının bilinmemesi gereği
gibi güvenlik şartları onun açılmamasını gerektirirse, açılmaz ve sarılı kalır.
Râye’ye gelince; o
bugünkü bayraklar gibi rüzgârın dalgalandırmasına bırakılır. Bunun için devletin
dairelerine tevdi edilir.
Benzer şekilde özel
müesseselerin ve sıradan insanların da râye taşımaları ve bilhassa bayramlar,
zaferler ve benzer münasebetlerde müesseselerine ve evlerine asmaları
mümkündür.
Sonuç olarak bizler bir
tek ümmetiz ve dolayısıyla tek bir ümmet olduğumuzu hiçbir kınayıcının
kınamasından korkmaksızın bu râyeyi yükseltmek ile yapacağız ki bu râye Hilâfet’i
sembolize etmektedir.
İslâmî hayatı yeniden
başlatmak için, İslâm ile değişim için çalışmak farzdır, üzerimizdeki en büyük
sorumluluktur ve bu insanın hükmedebildiği dairedeki amellerindendir.
Değişimin yeri ve
zamanının belirlenmesi işi, insanın hükmedebildiği dairenin dışında kalır, yani
bu konu Allah’ın elindedir. Bu yüzden ümitsizlik, pasiflik yani Allah’ın
vadettiği değişim için çalışmamak kati bir şekilde caiz değildir.
Zaferin kendisini
bekletmesi demek, bu yolda çalışanların yanlış yolda olduğu anlamına gelmez,
çünkü ancak bu konu Allah’ın iradesine bağlıdır. O, her şey için bir sünnet
belirlemiştir.
Muhakkak ki, Allah
nusretini/yardımını uyuklayan tembellere nasip etmez. Allah, bunu doğru,
imanlı, davasına sadıklara nasip eder. Gayret bizden, muvaffakiyet/zafer
Allah’tandır.
Bizler, sömürgeci
kâfirin ve avenelerinin Hilâfet kelimesini duymaya katlanamadığının, siyah olsun
beyaz olsun üzerinde La ilahe illallah Muhammedun Rasulullah yazan
bayraklarımızı görünce beyinlerinin kaynadığının farkındayız. Peki, onların
durumu Allah’ın izniyle hiç hesap etmedikleri, gelmesi çok da uzak olmayan o
günde, Hilâfet kapısını çalıp liva ve rayelerini göklerde dalgalandıran İslâm
ordusunu karşısında gördüğünde nasıl olacak acaba?
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış