بِسْمِ اللَّـهِ
الرَّحْمَـٰنِ الرَّحِيمِ
Devletin niçin gerekli olduğunu
ortaya koyabilmek için öncelikle devletin ne olduğunu bilmemiz gerekir.
Üzerinde fikir birliğine varılmış bir devlet tanımının olmadığını
söyleyebiliriz. Fakat bu, bir ‘devlet’ tanımının yapılamayacağı anlamına
gelmez. Tanımsal farklılıklar çoğunlukla, ideolojik veya konumsal
farklılıklardan, başka bir ifadeyle, sübjektif tercihlerden kaynaklanır. Burada
tipik olarak olan şudur: Tanımı yapan olguyu kendi zaviyesinden, yani kendi
ideolojik anlayışı veya ekonomik, siyasi vs. çıkarları doğrultusunda tanımlama
eğilimine girer. Bu da yapılan tanımın, doğal olarak ‘eksik’ veya ‘hatalı’
olmasına neden olur. Burada sıklıkla yapılan yanlış, eksik tanımın, bütüncül
tanım yerine konulmasıdır. Doğru olan yaklaşım ise şudur: bir olgunun boyutları
çokludur; doğru tanıma ulaşmak için bu boyutların tümünün bilinmesi gerekir.
Fakat insan ‘zaaf’la malul bir varlık olduğu için, genellikle bunu yapamaz.
Hata yapma ihtimalleri sıradan insanlara göre daha düşük olsa da, düşünürler,
filozoflar, aydınlar dahi bu noktada zaafla maluldürler.
Bu hususu, bugüne kadar yapılmış
bazı popüler devlet tanımlarına baktığımızda net bir biçimde görürüz. Örneğin,
Eflatun için devlet, “Birlikte yaşama zorunluluğundan doğan.” bir kurum iken,
Aristo’ya göre, doğal bir oluşumdur ve özgür ve eşit insanların birliğine
karşılık gelir. Hobbes için birbirinin kurdu olan insanların birbirlerine karşı
savaşını önlemek için ihdas olunan bir aygıt iken, Rousseau ve Locke’a göre
toplumsal sözleşme sonucu ortaya çıkan ve bireyin temel hak ve özgürlüklerini
korumayı amaçlayan bir siyasal organizasyondur. Hegel için, genel iradenin
somut varlık kazandığı, aklın kendi özüne en uygun olarak kendini
gerçekleştirdiği, insan özgürlüğünü kemale erdirecek olan ahlaki geist (ruh)
iken, Marks için, altyapı şartlarının belirlediği, hâkim ekonomik sınıfa hizmet
eden bir üstyapı kurumudur. Öte yandan, Farabi’ye göre akıl ilkesine dayalı
olarak kurulan ve erdemi amaçlayan bir yapı iken, İbni Teymiyye’ye göre
topluluk halinde yaşama ihtiyacından doğmuş bir siyasal örgütlenmedir. Maverdi
için amacı, doğaları gereği kendi türüyle rekabet ve çatışma içinde bulunan
insanlara doğruyu göstermek ve kesin hükümlerle aralarını düzeltmek olan bir
kurum iken, Gazali için, yokluğu halinde insanların can ve mal güvenliklerinin
kalmayacağı bir müessesedir. Bu tanımları çoğaltmak hatta bunlara ideolojik
etkiden veya değer-yargılarından görece daha bağımsız yeni tanımları eklemek de
mümkündür. Örneğin, devleti toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan
örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık olarak
tanımlamak da mümkündür ama bu tanımda dahi, belirli bir anlayışın izleri
görülebilir. Zira bu tanım, ‘vatan’ ve ‘millet’ unsurları gözetilerek
yapılmıştır ve modern döneme özgü ‘ulusalcı/milliyetçi’ hassasiyetleri içinde
barındırmaktadır.
Peki, devlet bütüncül yahut ‘doğru’
bir şekilde tanımlanamaz mı? Yahut da devlet olgusunun kişilere göre değişmeyen
veçheleri yok mudur? Bu soruya ‘insan’ tanımı örneğinden yola çıkarak cevap
arayabiliriz. Bilindiği üzere, ‘insan’ın ‘ne’ olduğu, nasıl tanımlanması
gerektiği hususunda, öteden beri bir tartışma vardır. Kimileri ‘akıl’
kavramını, kimileri ‘ruh’ kavramını öne çıkararak, kimileri de onun ‘sosyal
çevre’sini de hesaba katarak bir insan tanımı yapılması gerektiğini ileri
sürmüşlerdir. Burada sorulan tipik sorulardan biri şudur: “Aklı olmayana insan
denir mi?” Bu soruya elbette farklı cevaplar verilebilir. Kimileri için, bu
kişiye aklı olmayan insan demek gerekir, kimileri için ise, akıl, insanın en
bariz vasfıdır, o yoksa insan sıfatını almak da mümkün değildir. Burada
karşımıza ‘evrensel dualizm’ ve ‘özünde tartışmalı kavramlar’ mevzularıyla
alakalı bir mesele çıkmaktadır ki, bu türden tartışmalarda, bir uzlaşıya varmak
zordur ve taraflar genellikle düzlemin iki uç kutbunda yer almayı, yani ifrat
ve tefrit noktalarına savrulmayı tercih ederler. Peki, doğru olan, bu iki
yaklaşımın ‘ortasını’ bulmak yahut ‘altın orta’ ilkesini savunmak mıdır? Bunu
da söylemek zordur. Zira “biraz ondan, biraz bundan” yaklaşımı da, çözüm
olmaktan uzak bir kolaycılığı içinde barındırmaktadır. O halde doğru olan nedir?
İnsan örneğinde bu hususu şu şekilde ifade etmek mümkündür: “İnsanı
tanımlamak için, onun bütün boyutlarını bilmek gerekir.”
Fakat burada da şöyle bir mesele
vardır: ‘Bütün boyutlar’ ile kast edilen nedir? Örneğin insanı tanımlarken
‘vazgeçilmez’ özellikler olarak kabul edilen, ‘akıl’, ‘ruh’ ve ‘beden’ sahibi
olmanın yanı sıra renk, ırk, cinsiyet gibi özellikler de aynı önemi haiz
midirler? Eğer değillerse, burada nasıl bir ‘hiyerarşik’ düzen kurulmalıdır? Bu
soruya şöyle cevap verebiliriz:
‘İnsan’ tanımında ‘akıl’ boyutu
merkezi önemi haiz olsa da, tek başına bu özellik yeterli değildir. Zira
‘melek’ veya ‘cin’in de ‘aklı’ olduğu söylenebilir. Kur’an’da gerek meleklerle
gerekse cinlerle ilgili ayetlere bakıldığında, bu varlıkların da ‘bilinç’
sahibi oldukları (yani bir anlamda ‘akıllı’ oldukları) söylenebilir. Fakat bu
varlıklar ile insanın farklı olduğunu biliyoruz. Burada farkı doğuran boyut,
insanın ‘beden’idir, yani ‘beşeriyet’ vasfıdır. Demek ki, ‘insan’ı, sadece
‘akıllı’ bir varlık olarak tanımlamak, onu ‘bütün boyutlarıyla’ tanımlamak için
yeterli olmamaktadır. Bunun yanında, onu, ‘beşer’ dediğimiz vasıflara sahip
olan (yani iki ayağı, iki eli, başı, kolları, gövdesi vs.) varlık olarak
vasıflandırmak da gerekmektedir. Bir başka ifadeyle, daha doğru bir tarif
yapmak için ‘insan’ı, “Beşer olup aklı olan bir varlık.” olarak tavsif
etmek gerekir. Ancak bu da yeterli değildir: Tanımı daha bütüncül yapmak için,
onun ‘ruh’ boyutunun da dikkate alınması gerekmektedir. İnsan, “Aklı ve
bedeni olup ruhu olmayan bir varlık.” olarak da tanımlanamaz. Bunu, beşerin
ölümü anında daha iyi anlarız. Burada, aklın değil, ruhun (veya ‘can’ın vs.)
yokluğu söz konusudur. Yeter şart olarak ifade edilebilecek bu üçünün dışında
da ‘insan’ın (tali denilebilecek) özellikleri vardır. Bunları da, siyah-beyaz,
Çinli Alman, uzun-kısa vs. şeklinde ifade edebiliriz. Bu özelliklerin
değişmesi, insan tanımı yapmaya engel değildir. Dolayısıyla, bir ‘insan’
tanımında, zorunlu özellikler ve tali özellikler olduğunu söyleyebiliriz. Zorunlu
özelliklerden birinin yokluğu tanımı imkânsız hale getirirken, tali
özelliklerin yokluğu, tanımda asli bir kusur doğurmaz.
Bu şablonu, ‘devlet’ kavramı için
de kullanabiliriz. Bir ‘devlet’ tanımında da, yokluğu halinde tanımda asli bir
kusurun bulunduğu özellikler olduğu gibi, yokluğunun tanıma özden zarar
vermediği özellikler de vardır. Bilindiği gibi, bir devletin olabilmesi için,
öncelikle, birlikte yaşama iradesi gösteren insan topluluğunun olması gerekir.
Fakat bu yeterli değildir; bunun yanında bu insanların yaşamlarını
sürdürecekleri, sınırları belirli bir toprak parçasının, yani bir ‘ülke’nin
olması lazımdır. Bu da yetmez, bu insanların, bir siyasal organizasyonu
olmalıdır ve bu yapı, ülke sınırları içerisinde biricik meşru güç kaynağı iken,
ülke sınırları dışında, yani diğer devletlere karşı da ‘bağımsız’ olmalıdır. Bu
özelliklerden herhangi birinin yokluğu, o yapının, ‘devlet’ olarak
adlandırılmasını imkânsız hale getirir. Fakat örneğin bir ‘site devleti’ni de,
bir modern-ulus devleti de, devlet olarak görmek mümkündür. Çünkü bunların her
ikisinde de, sınırların genişliği, ülke içinde yaşayan insan sayısı, siyasi
organizasyonun gücü vb. tali özellikler bakımından büyük değişiklikler
gözlemlense de, bu üç asli özellik mevcuttur.
Hukuki açıdan yapılan bu tanımı,
‘işlevsel’ açıdan yapmak da mümkündür. Burada birçok boyutu bünyesinde toplayan
‘yönetim’ kavramının (ya da ‘yönetilme ihtiyacı’nın) belirleyici olduğunu
söyleyebiliriz. Zira topluluk halinde yaşama ihtiyacı, ‘çıkarları’ bakımından
uzlaşamayacak olan üyelerden oluşan toplumda (yani daimi surette ‘çatışma’
potansiyeli taşıyan toplum hayatında) anlaşmazlıkları sona erdirecek, yani
‘yönetim’i gerçekleştirecek bir ‘otorite’yi zorunlu kılar. Bu bir ‘monark’,
‘sultan’, ‘oligarşi’, ‘aristokrasi’ vs. olabileceği gibi, bir ‘yasa’ veya
‘kutsal kitap’ da olabilir. Bu otorite, o toplumda, bir ‘güce’ dayalı olarak
görev yapmalıdır ve yeri geldiğinde de ‘zor’a (cebr’e) başvurabilmelidir. Aksi
takdirde, ‘düzen’ sağlanamaz. Ve bu otorite, doğal veya toplumsal olarak
üretilen ‘kaynaklar’ı üyeleri arasında paylaştırmalıdır. Bunun için de, bir
tercihte/yargıda bulunmalı ve ‘karar almalıdır.’ Bu karar, hangi kaynağın,
kime, ne kadar verileceğiyle ilgilidir. Dolayısıyla, bir ‘gücü’ olmayan ve bu
gücü toplumsal kaynakların tahsisi noktasında kullanamayan, yani karar-alma
iradesine sahip olmayan bir yapıya ‘devlet’ denilemez. O halde devleti,
‘işlevleri’ bakımından, “toplumsal anlaşmazlıkları çözme noktasında karar alma
ve uygulama gücü bulunan tüzel kişilik” olarak tanımlamak mümkündür. Ancak
örneğin, ‘adalet’ bu siyasal organizasyonun, bir ‘devlet’ olarak
nitelendirilmesinin ‘asli’ şartlarından değildir. Bir monark, bir sultan veya
bir üst otorite, toplum hayatını ilgilendiren bir konuda ‘adil olmayan’ bir
karar alabilir ve bu, o siyasi organizasyonun ‘devlet’ olarak
nitelendirilmesine engel teşkil etmez. Burada, ancak, o yapının, ‘adil olmayan
bir devlet’ olduğu söylenebilir. Zira ‘adalet’ kriteri, devletin ‘amacı’ ile
ilgilidir, ‘mahiyeti’ ile ilgili değildir.
‘Devlet’in mahiyetini tartışırken,
Max Weber’in ‘devlet’ tanımına değinmemek olmaz, zira bu tanım, çağdaş dönemde
en çok atıf yapılan ve genellikle de siyaset bilimi çevrelerinde kabul gören
kavramsallaştırmalardan biridir. Burada Weber’in devleti, ‘yeter şartlar’
temelinde tanımlama çabası gösterdiği görülmektedir. Ona göre devlet, ‘zorunlu
bir siyasi organizasyon’dur ve alamet-i farikası da “belirli bir coğrafyada,
meşru cebre başvurma tekelini elinde bulunduran merkezi hükümet”tir. Bu tanımda
öne çıkan terimler ‘siyasi organizasyon’, ‘merkezi hükümet’ ve ‘meşru cebre
başvurma tekeli’ kavramlarıdır. ‘Siyasi’ organizasyon, ‘özel’ manaları haiz bir
terimdir; zira ‘siyasi’ olan ile ‘toplumsal’ olan (veya ‘ekonomik’ olan)
arasında fark vardır. Örneğin bir şirket yönetiminde de, yönetici, bir karar
alabilir ve bunu uygulamak için önceden belirlenmiş kurallara göre zora (yani
‘meşru’ cebre) başvurabilir. Fakat burada bir ‘siyasi’ icraattan bahsedilemez.
Bir ilişkide veya durumda ‘siyaset’ten bahsedilebilmesi için, onun ‘toplum
adına’ yapılan bir uygulama olması gerekir. Her toplumda bu tür icraatları
yapan organlar, ‘merkezi hükümet’lerdir. Bunlar, toplum adına almış oldukları
kararları uygularken, toplumdan (veya ‘yasa’dan) aldıkları güçle hareket
ederler ve gerektiği durumlarda zora (cebre) başvururlar. Zorun ‘meşruiyeti’ni
sağlayan da budur. Ancak, bilinmelidir ki, birçok çağdaş siyaset bilimci
tarafından kabul gören bu tanım, ‘yasal/akli’ kriterler ölçeğinde yapılmıştır.
Yani Weber’de hükümetlerin ‘meşru’ zora başvurma hakkı, akılcı temelde yapılmış
yasalardan kaynaklanır. Fakat biliyoruz ki, tarih boyunca ‘meşruiyet’ açısından
sorunlu siyasal iktidarlar da olagelmiştir. Bunlara tiranlar, despotlar, zalim
sultanlar örnek verilebilir. Burada ‘meşruiyet’ kavramının yeterince açıklayıcı
olmadığı görülmektedir; zira meşru olmadığı veya halkı tarafından meşru
sayılmadığı halde (geçici de olsa) iktidarlarını sürdüren yöneticiler (yahut
devletler) olagelmiştir. Örneğin, 13. asırda Müslüman coğrafyasının önemli bir
bölümünü ele geçiren Moğollar’ın iktidarı bu türdendir. Hakeza Haçlı Savaşları
sırasında, haçlı güçlerince Müslüman coğrafyasında kurulan devletlerin durumu
da böyledir. II. Dünya Savaşı’nda Fransa’yı işgal eden Almanya ile
Filistinlilerin topraklarını işgal yoluyla elinde tutan İsrail’in durumu da
bundan farklı değildir. Dolayısıyla, bir ‘devlet’ tanımında, (tıpkı ‘adil
olmak’ vasfında olduğu gibi), ‘meşruiyet’in de ‘asli’ özelliklerden biri olduğu
söylenemez.
Buraya kadar yapmış olduğumuz
izahlardan ortaya çıkan netice şudur: Devlet tanımları, ideolojik tercihler,
çıkar-temelli yanlı yaklaşım gibi ‘sübjektif etkiler’ nedeniyle
farklılaşabilir. Ancak, yine de bir ‘devlet’ tanımı yapılabilir ve bunu, ‘yeter
şartlar’ tayin eder. Bu, bizi, ‘asli özellikler’ temelinde tanımlanmış bir
‘siyasal organizasyon’un bütün toplumlarda şu veya bu şekilde var olduğu
sonucuna götürür. Nitekim ister ‘hukuki’ açıdan isterse de ‘işlevleri’
açısından tanımlanmış olsun, hem Müslüman hem de gayrimüslim toplumların, tarih
boyunca öyle veya böyle bir devletleri (yani siyasal organizasyonları)
olmuştur. Bunu, en özet ifadesiyle, “Devlet, topluluk halinde yaşamanın
beraberinde getirdiği bir ‘ihtiyaç’tır.” şeklinde ifade etmek mümkündür.
Burada, en temel işlev, tekil şahıslar tarafından gerçekleştirilemeyecek
işlerin, yetkilendirilmiş bir otorite tarafından icrasıdır.
Bu ‘devlet’ tanımı, bize,
Müslümanların tarihleri boyunca niçin bir devlete sahip olduklarının ‘aklî’
gerekçesini verir. Fakat bundan başka, devletin gerekliliğinin bir de ‘dinî’
gerekçesi vardır.
İslâm’ın Yaşanması için Devlet Gerekli midir?
‘Devlet’in İslâm açısından bir
‘gereklilik’ olduğu kolaylıkla ispatlanabilir. Bunun için ayetlerden,
hadislerden ve Sahabe uygulamalarından birçok delil getirebiliriz. Örneğin, “Hüküm
yalnız Allah’ındır.” Yusuf Suresi 67 ve “Yaratmak da emretmek
de O’na mahsustur.” A’raf Suresi 54 ayetlerinden yahut da “Allah’ın
hükümleriyle hükmetmeyenler, kâfirlerdir, zalimlerdir, fasıklardır.” Maide
Suresi 44, 45 ve 47 ayetlerinden, ‘hükmetme yetkisi’nin Allah’a ait
olduğu, dolayısıyla bu hükümleri uygulamak için de bir ‘organizasyon’a ihtiyaç
olduğu sonucu rahatlıkla çıkarılabilir. Hakeza “Allah yolunda cihadı” emreden
ayetlerden (Tevbe Suresi 41, Saff Suresi 11), “Onlara karşı
kuvvet ve savaş atları hazırlayın.” Enfal Suresi 6 ayetinden
“Emr-i bi’l-ma’ruf ve nehyi ani’l-münker”i emreden ayetlerden (Ali İmran
Suresi 104, 110) veya ‘siyasi otorite’nin gerekliliğine en çok delil
gösterilen “Allah, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emreder.” ve “Allah’a, Resule ve sizden olan
emir sahiplerine itaat edin” Nisa Suresi 58, 59 ayetlerinden,
vacibin uygulanması için gerekli olan ‘güç’ün de vacip olduğu ve ‘adalet’in
tesisi için yetkilendirilmiş otoriteye ve ‘itaat ilişkileri’nin doğru
kurulmasına ihtiyaç olduğu neticesine ulaşılabilir. Sünnet’ten de konuyla
ilgili benzer sonuçlar çıkarmak mümkündür. Her şeyden önce, Hz. Peygamber’in
Mekke’de ‘örgütlü’ bir mücadele verdikten sonra, Medine’ye hicret etmesi ve
orada sınırları olan, askeri güçle korunan ve örgütlü bir cemaate dayanan bir
‘dâr’ kurması, devletin gerekliliğine dair ‘pratik’ bir delil olarak karşımızda
durmaktadır. “Hepiniz çobansınız ve elinizin altındakilerden
sorumlusunuz.” Buhari “Bir imama bağlı olmadan ölen,
cahiliye ölümü üzerine ölür.” Müslim ve “Kim
Müslümanların işini üstlenir de, daha ehil olanı varken başkasına bir iş
verirse, Allah ve peygamberine hainlik etmiş olur.” Buhari ve
Müslim gibi hadislerde de, doğrudan veya dolaylı olarak, ‘devlet’ ve
‘siyaset’ olgusunun kaçınılmazlığına dair işaretler bulmak mümkündür. Bunların
dışında Sahabelerin söz ve icraatları da vardır ve bunlardan da devletin
gerekliliğine ilişkin neticeler çıkarılabilir. Hz. Ali’nin “İnsanlar bir
imam olmadan doğrulmazlar.” sözü ile Hz. Ömer’in “Adalet mülkün
temelidir.” sözlerini buna örnek gösterebiliriz. Fakat bunlardan belki daha
önemlisi, Hz. Peygamber’in vefatında, defninden önce bir halifenin seçilmesi
için acele edilmesi hadisesidir. Burada ‘yönetim’ ihtiyacının ne denli önemli
olduğuna dair açık bir delil olduğuna kuşku yoktur.
Müslüman ulema da, siyasi
organizasyonun gerekliliği konusunda pek çok şey söylemiştir. Ulemanın bu
hususta dayandığı temel gerekçe, dinin hükümlerinin uygulanması için bir siyasi
otoriteye ihtiyaç olduğudur. Buna göre “İyilikle emretmek ve kötülükten
menetmek.” görevinin yerine getirilmesi, hadlerin uygulanması, yolların emniyet
altına alınması, düşmanla savaşılması ve fey’in bölüşülmesi ancak bir otorite
varsa söz konusu olur. Konuyla ilgili özel eserler yazmış âlimler arasında
bulunan İbni Teymiyye ve Maverdi bu hususta net ifadeler kullanmışlardır.
Siyasi otorite ve ‘devlet’ meselesini ‘halifelik’ kavramı etrafında inceleyen
Maverdi için, Hilâfet (yahut ‘imamet’) “Dinin korunması ve dünyanın siyaset
edilmesi için.” gereklidir. Konuyu ‘yönetim’ (rai) ve ‘yönetilen’ (raiyye)
kavramları çerçevesinde ele alan İbni Teymiyye için ise, siyasi otoritenin
varlık nedeni “Kaybettiklerinde açıkça hüsrana uğrayacakları ve dünya
nimetlerinin fayda vermemesi sonucunu doğuran, halkın dininin ve dinin de ancak
kendisiyle ayakta durabileceği dünya işlerinin düzgünleştirilmesi.”dir ve
gayesi de “Emr-i bi’l maruf ve nehyi anil münker yapmak.”tır.
Görüldüğü gibi, devletin
gerekliliğini ‘geleneksel’ veya ‘dinî’ gerekçelendirmeler ile izah etmek zor
değildir. Fakat burada başka bir husus daha vardır ki asıl bunun üzerinde
durulmalıdır. Acaba devletin gerekliliği hususu, bu gerekçelendirmeler
açısından değil de ‘yeter şartlar’ ve ‘aklî’ ölçüt temelinde ortaya
konulduğunda ne olur? Bu, geleneksel veya dinî gerekçelendirmeyi
önemsizleştirir mi, yoksa onu, bir başka açıdan güçlendirir mi? Bu sorunun
cevabı, özellikle de ‘çağdaş dönem’de yaşayan Müslümanlar için önemlidir. Zira
bu dönemde Müslümanlar ‘siyasal güçleri’ni büyük ölçüde yitirmişlerdir ve onu
yeniden elde etmek için uğraş vermektedirler. Bu dönemde hakim paradigma olan
modernitenin özellikle de dinî gerekçelendirmelere karşı bir iddiası vardır ve
o da siyasi organizasyonun ‘bilim’ temeline dayalı olarak (yani ‘dinden
bağımsız’ bir şekilde) inşa edilmesi gerektiği düşüncesine dayanmaktadır. Bu
tezi savunanlar, devletin gerekliliğini dinsel gerekçeye dayandıran
yaklaşımları ‘konu dışı’ kabul ederek dikkate almamaktadırlar. İşte ‘aklî’
gerekçe, bu iddiaya cevap vermek bakımından önemlidir. Zira devletin
gerekliliğinin, zaman ve mekân farklılıklarından bağımsız olarak ortaya
konulması durumunda, modern paradigmanın temel tezi ciddi bir yara almış olur.
Bu noktada şu gözlemi yapmakta
fayda vardır: Her ne kadar modern dönemi ‘siyaset bilimi’ modernlik öncesinde
‘siyaset’in ‘etik’ temele dayalı olarak tanımlandığını iddia etse de, Müslüman
âlim ve düşünürlerin eserleri bunu doğrulamamaktadır. Bu bağlamda, Müslüman
dünyasında en çok atıf yapılan üç ismin (Maverdi, İbni Teymiyye ve İbni Haldun)
ortaya koyduğu çalışmalarda yeterince veri vardır. Bu ilim adamlarının eserleri
dikkatli bir gözle incelendiğinde şu görülmektedir: Her üç ilim adamı da
‘siyaset’ (yahut ‘devlet’) olgusunu, birçok bakımdan modern dönem ‘siyaset
bilimi’nin kavramsallaştırmalarına benzer şekilde tanımlamaktadırlar. Örneğin
Maverdi, Hilâfet/imametin niçin gerekli olduğunu izah ederken, dinî ve aklî
gerekçeleri zikrettikten sonra şu ifadeleri kullanmaktadır. “Hilâfet
otoritesinin asli gerekçesi, ‘toplum düzeni’nin sağlanmasıdır; bunun için bir
üst karar merciinin olması gerekir ki, ihtilaflar çözümlensin; zira insan
tabiatı gereği, hoşlandığı şeyleri elde etmek için mücadele ve rekabet
içindedir.” Bu ifadeler, tipik manada siyaset biliminin ‘siyaset’ olgusunu
tanımlama çabası gösterirken ‘çatışma’ ve ‘kaynakların dağıtımı’ kavramları
bağlamında yapmış olduğu izahlarla benzerlik göstermektedir. Hakeza İbni
Teymiyye’nin şu ifadeleri de, onun, ‘yönetim’ olgusunun kaçınılmazlığı ve
‘kaynakların dağıtımı’ işlevlerini, siyaset olgusunun unsurları arasında
gördüğü şeklinde yorumlanabilir: “Vilayetin, dini farzların en büyüklerinden
olduğunun hatta dinin ayakta durmasının ancak onunla mümkün olduğunun bilinmesi
gerekir. Âdemoğullarının çıkarı, birbirlerine ihtiyaç duymalarından ötürü,
toplum halinde yaşamakla gerçekleşir. Toplum halinde yaşayınca da bir başın
bulunması gerekir… Vilayetin gerekliliği, halkın dininin ve dinin de ancak
kendisiyle ayakta durabileceği dünya işlerinin düzgünleştirilmesidir. Dini
ayakta tutan dünya işleri, malın hak sahipleri arasında bölüştürülmesi ve
mütecavizlerin cezalandırılmasıdır.” İbni Teymiyye’nin şu ifadeleri ise,
siyaset olgusunda ‘karar alma’ süreçlerinin önemine işaret etmesi bakımından
önemlidir: “Kadı (hâkim), -çocukların hangisinin daha güzel yazdığı
konusundaki çekişme ve tartışmalarına varıncaya kadar- iki kişi arasında hüküm
veren ve hakemlik yapanların genel adıdır. Bu anlamda halife, sultan veya
naibi, vali, yargı görevi için tayin edilen kişi veya naibi, yerine göre birer
hâkim rolünde olabilirler. Konuyu Peygamberimizin Ashabı böyle anlamıştır, işin
gerçeği de zaten budur.” İbni Haldun ise, (birçok Batılı tarihçi ve
analiste göre de) siyaset olgusunu tarihte ilk kez ‘değer yargıları’ndan
bağımsız olarak inceleyen bir ilim adamı olarak bilinmektedir. O, ‘mülk’
kavramı çerçevesinde yaptığı analizlerde ‘yönetim’ olgusunun bütün toplumlarda
‘galebe çalma’ ve ‘tahakküm’ esasına dayalı olarak var olduğu tespitinde
bulunmakta ve şunları söylemektedir: “Toplumsal hayatın oluşmasıyla dünya
imar edilir; böyle bir hayat tarzında ise, insanların saldırganlıklarından
korunmak için bir yasakçıya ihtiyaç duyulur. Yasakçı, iktidarı eline alır,
insanları kendisine itaat ettirir.” Bu ifadeler, onun, ‘siyaset’ olgusunu,
‘güç’ kavramı çerçevesinde tanımlanabilecek ‘evrensel’ bir gerçeklik olarak
gördüğünün delilidir. İşte Müslüman ilim adamlarının cümlelerinde yer alan bu
ifadeler, bize şunu göstermektedir: ‘siyaset’ (veya ‘devlet’), mahiyeti
itibarıyla, bütün insan topluluklarında görülen bir olgudur. O halde, Müslüman
olsun, gayrimüslim olsun, bütün toplumların bir siyasal organizasyonu
olacaktır.
Bu sonuç da bizi şu yargıya
götürür: Gerekliliği noktasında Kur’an ve Sünnet’ten hiçbir delil bulunamasaydı
bile, devlet, İslâm’ın yaşanması için şart olurdu. Zira Müslüman bir ümmet’in
‘var olması’ veya ‘varlığını sürdürmesi’ için ‘siyasal organizasyon’a ihtiyacı
vardır.
Bu noktada, bir başka önemli
tespitte daha bulunmamız gerekmektedir. Bilindiği gibi, klasik dönem uleması,
devletin gerekliliği meselesini, dar’ul-İslâm’ın mevcut olduğu şartlarda
tartışmışlardır. Çağdaş dönemde ise ‘altyapı şartları’ değişmiş; dar’ul-İslâm
dağılmış, Müslümanlar ‘siyasal güç’ten mahrum olarak seküler-demokratik
düzenler içerisinde yaşamak durumunda kalmışlardır. Buradaki mesele şudur:
Acaba alt yapı şartlarının temelden değiştiği bu şartlarda da, devletin
gerekliliği meselesini, klasik dönem ulemasının tartıştığı gibi mi ele almak
gerekir, yoksa ‘içtihat’ müessesesinden yararlanarak, meseleyi daha farklı bir
şekilde ele almak mümkün müdür? Örneğin, devletin gerekliliğini ‘dinî’ veya
‘aklî’ gerekçelere dayanmadan, ‘hakikat’ iddiası temelinde açıklayabilir miyiz?
Bu soruya şu bakımdan olumlu cevap verilebileceğini düşünüyorum. Bilindiği
gibi, şartların değişmesi ile birlikte fetva da değişebilir. Bu, her durumda
geçerli olmamakla birlikte, bazı hallerde söz konusu olabilir. Örneğin,
hükümlerin uygulanması için ‘siyasal güce’ ihtiyaç olduğu naklen ve aklen sabit
bir husus olmasına rağmen, bu gücün ‘mahiyeti’ veya ‘vasıfları’ konusunda
(değişen şartlara göre) farklı fetvalar verilebilir. Nitekim çağdaş dönemde
Müslümanların içinde bulundukları siyasal şartlar, birçok bakımdan, Mekke
Dönemi şartlarıyla benzerlik göstermektedir. Hâlbuki klasik dönem ulemasının
‘siyaset olgusu’na dair yazdığı eserlerde, hep Medine Dönemi şartları göz
önünde bulundurulmuştur. Dolayısıyla, çağdaş dönemde siyaset olgusunu tanımlama
noktasında doğru olan yaklaşım, Mekke Dönemi şartlarını gözetmektir. Başka bir
ifadeyle, klasik dönem eserleri, Dar’ul-İslâm/Dar’ul-Harp zıtlığı esasına göre
yazılmış ve fetvalar da buna göre verilmiş iken, çağdaş dönemde Müslüman
ülkelerde genellikle Dar’ul-Küfr şartları hâkimdir. Şu halde, siyasetin yahut
devletin mahiyeti konusunda bu şartlar gözetilerek hüküm verilmelidir. Bu
bağlamda, Hz. Peygamber’in Mekke Dönemi pratiğine baktığımızda şunu görürüz:
Müslümanlar bir yandan müşriklerle sıcak çatışmaya girmekten kaçınmakta, fakat
bir yandan da ‘siyasal iktidar’ı ele geçirmek için sıkı bir örgütlenme çabası
göstermekte ve ‘davet’ çalışması yürütmektedirler. Burada davet çalışmasının
ana eksenini, yeni bir ‘cemaat’ oluşturma ve Hakikat İddiası’nı güçlü bir
şekilde savunma amaçlarının belirlediği görülmektedir. İşte benzer şartlara
sahip çağdaş dönemde de yapılması gereken budur. Yani çağdaş dönemde de,
siyasal güce sahip olmak için, ilk olarak, ‘davet’ çalışmalarına ve ‘toplum’un
inşasına öncelik verilmelidir. Çünkü güçlü bir siyasal organizasyonun (ya da
‘devlet’in) kurulması için, öncelikle, güçlü bir ‘toplum’a ihtiyaç vardır.
Mekke Dönemi şartlarında güçlü bir toplumun inşası ise ancak ve ancak Hakikat
İddiası’nın güçlü bir şekilde savunulması ile mümkündür. Hakikati temsil etme
noktasında gösterilecek en küçük zaaf bile, toplumun inşası sürecini olumsuz etkiler.
Sözün özü; Mekke Dönemi şartlarının
büyük ölçüde geçerli olduğu çağdaş dönemde Müslümanların yapması gereken şey,
‘hakikat iddiası’ ile ‘iktidar talebi’ arasındaki doğrudan ilişkiyi
vurgulamaktır. Zira İslâm bizatihi Hakikat’tir ve o yüzden de toplum hayatında
da kendi hükümlerinin geçerli olması gerektiğini söyler. Mademki “Yaratma Allah’a aittir.”, o halde
“Emretme de O’na ait olmalıdır.” Mademki “Hükmetme yetkisi Allah’ındır.”, o
halde asli karar-alma mercii de O olmalıdır. Bir konuda ‘doğru hükmü’ ancak O
verir; çünkü ilmi mutlak olan ancak O’dur. O yüzden, insana ve toplumlara düşen
(ve tabii ki ‘doğru’ olan) O’nun emrine uymaktır. Şu halde, hem fert hayatında
hem de toplum hayatında (yani siyasal alanda) O’nun emirlerine uymak, sadece
Yaratıcı’ya itaat anlamına gelmez, ayrıca Hakikat’e tabi olmak anlamına da
gelir. Özetle, İslâm’da siyasal güç, yalnızca bir takım hükümlerin uygulanması
için talep edilmez, aynı zamanda ‘Hakikat İddiası’nın toplum hayatındaki pratik
karşılığıdır. Esasen, bütün ideolojiler de, devleti, bir ‘amaç’ için talep
ederler. Buna modern ulus-devlet de dâhildir. Bunun kanıtı, modern
ulus-devletin meşruiyetini ‘bilim’e dayandırmış olmasıdır. Bugün demokrasi,
özgürlük ve insan hakları temelinde kurulmuş olan Batılı devletlerin
varlıklarını meşrulaştırma gerekçesi, aslında, Hakikat’i kendilerinin temsil
ettiği yönündeki iddialarıdır. Hakikatin gerçek temsilcisi olma noktasında
ısrarcı olan İslâm’ın ‘iktidar’ talebi de bu şekilde anlaşılabilir. Bunu şu
şekilde özetlemek mümkündür: “Kim hakikati temsil ediyorsa, siyaset alanında
da o egemen olmalıdır.”
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış