بِسْمِ اللَّـهِ
الرَّحْمَـٰنِ الرَّحِيمِ
Es-Selamu Aleykum
Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz.
İnşaAllah İstanbul’da akdedilen Hilâfet Sempozyumu hayırlara vesile olur. Bana
burada tevdi edilen konu “3 Mart 1924 sonrası Müslümanların Durumu ve İkinci
Hilâfet” ben bunu bir tebliğ suretinde yazmıştım fakat uzun olduğu için
irticalen sizlerle görüşlerimi paylaşmaya çalışacağım. Allah hayırlara vesile
kılsın.
Öncelikli olarak İslâm dünyası,
1400 yıllık tarihi seyr-u seferi sırasında iki tane fetret dönemi ile karşı
karşıya kalıyor. Biz şimdi ikinci fetret döneminin sonundayız. Bu fetret
döneminin sonu da tekrar ‘El Hilafe Ala minhacun nübüvveh’ denildiği
gibi inşaAllah bir kez daha yeniden Hilâfet ile taçlanır. Çünkü 1400 yıllık
süre içerisinde birikmiş birçok problem var. Bu problemlerin hallu faslı
özellikle içerisinde yaşadığımız dönemde dediğimiz gibi Müslümanların
sisteminin tekrar hayata geçirilmesiyle mümkündür.
İki tane fetret döneminden
bahsetmiştim. 1400 yıllık İslâm tarihi yaklaşık olarak 10 yüz yıl boyunca
Müslümanların zaferleriyle taçlanmıştır. 400 yıllık iki dönemlik bir fetret
döneminden bahsetmemiz mümkün. Hepimizin bildiği gibi birinci fetret haçlılarla
ve Moğollarla yoluna devam eden 200 yıllık bir süreçti. Bu süreçte Kudüs
kaybedilmişti. Nüreddin Zengi ve Selahattin Eyyubi nesliyle birlikte tekrar
Müslümanların kayıp minaresi, kayıp şehri veya Kudüs Peygamberler şehri geri
alınmıştı, istirdat edilmişti. Hepimizin bildiği gibi biz ikinci devresini
yaşıyoruz bugün. Ne zaman başladı bu, 1800’lü yıllardan itibaren başladı.
Fransız Devrimi ve akabinde Mısır’a yapılan Napolyon hamlesi ve Osmanlı Devleti
içinde reformlarla birlikte 1808-1826 süreciyle birlikte ikinci fetret dönemi
başlamıştır. İkinci fetret döneminin birinci dönemi Osmanlıların yıkılmasıyla
sona ermiştir. İkinci dönemi de Osmanlı’nın yıkılmasıyla başlamıştır. Bugünlere
kadar geliyor. 200 yıllık bir süreyi kapsamaktadır. Bununla ilgili Vahididdün
Han’ın bir kitabı var. El-İslâm Fil Asrıl Hadis (Modern Çağda İslâm) diye.
Modern Çağda İslâm kitabında bazı hadislere dayanılarak İslâm’ın yenilenmesinin
200 yıllık bir süreci kapsayacağı ifade ediliyor. Biz inşaAllah sonunda
olduğumuzu umut ediyoruz.
Ama şunu söyleyelim son dönemlerde
özellikle İslâm dünyasını derinden sarsan dört tane olay var. Bu olayları
icmalen arz etmek istiyorum. Bunlardan bir tanesi arkadaşların da dediği gibi
Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yıkılmasıdır. Aslında Abbasilerin
yıkılmasına Nekbetü’l İslâm (İslâm’ın felaketi) diyorlardı. Osmanlıların
yıkılmasına da Nekbetül Ümme (ümmetin yıkılması, felaketi) denilebilir.
Biliyorsunuz Filistinlilerin bir deyimi var. “Nekbe” felaket anlamına geliyor.
Gerçekten günümüzde “felaketlerin anası” Osmanlıların yıkılmasıyla başlamıştır.
Konu, Abdulkadir Muhammed El Hayr’ın Nekbetü’ml Ümmeti’l Arabiyye
Bisukuti’l Hilâfeti’l Osmaniyye kitabında etraflıca ele alınmıştır. (http://www.alkutubcafe.com/book/71tlms.html)
Hepimiz biliyoruz bunu. İkinci
kademede bunu pekiştiren husus “İsrail” devletinin kurulmasıydı. Zaten Osmanlı
Devleti yıkılmasaydı “İsrail” devleti kurulamazdı. Üçüncüsü, maalesef ümmet
içinde kutuplaşmayı ve karışıklığı artıran, enerjisini heder eden İran
Devrimi’dir. Dördüncüsü Amerikan müdahaleleridir. Osmanlı’nın yıkılmasıyla
neler kaybettik, bunu Muhammed el-Behiy şöyle hülasa
ediyor; “Ortak davamız bitti.” Peki, nedir ortak davamız? Özellikle
de Filistin meselesi. Osmanlı’nın yıkılmasıyla birlikte Müslümanların iki
yakası açıldı. İki yakasından kasıt nedir? Türkler ve Arapların birbirinden
kopması... Churchill’in bu arada bir vasiyeti var; “Mutlaka Araplar ile
Türkleri bir araya getirmeyin, İngiltere’nin en önemli çıkarı Araplarla
Türklerin bir araya gelmemesidir.” diyor. Dolayısıyla Hilâfetin
yıkılmasıyla birlikte Araplar ile gayri Arapların aralarındaki münasebet
kesilmiş, kopmuştur. Peki Araplar arasında münasebetler sağlıklı bir şekilde
devam etmiş midir? Hayır. Şerif Hüseyin’e veya Faysal’a verilen sözler
unutulmuştur. Araplara verilen sözler tutulmamıştır. 20 küsur devletten oluşan
Arap dünyası bugün bir ulus devleti mi temsil ediyor? Hayır. Kesinlikle
etmiyor. Arap dünyası ulus devlet olsa bir tane Arap devleti olması lazım…
Dolayısıyla bunlar ulus devlet değil! Toprağa dayalı, coğrafyaya dayalı
“kutur/bölgesel” devletlerdir. Arapların ifadesiyle gerçekten öyledir. Araplara
verilen Hilâfet sözü çiğnendiği gibi aynı zamanda bir Arap ulusunu temsil eden
bir devlet formülü de hayata geçirilmemiştir. Çünkü Arapların bir olması bile
Batılılar için tehlikelidir. Yoksa nasıl sömürecekler? Dolayısıyla böyle bir
noktadayız. Maalesef onca Arap devleti de sadra şifa olmamıştır. Fehmi
Şinnavi’nin ifadesiyle ulus devlet seviyesine bile erişmeyen Arap
devletlerinin birbirlerinin vatandaşlarına karşı tutumu,
davranışı onları fişlemek ve emdiği sütü burnundan getirmek
suretinde olmuştur.
Müslümanların durumunu en iyi
özetleyen kitaplardan bir tanesi Brezenski’nin Out of Control kitabıdır. 1990’lı
yıllar da dünyayı altı bloğa ayırıyor. Hepsinin başı var. Rusya, Slavların,
Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ile Meksika bloğunun lideri. Avrupa
Birliği; her ne kadar siyasi yönü gelişmemiş olsa da tekevvün halinde bir yapı.
Bunun dışında gayrimüslim olarak beş tane blok oluşum var. Ama İslâm dünyasına
baktığınız zaman “Out of Control” kitabında şunu söylüyor; “Başsız tek dünya
İslâm dünyası, başı bir tarafta organları bir tarafta.” İşte bu ne zaman
oldu; Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasıyla oldu. Osmanlı İmparatorluğu
yıkılmadan evvel de tabii bünye zayıflamaya başlamıştı. Bugün İslâm dünyasında
tartışılan hususlardan bir tanesi “vatandaşlık meselesi”dir. Vatandaşlık
meselesini bugün İslâmî kesimler de tartışıyor. Vatandaşlık meselesi İslâm’ı
sekülerize etmenin yollarından birisidir. Osmanlı Devleti bir vakıa, ideal,
olurdu olmazdı. Fakat siz Osmanlı milleti dediğiniz zaman İslâm milletine
alternatif olarak sekülerleşme süreci başlamıştır. Osmanlı Devleti olur ama
milleti olmaz. Bu bir özentidir. İdealin yerine vakıayı koyduğunuzda
sekülerleştirme sürecini başlatmış olursunuz. Milleti sekülerleştirirsiniz.
Çünkü tek bir millet var. Müslümanlar olarak “İslâm milleti” ama onun dışında devletler
olabilir. Zaman zaman vakıa gereği bu devleti, idealin yerine koyduğunuzda,
realiteyi idealin mevkiine çıkarttığınızda değerlerde bir aşınma ve sapma söz
konusu olur. Onun için değerleri yerli yerine koymamız lazım. Günümüzün en
önemli felaketlerinden bir tanesi İslâm dünyasına yönelik olarak Amerikan
müdahaleleridir. Bu müdahale sonra Rusların müdahalelerini de beraberinde
getirdi. Hepimiz görüyoruz. Bugün Suriye, bütün dünyanın müdahale ettiği
Müslümanların da aciz kaldığı bir yer. Hâlbuki Müslümanlar birlik ve beraberlik
içinde olsa öyle olur mu?
Muhammed Behi ile devam edecek
olursak şunu söylüyor; “Araplar ile gayri Araplar, Hilâfet’in yıkılmasıyla
birlikte ayrıldı. Ortak dava ortada kaldı.” Neydi bu ortak dava? Ortak dava
Kudüs davası... Mihver dava gerçekten ortada kaldı. Şunu söylüyor; “Osmanlı’nın
yıkılmasıyla birlikte oluşan ulus devletlerin hepsinin çıkarları farklı,
korkuları farklı.” Dolayısıyla bu korkular, bu çıkarlar bir araya
gelemiyor. Bir araya gelmedikçe de Müslümanların nabzı bir yerde atmıyor.
Neresi burası? Kudüs’tür, Irak’tır, Suriye’nin işgalidir vs. Dolayısıyla ortak
bir sisteme hakikaten ihtiyacımız var. Hilâfet bu anlamda mevcut dünya düzenine
alternatiftir. Müslümanların küresel sistemde var olma mücadelesi ve
iddiasıdır. 1990’lı yıllarda 2000’li yıllarda Irak işgal edilirken Dick Cheney
sürekli olarak neden bahsediyordu? Diyordu ki; “Küresel bir Hilâfet
tehlikesi var.” İslâm dünyasının Batı yakasından başlayıp, Endonezya’ya
kadar giden yay hattında, çizgide yer alan kuşağı, Hilâfet kuşağı olarak
değerlendiriyordu ki bu doğrudur. Soğuk savaş sırasında, sıcak savaşın
tohumları atılmıştı. Bu tohumları atanlardan birisi olan Richard Nixon tezini
“Nasr’un Bila Harb” savaşsız zafer kitabında ortaya koymuştur. İslâm
dünyasına karşı bu asimetrik savaşın ipuçları o kitapta yer
alıyor. Diyor ki; “Sovyetler Birliğinden sonra (Soğuk Savaşı
kazanmalarından sonra) bizim karşımıza çıkacak en büyük tehlike İslâm
kütlesidir. Bu Kazablanka’dan yani Atlas Okyanusu kıyılarından başladığınız zaman
Çin seddine kadar gider veya Endonezya’ya kadar ulaşır. Burada yekpare bir
kültür var. Bu kültür bize karşı en fazla meydan okuyabilecek kültür havzasını
teşkil ediyor.” Dolayısıyla Richard Nixon’ın yapmış olduğu
tespit, Dick Cheney ve diğerleri tarafından da ifade edildi. “Savaşsız Zafer”
kitabında diyor ki; “Biz Rusları alt ettikten, yendikten sonra devreye İslâm
dünyası girecek. Onlara karşı asimetrik bir savaş uygulayacağız.” Ne demek
bu? İslâm’a karşı örtülü bir savaş uygulayacağız, demek istiyor! Örtülü savaş
ne demek? “Terör” üzerinden, “terör” algısı üzerinden kahpece ve düzmece bir
savaş. Bunun bir kısmı üretme bir kısmı gerçek olabilir. Ama sonuç itibariyle
İslâm’a karşı maskeli, örtülü bir savaş uygulayacağını beyan ediyor. O günler
işte bu günlerdir!
“Nasr’un Bila Harb” (Savaşsız
Zafer) kitabında, savaşsız zaferin nasıl olacağını anlatıyor! Müslümanları
sindirmenin yolu ve gerekçesi nedir? Terör yaftası. Suriye’de bugün
görüyorsunuz. Suriyelileri öldürmek serbest, savunmak yasak! Bugünkü dünya
düzeni böyle bir şey... Bundan dolayı Hilâfet sistemi kurulduğu zaman, yani
Müslümanlar bir araya geldiği zaman dünya düzeni yıkılacak. Bir başka dünya
düzeni kurulacaktır. Mevcut dünya düzeni yıkılacaktır. Ondan dolayı
korkuyorlar. Kissinger söylüyor; “Suriye devrimi başarıya ulaşırsa Vestfalya
sistemi sona erer.” Yani bugünkü mevcut dünya düzeni sona erer.
Gerçekten bu böyledir. Ondan dolayı Suriye ile ilgili küçük bir toprak
parçasında bile asla Müslümanların zafere ulaşmasını istemiyorlar. Çünkü bir
gedik açıldığı zaman sonunda bir kale yıkılacaktır. O kalenin yıkılmasını
istemiyorlar. O kalenin yıkılması gediğin açılmasıyla alakalı.
Hilâfet sistemine de kısaca temas
etmek istiyorum. Aslında Hilâfet’in birçok boyutu var. Bunlardan bir
tanesi ilahi sistem… Cenabı Allah buyuruyor ki; “Ben yeryüzünde Halife,
temsilci vekil atayacağım.” Bu mutlak mana da insan… İnsan, âlim olarak
cenabı Hakk’ın ilim sıfatını taşıyor. İlim sıfatının Halifesi. Siyasi olarak,
teşri olarak Peygamberler Allah’ın yeryüzündeki Halifeleri. Yani ontolojik
düzeyde bir Hilâfet var. Bunu insanoğlu temsil ediyor. Ama insanoğlu içerisinde
seçilmişler var ve cenabı Hakk’ın teşri/yasama ile birlikte davet ile birlikte
göndermiş olduğu Peygamberler var. Peygamberlerde farklı bir makamda Allah’ın
Halifeleri ki, cenabı Hakk, Davud Aleyhi’s
Selam’a öyle diyor. Bir de Peygamberlerin teşri düzeyde Halifeleri var.
Onların ardılları var. Bu dediğimizi gibi skala biçimde bir Hilâfet sistemidir.
Dolayısıyla yeryüzündeki sistem Hilâfet sistemidir. Gerek ontolojik düzeyde,
gerek kanuni, teşri/yasama düzeyinde gerekse siyasi düzeyde bir Hilâfet
sisteminden bahsetmek mümkün. Bu Allah’ın vaz etmiş olduğu skala biçimindeki
bir sistemdir. Bunun ontolojik düzeyi var, dediğimiz gibi Peygamberlik düzeyi
var. Yani ne demek ilahi sistem, Peygamberler sistemi. Biz Peygamberlerden
devreden sisteme de, Hilâfet sistemi diyoruz.
İnsanoğlu netice olarak ontolojik
düzeyde cenabı Hakk’ın yeryüzündeki kılavuzudur. Kâinat düzeyinde
insanlık, insanlık düzeyinde de Hilâfet veya Halifeler kılavuzluk yapmaktadır.
Yani şöyle diyebiliriz; Müslümanlar son mesajın sahipleri olarak üstadiyet
makamındadır, Hilâfet Müslümanlara insanlık ve başka milletler düzeyinde
tanıklık görevi de yüklemektedir. Yani Hilâfet sadece Müslümanlar
arası bir yönetim şekli değil, aynı zamanda İslâmî bir tebliğ sistemidir. Ondan
dolayı da biliyorsunuz; “Ümmete davet, ümmete icabet.” diye bir tanım vardır.
Dolayısıyla Hilâfet sadece ümmete icabetle kaim değil, ümmete davetle de
kaimdir. Hilâfet’in tebliğ üzerinden muhatap kitlesi bütün insanlıktır.
Dolayısıyla Allah’ın değerlerini yeryüzüne yaymakla da mükelleftir. İnsanoğlu
kâinat çapında bir kılavuz, kitle olarak mü’minler, kurum olarak da Hilâfet
insanlık çapında bir kılavuzdur. Ondan dolayı da Müslüman’ın
vazifesini beni beşere pişdar yani insanlığa öncü ve önder olmaktır.
Rehberlik makamıdır. Hilâfet aynı zamanda seçilmiş milletleri de kapsıyor.
Geçmiş dönemde beni İsrail, günümüzde Müslümanlar halife ve halaif
milletlerdir. Müslümanlar arasında seçilmiş milletler de var. Bunların birinci
kısmı Araplardan müteşekkil idi. İslâm’ın nesi idiler? İslâm’ın
mayasını ve asabiyetini temsil ediyorlardı. İslâm’ın mesajını yaydılar. Ondan
dolayı Hz. Ömer RadiyAllahu Anh
Araplara bu manayı ifade ettiklerinden dolayı farklı bir anlam, farklı bir
değer yüklemiştir. Onlara İslâm’ın mayası ve hamuru olarak
bakmıştır. Günümüzde kimileri ise Arapları küçümseyerek aslında
İslâm adına şuubilik yapmaktadır. Bu Halife milletler veya öncü
milletler zaman zaman yer değiştiriyorlar. İslâm hamulesinin ilk
hamilleri/taşıyıcıları Araplar ikincisi de Türkler
olmuştur. Amerikalı oryantalist Marshall G. S. Hodgson İslâm’ın
Serüveni kitabında bunu iktidarla ortaya koymaktadır.
Zannettiğim kadarıyla Mahmut
Bey’de söyledi: İnşaAllah İslâm’ın yeryüzü yürüyüşünün beşinci döneminin
kıyılarında dolaşıyoruz. İslâm tarihinin beşinci dilimi, dönemi Peygamber
efendimizin tebşir ettiği, müjdelediği yeniden ve beklenen Hilâfet dönemidir.
Veya illa da numaralandıracak olursak; İkinci Hilâfet
dönemidir. Orijinal Hilâfet’e yani Peygamberlik metodu üzere
Hilâfet’e dönüş döneminin idrak aşamasındayız.
Burada sahte halifelerden veya
heveskârlardan bahsettiler. Uzatmayacağım. Bu konuda da epey kafa
karışıklığı var. İlahiyatçılarda da var. Sahte Mesihler cirit atıyor diye akait
alanında kendilerine göre seddi zerai (bahane, mazeretlerin önüne geçmek) bahsi
kurguluyor, kuralı uyguluyorlar. “Sahtesi varken bırakın sahihi de
gelmesin.” diyorlar. Böylece imtihan sırrını ortadan kaldırmak için
sahtesiyle birlikte sahihini de ortadan kaldırıyorlar. “Evanjelikler
Mesih’ten bahsediyorlar öyleyse Mehdi de öyledir; defterlerini beraber
dürelim.” yaklaşımını sergiliyorlar. İşbu teoloji de yeni çıktı. Oryantalizmden
mülhem. Bunların hakkından Ziya Paşa gibiler gelebilir. İslâm imiş devlete
pâ-bend-i terakki, Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı! Batı mukallitleri
ilahiyat alanında da Batı’yı taklit ediyor. Ar olarak bize yeter!
Şinasi Gündüz veya Ramazan
Kurtoğlu gibiler bu mantığa teslim olarak Müslümanlara evanjelik muamelesi
yapıyorlar. Sapla samanı birbirine karıştırıyorlar. “Öyleyse
Mesih’in sahteleri varsa gerçeğine de gerek yok.” şeklinde akıl yürütüyorlar.
Bu akıl yürütme akıl tutulmasının kendisi olsa gerek! Keza Mehdi
heveskârları var diye Mehdi’ye de gerek yok diyorlar. Keza Halife heveskârları
da var. Dolayısıyla zaman zaman heveskârlar ortaya çıkıyorlar. Kur’an taklit
ediliyor ve Furkan diye sahte bir kopyası yapıldı diye sonunda Kur’an’dan da mı
vazgeçeceğiz? Meczubin tarifesinden bazı insanlar, yetkileri,
etkileri ve tesirleri olmadan kendilerinin halife olduğunu zannediyorlar. Bu
hastalıklar her zaman var. Hastalıklar gerçeğin inkârını getirmez. Mesela
Batı’da özellikle Fransa’da Napolyon hastalığı diye bilinen maruf bir hastalık tipi
ve türü var. Yani oradaki meczuplar zaman zaman ben Napolyon’um diye ortaya
çıkarlarmış. Onun kılığına giriyorlar. Yani “kurtarıcıyım” diye ete
kemiğe bürünüyorlar. Bu bir hastalık… Napolyon heveskârları var diye Napolyon
gerçeğini inkâr edecek halimiz var mı? Yok. Onun dışında De Gaulle hastalığı
var İslâm dünyasında. Mesela Kenan Evren; “Ben ikinci defa De Gaulle gibi
gelebilirim, ülkemi kurtarabilirim.” diyordu. Saddam Hüseyin’den birçok
şahsiyete kadar; misyonları tamamlanan kimseler, “Biz kurtarıcı olarak geri
dönebiliriz.” diyorlardı. Dolayısıyla De Gaulle heveskârları yüzünden De
Gaulle’u, Napolyon heveskârları yüzünden Napolyon’u inkâr edecek halimiz yok. O
zaman biz divane oluruz. Dolayısıyla buradaki ilahiyatçıların bir kısmı halt
ediyorlar. Toparlarsak; bugün dünyada herkesin bir sahibi var. Azınlıkların,
çoğunlukların herkesin ama maalesef Müslümanların bir sahibi yok. Niye? Az veya
azınlık olmalarından değil. Bilakis çokluklar. Ama çer çöp misali… Cihadı
bıraktıklarından ve dünyaya kapıldıklarından, kapaklandıklarından dolayı ölüm
korkusuna kapılmışlar düşmanları nezdinde de heybetleri
tükenmiş. Caydırıcı olmamaları siyasi ve ortak sistemleri ve
dolayısıyla kimlikleri olmadığından ileri geliyor, kaynaklanıyor! Tekrar edecek
olursak bugünkü dünya düzeninde Hilâfet’e yer yok. Hilâfet geldiği zaman da
dünya düzeni tepetaklak gitmiş olacaktır.
Ben bu sözlerimle birlikte
tebliğimi sona erdirmiş olayım. Bir ayet-i celile ile konuşmamı tamamlayalım.
Allahu Teâlâ şöyle buyuruyor;
“Allah'a ortak koşanlar istemese de, hak dini bütün dinlerden üstün
kılmak için Peygamberini hidayetle ve hak dinle gönderen O'dur.” (Saff 9)
Dolayısıyla cenabı Hakk’ın bu
müjdesi ilk asrısaadet diliminde birinci Hilâfet döneminde idrak edilmiştir.
İkincisi de yoldadır. İslâm ümmeti müjdelenen ve beklenen ikincisini de
intizar etmektedir. İnşaAllah bu vesile ile İslâm dünyasının gözyaşları da
diner. Zira dünyada olan Müslümanlara oluyor. Akif’in ifadesiyle yaşadığımız
âlem mazluma yaman bir âlem! Müslümanlar sahipsiz. İnşaAllah cenabı Hakk
sahibini gönderir. Bu beklenen sistemin adı da Hz. Ebubekir sistemi ve
Peygamberimizin müjdelemiş olduğu Hilâfet sistemidir.
Bu sözlerimle sizleri Allah’a
emanet ediyorum.
Es-Selamu Aleykum
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış