Yüzlerce farklı milletin yaşadığı
ve 300’e yakın ülkenin bulunduğu dünyada farklı ırk, din, kültür ve uluslara
göre bir rekabetin ve hatta yer yer çatışmanın olduğu bir hakikattir. Ancak
bütün bu farklılık, zenginlik ve çeşitliliğe rağmen dünya üzerinde etkin bazı
inanç ve medeniyetlerin diğerlerine göre daha baskın, daha etkin, daha fazla
asabiyet ile birbirine bağlı ve daha güçlü olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Huntington medeniyeti “Halkların en yüksek kültürel gruplaşması, insanları
diğer türlerden ayırmasa da halkların en geniş kültürel kimliği” olarak
değerlendirmektedir. Bazı medeniyetlerin geçmişte güçlenip günümüzde
zayıfladığı, yerlerini bir diğerine bıraktığı, yeryüzünün yükselen ve düşen
güçlerinin bulunduğu ve bunların birbirini etkilediği görülmektedir.
Milletlerin yükselişi ve düşüşü belirli kurallara bağlıdır ve bu kurallar
yüzyıllar geçse de benzer özellikler arz etmektedir. Medeniyetlerin kaderi
birbiri ile bağlantılıdır ve kardeşlerin dahi birbirine rakip olabildiği,
çekişebildiği ya da çarpışabildiği bir dünyada, medeniyetler arasında da
kaçınılmaz bir çatışma gerçeği durmaktadır.
Günümüzde İslâm medeniyeti, Batı
medeniyeti, (Hıristiyan Batı) Çin ve Hint Medeniyeti, gibi medeniyetler
yükselmekte ve birbiri ile ittifak, çekişme, rekabet ya da çatışma temelli
ilişki kurmaktadır. Ancak, İslâm Hilâfeti’nin ilga edildiği son yüzyıl boyunca
dünyaya hâkim tek gücün Batı olduğu görülmektedir. Batı 13. yüzyıla dek süren
Haçlı Seferleri’nden günümüze kadar asıl düşmanı ve “öteki” olarak İslâm
dünyasını görmüş, tehdit algısında da İslâm’ı baş rakip ve tehdit olarak
tanımlamıştır. Bu, İslâm dünyasının Batı’ya rakip ya da alternatif olması
dolayısıyla değildir. Bilakis Batı aslında İslâm dünyasında bulunması gereken
otoriteyi gasp etmiştir ve bu gasp ve sömürüsünden sahte güç ve içi boş bir
takım değerlerini koruyup, dayatmayı amaçlamaktadır.
Batı dünyası ile İslâm Hilâfeti
arasında var olduğu günden bu yana devam eden çatışmanın dini, siyasi, iktisadi
nedenleri bulunmaktadır ve Batı dünyası günümüzde de doğrudan ve dolaylı
yöntemlerle İslâm Hilâfeti’nin ya da buna benzer bir alternatif politik
birliğin gerçekleşmemesi için elinden geleni yapmaktadır.
Bu çatışmayı incelemeden önce
“Batı” kavramı ile neden bahsettiğimize değinmek yerinde olacaktır. Batı olarak
ifade edilen kavram ile genelde “Yeni
Dünya Düzeni” ifade edilmektedir. Bu dünya düzeni ise II. Dünya Savaşı
sonrasında güçlü ülkelerin zayıf ülkeleri nazikçe ve diplomatik yollarla
sömürdüğü kurum olmakla eleştirilen, sadece 5 ülkenin veto yetkisinin bulunduğu
BM’nin kurulması ve ardından inşa edilen uluslararası ve uluslar üstü kurumlar
ile bu adaletsiz ilişkinin kurumsallaşıp kökleşmesine tekabül eder. Bu durumda,
Doğu’da olan Rusya, Çin, İsrail, Güney Kore, Suudi Arabistan gibi ülkeler
coğrafi olarak “Doğulu”, aidiyet olarak “Batılı” olurlar. Ünlü Sosyolog Edward
Said de bu görüştedir.
Batı dünyası bu yönü ile kendi
içerisinde sistematize ettiği bir dünya düzeni kurmuştur ve bu dünya düzeni
açık bir şekilde İslâm’ı ve hatta İslâmî olan her şeyi devre dışı bırakmakta,
onu düşman kategorisinde değerlendirmekte ve hatta reddetmektedir. Kısacası
Batı ile İslâm arasında bir çatışma vardır ve Hilâfet sistemi İslâm siyasi
sisteminde en üst düzey otoriteyi temsil etmekte, bu da doğal olarak Batı
dünyasında Hilâfet karşıtı retorik ve eylemlerin arkasındaki asıl motivasyon
kaynağı olarak durmaktadır.
İslâm’ın ön gördüğü dünya sistemi
ile Batı dünyasında kabul gören sistem arasındaki farklılıklar zorunlu olarak
sadece iki farklı dünya görüşünün çıkar çatışması ya da rekabetine dayanmaz.
Bilakis iki sistem ve tecrübe arasındaki farklılığın sonuçlara dayalı rekabet
ve çatışmanın yanında kökeni açısından da varoluşsal bir farklılık arz ettiği
ortadadır. Öncelikle dinin yanlış yorumlanıp, dini kuralların bir baskı aracına
dönüştürülerek Batı halkları için bir kâbusa dönüştürülmesi tecrübesini kilise
uygulamalarıyla yaşayan ve Rönesans Dönemi sonrasında sadece dine değil
bütünüyle manevi olan her şeye karşı bir reaksiyon geliştiren modern Batı
düşüncesi özü itibariyle sekülerdir. Hatta laikliğin bir çözüm olarak İslâm
dünyasına uyarlanması konusunda ilk itiraz edilecek konulardan biri belki de
İslâm dünyasının hem böylesi bir baskıcı dini tecrübe yaşamamış olması hem de
dine karşı topyekûn bir tutum geliştirmemiş olmasıdır. Batı’da laiklik ile
yoğrulmuş bulunan bilimsel düşüncenin (özellikle de siyasi düşünce) bir çelişki
arz eder biçimde özünde Protestan ahlakı barındırıyor olması, İslâm’ın dünya
görüşü ile çatışan ayrı bir boyuttur. Bu çatışmalara kapitalizm tecrübeleri,
faize dayalı dünya ekonomik sistemi, materyalist yaşam biçimi, çoğunlukla
tarihi kökenleri olan kin ve düşmanlıklar ile çıkar ve güç mücadelesi de
eklendiğinde İslâm’ın siyasi ve dini bir kurum olarak vazgeçilmez bulduğu
Hilâfet mekanizmasını Batı’nın neden tehdit olarak algıladığı daha açık biçimde
ortaya çıkar. Batı ile İslâm arasında devam eden çatışmanın sadece dini
kökenleri bulunmamaktadır. Batı materyalist ve modern olduğu kadar Protestan ve
yerine göre köktencidir. George W. Bush’un 11 Eylül sonrası Afganistan işgalini
ilan ettiği konuşmasında tüm dünya önünde ve İslâm’a karşı geleneksel Batı
öfkesini ve tarihi düşmanlığı da uyandırmak amacıyla “Bu bir haçlı savaşıdır.”
demesi ve çok sayıda Batılı liderin de savaşa haçlı savaşı tanımlaması yapması
çatışmanın dini yönüne işaret etmektedir. Bush bu açıklamasında El Kaide’yi
Ortadoğu’dan İspanya’ya, Kafkaslardan Balkanlara uzanan bir İslâm Hilâfeti
kurma planı ile suçlamaktadır ve “Dünya onların nefret dolu ideolojisi ile
yönetilecek.” diyerek de dünyaya korku pompalamıştır.
Batı ile İslâm dünyası arasında
yaşanan çatışmaya dair siyasi ve iktisadi bakışın özü itibariyle çatışmanın bir
inanç savaşı olduğu yönünü gizlemeye çalıştığı görülmektedir. Bu bilinçli ya da
bilinçsiz olsun böyledir. Çatışmanın dini yönüne aşırı vurgu ise siyasi ve
ekonomik yönünü ihmal etmek olarak değerlendirilebilir. Oysa muhtemel bir
Hilâfet sisteminin başarısı Batı için hem inanç açısından hem de ekonomi ve
siyaset açısından kabul edilebilir değildir ve karşıt reaksiyonu besleyecektir.
Batı zihni dünyayı merkez ve
periferi olarak ikiye ayırmaktadır. Merkez periferi (çevreyi) sürekli biçimde yönetir, değiştirir ve
dönüştürür. II. Dünya Savaşı sonrasında şekillenen bu yenidünya düzenine bir
takım mukavemetler gelişmiştir. Batılı düşünürlerden William Blum Doğu’nun
Batı’ya 5 temel isyanından bahseder ve bunları aşağıdaki gibi sıralar:
1- Uluslararası sistemin parçası
olmak ve kurumlara üyelik talebi.
2- Sömürgeciliğe isyan, ırksal
isyan.
3- Özgürlük ve onur arayışı.
4- Küresel sisteme iktisadi İsyan.
5- Kültürel sömürgeciliğe isyan.
Blum Batı’ya yönelik bu 5 temel
isyanın en tehlikelisinin sonuncusu olduğunu ve halkların Batı tarafından
kendilerine dayatılan kültür ve dünya görüşlerini benimsemeyip buna meydan
okumaya eğilimli olduklarını belirtmektedir. Arap Baharı ve özellikle de Suriye
krizinin Batı’nın İslâm dünyasını tanımlama/şekillendirme projelerine bir isyan
niteliği taşıdığı da sıklıkla dile getirilmiştir.
Batı dünyası bir yandan kendisine
alternatif olacak her gücü hedefe oturtup, sindirmeye çalışırken, diğer yandan
kendini en mütekâmil medeniyet ve insanlığın ulaşabileceği son nokta olarak
sunmaktadır.
1990’lı yılların sonunda yoğun
olarak tartışılan ancak daha sonraları kuramına ciddi eleştiriler yöneltilen Tarihin
Sonu kitabının yazarı Francis Fukuyama dünyanın Amerikan değerlerine göre
yeniden şekillenmesinin aslında medeniyetin tüm ülkelerde yaygınlaşması
olduğunu ve Amerikan değerlerinin evrenselliğini sorgulayanların hatalı
olduklarını savunarak bu tek tipleşmeden övgüyle söz etmektedir. Ona göre,
yaygınlaşan küresel Batı kültürü insan ırkının ulaştığı son noktayı temsil
etmektedir. Batı kültürü, Batı değerleri, Batı medeniyeti gibi terimleri
kullanırken Batı’nın tam olarak ne olduğu sorunsalı gündeme gelmektedir. Bu
konudaki araştırmalarıyla bilinen Huntington Batı’nın her ne kadar pusula
yönüne işaret etse de Hristiyan Avrupa ve Amerika anlamına geldiğini
düşünmektedir.
Fukuyama Tarihin Sonu isimli
kitabının giriş bölümünde Liberal Demokrasi’nin insanoğlunun ilerleyişinde son
noktayı oluşturuyor olabileceğini, diğer birçok dünya görüşünü
etkisizleştirerek tüm dünyada etkin olan bu anlayışın insanlığın ulaştığı son
nokta olarak yeni bir rakibinin olamayacağını iddia etmektedir. Bu görüşün
fazla iddialı olduğu hatta teoriyi mutlak gerçek olarak göstermekle
eleştirildiği bilinmektedir. Küreselleşme ile beraber kültürel değerlerin,
insanların, paranın ve bilginin devasa akışkanlığının tüm dünyada Batı merkezli
dünya görüşünü yaygınlaştırdığı ve kültürel bir tek tipleş-tir-meye kapı
araladığı görüşü Fukuyama’nın teorileriyle ciddi oranda gündeme gelmiştir.
Tıpkı Liberal demokrasinin insanlık
tarihinin en son ve en mükemmel buluşu olduğunu ve bunun evrensel gerçeği
temsil eden bir Batı ürünü olduğunu iddia eden Fukuyama gibi Huntington da Batı
siyasal medeniyetinin en üretken ve en mükemmel sistem olduğunu iddia etmekte
ve bu görüşünü “Başka hiçbir medeniyet önemli bir siyasal ideoloji
yaratamamıştır.” sözleriyle dile getirmektedir. Ancak ona göre dünyada
artık Batı’da ortaya çıkan medeniyet içi siyasal düşünceler değil din ve kültür
çatışmaların temel nedeni olacaktır.
Küreselleşmenin yaygınlaşması da
dünyaya kimin değerlerinin hüküm süreceği tartışmasını gündeme getirmektedir.
Küreselleşme geliştikçe hiç şüphesiz yaygınlaştırdığı değerler Batılı değerler
olmakta ve Batı bundan politik ve iktisadi fayda sağlamaktadır.
Kumaravadivelu’ya göre kültürel
küreselleşme dünyadaki kültürel akışkanlığın artması olarak tanımlanabilir. “Dünyada insanlar ve kültürleri-fikirleri,
değerleri, yaşam biçimleri arasındaki ilişki daha önce hiç olmadığı kadar
gelişmekte ve derinleşmektedir.” Dünyanın artık küresel bir mahalle
olduğuna değinen yazar; televizyon, sinema, internet gibi araçlarla eskiden
yabancı olan kültürlerin artık bize o kadar da yabancı olmadığına
değinmektedir.
Kumaravadivelu’nun
sınıflandırmasıyla Benjamin Barber, Francis Fukuyama ve George Ritzer gibi
araştırmacılar küreselleşmenin kültürler üzerinde homojenleşme etkisine neden
olacağını savunmaktadırlar. Bu düşünceye göre Amerikan tarzı tüketicilik bu
sürecin başat etkenidir. Samuel Huntington, Anthony Giddens ve John Tomlinson
gibi uzmanlar ise tam tersi bir süreç olan kültürel heterojenleşmeyi
savunmaktadırlar. Üçüncü bir grup olan Robbie Robertson, Roland Robertson ve
Arjun Appadurai ise bu iki etkinin beraberce kültürleri etkiliyor oldukları
tezini savunmaktadırlar.
Shomoossi ve arkadaşlarının aktarımıyla
Appadurai küreselleşmenin kalbinde homojenleşme ile heterojenleşme tansiyonunun
bulunduğunu belirtmektedir. Politik bilimci Benjamin Barber tarihçi Francis
Fukuyama ve sosyolog George Ritzer gibi düşünürler, küreselleşme ile beraber
dünyada Amerikan tarzı tüketici kültürün başat rol üstlendiği bir tek
tipleşmenin gerçekleştiğini düşünmektedirler. Hiper-küreselciler olarak
tanımlanan bazı düşünürler de küreselleşme ile beraber küresel bir kültürün
ortaya çıktığını savunmaktadırlar. Bu kesim, oluştuğunu savundukları küresel
kültürün Batı değer motifleriyle süslenmiş olmasını olumlu bir gelişme olarak
algılamaktadırlar. Ritzer dünyanın kültürel açıdan tek tipleşmesini dünyanın
McDonaldlaşması olarak değerlendirmekte ve tıpkı McDonald şirketinin tüm dünyadaki
restoranlarında servislerin, giyim şeklinin, ürünlerin ve sunum tarzlarının
aynı olması gibi bu süreçle dünya insanlarının da üretkenliğini yitiren
robotlara dönme tehlikesini gündeme getirmektedir. McDonald şirketinin
örnekliği standart yemek servisleriyle hem bir tüketim kültürünü sembolize
ettiği hem de yemek kültürüne etkisi dolayısıyladır.
Cihad ve McDünya isimli kitabın yazarı Amerikalı
siyasal kuramcı Benjamin Barber ise küreselleşmenin tek tipleştirici etkisine
karşı dünyanın birçok yerinde lokal tepkilerin gerçekleştiği ve fundamentalist
olarak tanımlanan örgütlerin bu kültürel Batılılaşmaya meydan okumalarının
küreselleşmenin aynı zamanda kültürel çatışmaları da ürettiği tezini
desteklediğini savunmaktadır. Yazar birbirinden farklı kültür ve değerler
taşıyan halk kitlelerinin giderek daha fazla tekdüzeleşen, kapitalizmin popüler
kültürden yaşam biçimine kadar ürettiği yeni ürünleri sorgulamayan tüketicilere
dönüştüğü görüşündedir.
Batı’nın güçlendiği ve dünya
sisteminin lideri olduğu, İslâm dünyasının bir duraklama ve gerileme dönemine
girdiği İslâm Hilâfeti’nin ilga edilmesi sürecinden günümüze İslâm dünyasının
yeniden bir Hilâfet nizamı tesis etmesi ihtimali her zaman Batı açısından
öncelikli tehdit konusu olagelmiştir. Eğitimden, siyasete, medyadan, ekonomiye,
mikro ve makro ilişkilerden İslâm dünyasında yaşanan yerel ve bölgesel
çatışmalara dek tüm ilişki ve çatışmalarda İslâm coğrafyasının yeniden Hilâfet
temelli politik bütünlüğünü elde edeceği korkusu mutlaka hatırı sayılır bir etkide
bulunmuştur. İslâm dünyası Ortadoğu kavramında atfedildiği gibi artık
birilerinin “Orta’sının Doğu’su” olmayı reddetmektedir ve küreselleşme basitçe
İslâm dünyasında Batı tandanslı değerler ve yaşam biçimlerinin yaygınlaşmasının
yanında ümmetçi düşünceyi de yaygınlaştırmaktadır. Gelecek yüzyılın ana çatışma
ve tartışma konusunun dünya sisteminde Batı liderliğindeki seküler güçlerin mi
yoksa İslâm dünyasının mı söz sahibi olacağı ya da kimin ne denli söz sahibi
olacağı konusu üzerinde yoğunlaşacağını şimdiden öngörmek mümkündür.
Kaynakça
Barber, R B.(1995). Jihad vs.
McWorld, New York: Ballantine Books
Fukuyama, F. (1992) The End of
History and The Last Man, New York, Macmillan
Huntington, S. (2008) Medeniyetler
Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Kurulması, Okuyanus Yay, İstanbul. (Mehmet
Turan, Çev)
Kumaravadivelu, B. (2008) Cultural
Globalization and Language Education. Yale University
Ritzer, G. (1983) The
McDonaldization of Society. Journal of American Culture, V.6, No: 1,
Steger, B. M. (2004) Küresellşeme, (Abdullah Ersoy, Çev.)
Dost Yay. Ankara
Said, E. (1977) Orientalism.
Penguin, London
Shomoossi, N. ve Marzban, A.(Nisan
2010) Dominance of Americanization in a Translation Task: A Pilot Study in the Iranian University
Training. Journal of Language and Linguistic Studies Vol.6, No.1
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış