Kavramlara yüklenen anlamların erozyona uğraması dil kullanımını da ciddi manada zora sokmaktadır. Nitekim Kürt kardeşlerimize uygulanan asimilasyon ve yok etme siyaseti neticesinde ortaya çıkan kanlı çatışmayı, bölge insanın yaşadığı sıkıntıları, geçmişi ve bugünkü durumu tasvir etmek için “Kürt Meselesi” kavramı kullanılmaktadır. Ancak bu kullanım sanki sorun çıkartan Kürtler gibi ya da bu sorunlar sadece Kürt kardeşlerimizin sorunları gibi anlaşılabilmektedir. Biz Osmanlıca “Galat-ı meşhur lügati fasihten evladır” cümlesine binaen vakıayı tam tasvir etmese de “Kürt Meselesi” kavramını mecburiyetten kullanacağız. Bir imla kuralı olarak tırnak içine “. ” almasak dahi bu tanımı sahiplenmediğimizi belirtmek istiyoruz.
“Kürt Meselesi” denilen olgu üzerine söylenen sözlerin hacmi oldukça büyüktür. Zira kanayan bu yara her geçen gün derinleşmekte ve Allah muhafaza Kürt-Türk ayrışmasına doğru hızla sürüklenmektedir. Bir zamanlar aynı gaye uğruna aynı toprağa kanları akan bu iki halk bugün suni bir ayrılık çemberine sıkıştırılmak istenmektedir. Geleceğe doğru ümmet bilinciyle bakabilen herkes için tehlike çanları çaldığı tartışmasız bir gerçektir. Zira bu ayrışımın ulaştığı boyutlar parçalanma ve birbirine düşman olma sınırına dayanmış vaziyettedir.
Ayrıca Kürt kardeşlerimize karşı uygulanan asimilasyon ve şiddet neticesinde yaşanan kirli savaş onbinlerce insanın canına mal olurken yaralanmış, sakat kalmış, tutuklanmış kişilerin ve ailelerinin sayılarını göz önüne aldığımızda korkunç bir bilanço karşımıza çıkmaktadır. Böylesine toplumun geniş bir kesimini etkisi altından tutan bir meselede Müslümanların söyleyecek sözü, atacak adımları mutlaka vardır, olmalıdır. Lakin söylediğimiz sözün yani çözüm önerimizin meseleyi kökten çözecek bir kapasiteye sahip olması kaçınılmaz olduğu gibi bu kapsamlı çözüm önerileri için meselenin tam olarak ortaya konulması da kaçınılmazdır. İşte bu nedenle “Kürt Meselesi” denilen olgunun nasıl ortaya çıktığının ve bugünlere nasıl geldiğinin en azından ana hatlarıyla bilinmesi gerekir.
Statü, kabaca bireyin toplumdaki konumudur. Sosyal bilimlerde edinilmiş ve kazanılmış statü şeklinde iki tür statüden bahsedilir. Edinilmiş statülerde kişinin bu konumu elde etmesinde hiçbir dahli yoktur yani doğuştan/yaratılıştandır. Dolayısıyla edinilmiş statüler karşısında pozitif ya da negatif bir tutum belirlenmesi doğru değildir. Örneğin insanın kadın yahut erkek olması, teninin renginin siyah yahut beyaz olması edinilmiş statülerdendir ve ne övünç ne de utanç vesilesi olabilir. Kazanılmış statü ise avukat, doktor, Müslüman olmak vb. insanın kendi gayretleriyle elde ettiği statüdür.
Konumuz olan kavmiyetçilik; esasında edinilmiş statüyü kazanılmış statü gibi gösterme gayretinden başka bir şey değildir. Hemen belirteyim ki kavmiyetçilik ya da yaygın kullanımla milliyetçilik salt kişinin müntesibi olduğu kavmi sevmesi değildir. Zira kişinin kavmini sevmesi fıtri bir durumdur ve onu bastırmaya ya da yok etmeye çalışmak hem anlamsız hem de boş bir çabadır. Nitekim hadiste şöyle geçti:
Vasile b. el-Eska’ anlatıyor: “Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e kişinin kavmini sevmesi asabiyet/ırkçılık sayılır mı?” diye sordum. “Hayır, asabiyet/ırkçılık, kişinin kavminin yaptığı zulmüne yardımcı olmasıdır.” diye buyurdu.” (Ahmed b. Hanbel, 4/107; Mecmau’z-zevaid 6/244, İbn Mâce Fiten 7, hadis no: 3949)
Bugün Müslümanların yaşadığı coğrafyalarda (özelde Türk-Kürt ayrışması) ortaya çıkan ayrışım sorunu kişinin kavmini sevmesinden kaynaklı bir sorun değildir. Bilakis bu sorunlar siyasî kavmiyetçiliğin yakıcı neticelerindendir. Öyleyse bizim dikkatlerimizi yöneltmemiz gereken esas alan siyasî kavmiyetçilik alanıdır.
“1879 Fransız İhtilali milliyetçilik akımını doğurdu” klişe cümlesi tarih kitaplarında sık sık yer almaktadır. Bu ezber cümle pek de irdelenmeksizin kabul görmüş gayet doğal karşılanmıştır. Bu cümleye ilk bakışta sanki milliyetçilik daha önce yoktu Fransız İhtilaliyle birlikte hayat buldu gibi bir anlam çıkartılabilir. Oysa kavmiyetçilik neredeyse insanlık tarihiyle eş bir geçmişe sahiptir. Zira kişinin ailesinin diğer ailelere karşı üstünlüğünü istemesi bu gerçekleşince kabilesinin diğer kabilelere karşı üstünlüğünü istemesi bu da gerçekleşince kavminin diğer kavimlere karşı üstünlüğünü istemesi fikrin mumla arandığı zaman diliminde geçerli bir akçedir. Yani insanoğlundaki düşük fikrin neticesidir. Hayatı kuşatıcı bir ideolojinin olmadığı günlerde böyle düşük fikirler piyasada rağbet bulmaktadır. Özetle Fransız İhtilali ile birlikte hayat bulan kavmiyetçilik siyasî kavmiyetçiliktir ki onun somut meyvesi Ulus Devlet’tir.
Peki, ne oldu ki Fransız İhtilali ile birlikte kavmiyetçilik akım olup tüm dünyayı etkisi altına aldı?
Kapitalizm dini hayattan ayırma ilkesi üzerine bina edilmiş olmakla birlikte uygulama safhasında iki esas ön plana çıkmıştır ki bunlar menfaatçilik ve bireyciliktir. Menfaatçilik denilen olgu rasyonel aklın şahsi menfaatleri ön plana çıkartacağı ön kabulüne dayanmaktadır. Weber’in rasyonelleşme kavramsallaştırması da zaten bu bakış açısıyla ortaya konulmuştur. Nitekim Kapitalizm’in hayatı kuşatma altına aldığı ilk dönemlerde menfaatçilik her şeyin hatta insanlığın dahi önüne geçmiştir. Neticede güçlünün zayıfı ezdiği, zulmün her alanda barizleştiği bir hayat vukuu bulmuştur.
Kapitalizm, batı coğrafyasına ve batı zihniyetine hâkim konuma yükseldiğinde doğal olarak Hristiyanlığın toplum üzerindeki etkisini devre dışı bırakmıştır. Din toplumda duygu ve fikri birlikteliği sağlayan en güçlü unsur iken birden hayat sahasından uzaklaşması ciddi bir kaos ve anomi oluşturmuştur. Durkheim, anomiyi normların yokluğu veya toplumun temel değerleri üzerinde önemli bir çatışma olarak adlandırır ve bu tür bir toplumsal 'hastalığın' özellikle toplumsal kargaşa veya dönüşüm dönemlerinde ortaya çıkacağından korkar ki Kapitalizm’in ilk dönemleri tam da Durkheim’in korktuğu durumun ortaya çıktığı dönemlerdir. Bu ürkütücü durumla baş etmek için Comte’un kabul görmeyen önerisi ise yeni bir din, “İnsanlık Dini”dir.
Dinin devre dışı kalması ve Kapitalizm’in insanları birbirine bağlamaktan yoksun bir ideoloji olması toplumu birbirine bağlayacak bir tutkal arayışına sevk etmiştir ki kavmiyetçilik işte tam bu noktada devreye girmiştir. Esasında Kapitalist ideoloji öğretileri ile kavmiyetçilik birbiriyle örtüşen, birbirini tamamlayan iki unsur asla değildir. Zira kapitalizm bireysel menfaatçiliği her şeyin üstünde görme eğilimindeyken; kavmiyetçilik kavmin maslahatlarını her şeyin üstünde görme eğilimindedir. Hatta gerekirse bireylerin hak ve özgürlüklerinin ellerinden dahi alınabileceğini salık vermektedir. Böylesine bir birine zıt iki unsur Ulus Devlet Projesi kapsamında bir araya getirilmiş ve toplumu bir arada tutan ortak duygu ve ortak fikir üreten bir olgu olarak benimsenmiştir. Böylece Kapitalizm’in yoksunluğu giderilmeye çalışılmıştır.
Kapitalizm’in bireyselcilik anlayışıyla kavmiyetçiliğin sentezlenmesinde Kant felsefesinin rolü yadsınamaz. O kendi kaderini tayin eden bireyi evrenin merkezine yerleştirmiş ve kendi kaderini tayin hakkını en yüce değer olarak görmüştür. Kant’ın bireye yönelik bu yaklaşımının siyasî kavmiyetçiliğe yansıması ise self determinasyondur. Yani klasik anlamda ulusların kendi geleceklerini belirleme haklarının bulunması gerektiğidir.
Kavmiyetçilik Batı’da toplumu birbirine bağlayan tutkal vazifesi gören bir olgu iken; aynı kavmiyetçilik Doğu’da yani Osmanlı topraklarında ayrılık tohumları ekmiş ve Osmanlı Devleti’nin parçalanmasında hayati bir rol üstlenmiştir.
Osmanlı Hilafetinin yıkılışının ardından kurulan Türkiye Cumhuriyeti kavmiyetçiliği halkın göğsüne sapladığı oklardan bir ok olarak kabul etmiş ve Batı’daki Ulus Devlet Projesini taklit etme adına her türlü iğrençliğe imza atmıştır. O dönemdeki devlet aklını idrak edebilmek için Başbakan İsmet İnönü’nün Sivas demir yolu açılışı münasebetiyle yaptığı açıklamaya bakmak yeterlidir. İnönü şöyle diyordu:
“Sadece Türk milleti bu ülkede etnik ya da ırki bir takım haklar isteyebilir. Başka hiçbir kişinin buna hakkı yoktur. Demiryolunun sınıra ulaştığı gün bütün tereddütler bu gerçek karşısında sonuçsuz kalacaktır..." (Milliyet Gazt. 31 Ağust. 1930)
Yine İsmet İnönü tarafından hazırlanan Kürt Raporu’nda Kürtleri Türkleştirmek için yapılması gerekenler uzun uzadıya anlatılmaktadır.
Esasında bu akıl daha doğrusu sefih düşünce tarzı bugün dahi varlığını korumaktadır. CHP İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler Meclis kürsüsünden “Kürt milliyetçiliğini bana 'ilericilik' ve 'bağımsızcılık' diye yutturamazsınız. Türk ulusuyla Kürt milliyetini bana eşit gördüremezsiniz” diyerek jakoben yaklaşımın henüz tükenmediğini, varlığını sürdürdüğünü göstermiştir.
Açıktır ki Şeyh Said kıyamından bugüne Müslüman Kürt halkına yaşatılan zulümlerin haddi hesabı yoktur. Bölge halkı bunu fiilen yaşarken bölge dışındakiler yaşanan anlatımlarla her şeye şahitlik etmiştir. Dolayısıyla bu yazımızda Kürt halkının yaşadığı sıkıntıları tek tek dile getirmeye lüzum yoktur. Bunun yerine “Kürt Meselesi” hakkında çözüm önerilerini masaya yatırıp kendi çözüm önerimizi ortaya koymaya çalışacağız.
Kürt Meselesindeki geleneksel devletçi çözüm önerisi askeri operasyonlarla isyancıları bastırmaktır. Nitekim çok uzun bir süre bu minval üzere hareket edilmiş ve yüzlerce köy yakılmış, boşaltılmış, onbinlerce insan öldürülmüştür. Bu zihniyet gerekirse tüm Kürtleri öldürmeyi dahi göze alabilecek bir üst bakışa sahiptir. Adeta onlar devletin sahibi Kürtler ise terbiye edilmesi gereken efendisine isyan etmiş kölelerdir.
Öldürmekle yakıp yıkmakla sorunun çözülemeyeceğini gören bu zihniyet askeri müdahalelerin yanına yeni bir ek yaparak meseleyi bölgede yaşanan işsizliğe ve gelir seviyesinin düşüklüğüne bağlamaktadır. Onlara göre bölgeye gerekli yatırımlar yapılırsa, eğitimsiz Kürtler eğitilirse hiçbir sorun kalmayacaktır.
Kürt Meselesin dair diğer bir yaklaşım ise demokratik standartların yükseltilerek sorunun çözüme kavuşacağını iddia etmektedir. Yani “artık biz abi olmaktan vazgeçelim kardeş olalım, demokratik özerklikte dahil tüm demokratik hakları Kürtlere de verelim. Kardeş kardeş geçinelim.” anlayışı.
Kuşkusuz bu yaklaşımların tamamı sorunu köklü çözüme kavuşturacak kapasitede değildir. Zira mesele ne yatırım meselesidir ne eğitim ne de demokratik standartların yükseltilmesi meselesidir. Şayet bu doğru olmuş olsaydı Belçika örneği karşımızda bize sırıtmazdı. Belçika Flamenler ve Valonların ve az sayıda Almanların yaşadığı bir devlettir. Flamenler Flamence, Valonlar Fransızca konuşur. İki resmi dili vardır. Demokratik standartlar sizin yükselteceğinizden kat be kat fazladır. Kişi başına düşen milli gelir sizin neredeyse üç katınız yani 36.000 dolardır. Tüm bu olumlu görünen istatistiklere rağmen Belçika’da neredeyse iki yıl hükümet kurulamamış ve her iki tarafta birbirlerine ayrılma mesajları göndermiş göndermeye devam etmektedir. Aynı şekilde İspanya’da benzer bir kopuş süreci yaşamaktadır.
Dolayısıyla çözüm olarak ortaya atılan bu tarz öneriler gerçek ve köklü bir çözüm asla değildir. Zira sorun üreten bir sistem içinde çözüm aramak ve bulmak pekte akıllıca bir davranış değildir.
Kuşkusuz bir takım Müslümanların: “Bizim Kürtlerle alıp veremediğimiz yok onlar bizim kardeşimizdir” demeleri pekte anlamlı durmamaktadır. Zira mesele sizin onları ya da onların sizi sevmesinden çok daha öte bir meseledir. Üstelik bu mesele salt Türk-Kürt meselesi ile sınırlı da değildir. Aksine Türk-Arap, Kürt-Arap kutuplaşması da bizleri bekleyen tehlikeli süreçlerdendir.
Şayet sorunun kaynağı kapitalist ideolojinin ürettiği siyasî kavmiyetçilik ise -ki öyledir- öyleyse öncelikle ve ivedilikle kapitalist ideoloji terk edilmelidir. Bu da yetmez siyasî kavmiyetçiliği ümmete pazarlayarak fitne tohumları eken sömürgeci devletlerin elçilikleri derhal kapatılmalıdır. Ayrıca, içeride kavmiyetçilik fikirlerini yayan ve kavmiyetçiliğe davet eden tüm siyasî partiler ve STK’ların faaliyetleri engellenmelidir.
Müslüman halkları birbirine bağlayan bağ kuşkusuz İslam ideolojisidir ki bu ideoloji kıyamet kopsa dahi bir araya gelemez denilen kavimleri bir arada toplamış ve onları kardeş yapmıştır.
إِذْ كُنتُمْ أَعْدَاء فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْ فَأَصْبَحْتُم بِنِعْمَتِهِ إِخْوَانًا وَكُنتُمْ عَلَىَ شَفَا حُفْرَةٍ مِّنَ النَّارِ فَأَنقَذَكُم مِّنْهَا كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ
Hani sizler birbirinize düşmanlar idiniz de O, kalplerinizi birleştirmişti. İşte O’nun bu nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş çukurunun tam kenarında idiniz de O sizi oradan kurtarmıştı. İşte Allah size ayetlerini böyle apaçık bildiriyor ki doğru yola eresiniz. (Âl-i İmran 103)
Şu açıktır ki Batı merkezli siyasî kavmiyetçiliğe son verecek tek kuvvet kavmiyetçiliği kökünden yasaklayan İslam ideolojisi üzerine bina edilmiş, çözümlerini İslam akidesinden çıkartmış İslam Devleti’dir, Hilafet’tir.
لِمِثْلِ هَذَا فَلْيَعْمَلْ الْعَامِلُون
“Çalışanlar, böylesi bir kurtuluş için çalışsınlar.” (Saffat 61)
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış