Kürt meselesinin
rejimle ortaya çıkmış olması ve rejimin kasıtlı ürettiği bu meseleden beslenme
siyasetinin rejim partileri tarafından tevarüs edilmesi meseleyi doğasına
muhalif bir şekilde tanımlanmasında belirleyici olmuştur. Uzun süre tek parti
cuntasıyla yönetilen Türkiye Cumhuriyeti, işbirliği içinde olduğu evrensel
gücün inisiyatifinde dost ve düşman tanımını yapmış, kendisinden besleneceği
sorunları belirleyip tanımlamıştır. İslâmi taleplere “irtica”, inkâr ettiği
Kürt halkının taleplerine “bölücülük” yaftasını vurarak kendi varlığını güvence
altına almıştır. Çok partili döneme geçilmesinden sonra da rejimin
reflekslerinde bir değişiklik olmamıştır. Siyasi Partiler Kanunu ile siyasi
faaliyetler çevrelenirken on yılda bir yapılan darbelerle özellikle İslâmi
faaliyetler ve Kürt kavmine yönelik siyasete balans ayarı verilmiştir. Türk
siyaset dilinde üretilen “vesayet” kavramı bu olguyu işaret etmektedir. Nitekim
T.C. tarihi boyunca kapatılan dernek ve partiler biri “Kürtçülük”, diğeri “irtica”
neden gösterilerek kapatılmıştır.
Konumuz AK Parti
olunca öncelikle bu partinin kuruluş felsefesini ve dünya görüşünü ortaya
koymakla başlamamız yerinde olacaktır. Siyasi Parti Kanunu[1]
çerçevesinde kurulup faaliyet gösteren siyasi partilere “rejim partileri”
demenin bir gerçeğe karşılık geldiği yadsınamaz. Dahası bu deyim, legal siyasal
faaliyetleri tanımlamasının ötesinde Türkiye’de siyaset sürecinin merkezinde
rejimin bekçiliğini yapan devletin bulunduğunu[2]
ifade etmektedir. Bu bağlamda AK Parti rejim partisi olma vasfını en
fazla hak eden parti konumundadır. Hakkında iki kapatma davası açılmış olsa da,
20 yıl kesintisiz iktidarda olması, rejimi koruyarak Parlamenter sitem yerine
Cumhurbaşkanlığı sistemini getirmiş olması[3] ve
son dönemde ortaya koyduğu eylem ve söylem, rejimle özdeşleşen bir yapıya
evrildiğini göstermektedir. Diğer taraftan 14 Ağustos 2001 tarihinde Recep Tayyip
Erdoğan liderliğinde kurulan AK Parti, kendisini “muhafazakâr
demokrat“ kimliğe ve siyasal vizyona sahip bir kitle partisi,[4]
siyaset tarzını “muhafazakâr
demokrasi“ ve “Türk
modeli“ siyaset olarak tanımlamaktadır. Kendisinden önce kurulan “muhafazakâr
demokrat“ partilerden farklı olarak ilkeli olmak yerine son derece
pragmatik davranarak siyasal iktidarını sürdürmeyi öncelemiştir. Bu özelliğiyle
pek çok yazar-çizerin ve hatta bir kısım sözüm ona âlimlerin övgüsüne mazhar
olması şaşırtıcıdır. “AK Parti, Türk siyasal hayatının ideolojik çerçevesine
konjonktürel esneklik serbestisini dâhil etmiştir.”[5]şeklinde
kurulan cümle, AK Parti’yi ele vermektedir. Diğer bir ifadeyle AK Parti’nin
herhangi bir fikrî temele dayanmayan, tamamen Makyavelist/pragmatist bir
zemin üzerinden siyaset yapmakta olduğunu itiraf etmektedir. Çoğu kez söylem ve
eylem çelişkisi içine giren AK Parti’nin anlaşılmasında bu tespitin büyük bir
katkı sağladığı inkâr edilemez. Kimi çevreler bir siyasi hareket olarak AK
Parti’nin Türkiye siyasi tarihini etüt ederek rejimin despotizminden kurtulmak
için bu yönteme başvurduğunu savunmaktadır. Ne ki; AK Parti’nin özellikle
Cumhurbaşkanlığı sisteminin ardından giderek daha çok ilkesiz davranması,
yukardaki savunmayı boşa çıkarmaktadır. Bilakis AK Parti’nin siyasi, ekonomik
vb. her meseleyi iktidarını sürdürme aracı olarak görme zihniyetine sahip
olduğunu göstermektedir. Nitekim “hiçbir siyasi ve ideolojik mülahaza
kardeşliğimizden daha önemli değildir.”[6]
diyen Erdoğan defalarca ideolojik davranmaya şiddetle karşı çıkarak pragmatizme
bağlılığını yinelemiştir. Bunun nedeni; ideolojik yaklaşımların başta Kürt
meselesi olmak üzere birçok temel sorunun köklerinin rejimde aramalarıdır.
Rejim partileri için bunun söz konusu olamayacağı gerçeğine teslim olan AK
Parti, söylem ve eylemlerini düşünsel temelden yoksun bir
Makyavelizm üzerine inşa etmiş ve bu tarz-ı siyaset her icraatına
damgasını vurmuştur.
AK Parti’nin aynı
pragmatik yaklaşımı Kürt meselesinde de sergilediğini görmekteyiz. Bu bağlamda
AK Parti’nin çözüm süreciyle meseleyi taşıdığı boyuta geçmeden önce meseleye
müdahil olan değişik çevrelerin Kürt meselesini hangi somut ifadelere
döktüklerine bakalım.
AK Parti MKYK üyesi
Orhan Miroğlu’ndan başlayalım: Miroğlu, “‘Kürt sorunu’ siyasi ve demokratik
hakların kullanılması, siyasi temsil ve eşitlenme olarak anlaşıldığında başka
şey, ama bir statü sorunu olarak anlaşıldığında başka şeyler söylersiniz.”
diyerek meseleye müdahil tarafların konuyu farklı düzlemlerde ele aldığını
belirtmiştir. Miroğlu şöyle devam etmektedir: “Bu meselenin içinden biri
olarak ‘Kürt sorunu’ kavramının bugünün şartlarında muhtevası ve anlamı
itibariyle ‘eskimiş’ bir kavramdır. Bu kavrama farklı bir anlam da elbette HDP
ve PKK’dan geliyor. Bu kesim için bu mesele, Türkiye’nin şartları ne olursa
olsun, öz yönetim, özerklik gibi özel statülerdir.”[7] Bu
ifadeler AK Parti’nin yaklaşımını ortaya koymakla birlikte her kesimin kendine
göre bir Kürt meselenin olduğunu ortaya koymaktadır.
“Kürt sorunu
yoktur”
sözünün, sorunun ta kendisi olduğunu belirten CHP İstanbul Milletvekili Sezgin
Tanrıkulu, “Eğer Kürt sorunu yoksa Selahattin Demirtaş neden hapiste? Neden
sayısız siyasetçi demir kapıların arkasında veya sürgünde? Erdoğan çözüm süreci
boyunca sürekli inkârcılığa vurgu yapıyordu. Kürt sorununun bu hâle gelmesinde
inkârcı siyasetin ne kadar büyük etkisi olduğunu söylüyordu. Şimdi aynı şeyi
kendisi yapıyor.”[8]
diyerek AK Parti’nin Makyavelist siyasetini eleştirmektedir.
Çözüm sürecinde
“Akil İnsanlar Heyeti”nde yer alan ve 2015 seçimlerinde AK Parti Diyarbakır
beşinci sıra adayı olan Prof. Dr. Fazıl Hüsnü Erdem, “‘Kürt sorunu yoktur’
demek, insan zekâsıyla dalga geçmektir.” demektedir. Sebep ne olursa olsun
Erdoğan’ın söyleminin gerçekliği ifade etmediğini, bir soruna “yok”
demekle o sorunun yok olmayacağını savunan Erdem, söz konusu sorunları şu somut
ifadelere dökmektedir:
“Eğitimin her
aşamasında, kamu hizmetlerinin sunumunda Kürtçe kullanılmamakta, Kürtlerin
iradesi hiçe sayılıp seçtiği meşru belediye başkanları yerine kayyumlar
atanmakta, Kürtlerin önemli bir kısmının siyasi temsilcisi olan HDP
şeytanlaştırılmakta ve kapatılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin batı illerinde
yaşayan ya da geçici olarak çalışmak amacıyla bu illerde bulunan Kürtlere
yönelik saldırılar devam etmekte ve kamusal yaşamın her alanında ayrımcı
muamele sürmektedir.[9]
Dicle Üniversitesi
Hukuk Fakültesi Öğretim Görevlisi Vahap Coşkun ise şu ifadeleri kullanıyor: “Kürt
meselesi elbette ki var. Türkiye’nin içerdeki ve dışardaki sorunları çok
yakından Kürt meselesiyle bağıntılı. Irak ve Suriye’deki askerî operasyonlar,
içerde kayyum uygulamaları gibi şeyler Kürt meselesinden bağımsız değil.”
Sorunun,
Cumhurbaşkanının “çözdüm” dediği Kürt meselesini nasıl tanımladığıyla
ilgili olduğunu ifade eden Coşkun şöyle devam etmektedir: “‘Kürtler ‘OHAL’i
kaldırın’ dedi, kaldırdık’ diyor. Sorunun çerçevesini bu şekilde
koyarsanız sorun çözülmüş gibi görünse de siyasal alana baktığımızda eşit
vatandaşlık, Kürtçenin kamusal alanda kullanımı, yönetimde daha fazla söz
sahibi olma talepleri güncelliğini koruyor ve bunlara yanıt olacak siyasi çözüm
hâlâ oluşturulabilmiş değil.” PKK gibi silahlı bir yapının Kürt
meselesinden bağımsız olmadığını vurgulayan Vahap Coşkun, örgütün silahsızlandırılmasının
Türkiye’nin iç ve dış siyasi istikrarını çok yakından ilgilendiren bir konu
olduğunun altını çizmektedir. “‘Kürt meselesini çözdük’ demekle sorunlar
çözülmez. Her şey ortada. Bu nedenle sorunun bütün boyutlarını gözeten
bir siyaset lazımdır.”[10]
demektedir.
Erdoğan’ın “Türkiye’de
Kürt sorunu olmadığını” söylemesi üzerine “Çözülen Kürt sorunu değil,
çözülen sizin iktidarınızdır, kumpas davalarınız, tasfiye planlarınızdır”
diyerek tepki gösteren HDP Parti Sözcüsü Ebru Günay şöyle devam etmektedir: “Kürt
sorunu temelde Türkiye’nin demokrasi sorunudur. Kürt sorunu çözülmeden Türkiye
demokratikleşemez, Türkiye demokratikleşmeden de Kürt sorunu çözülmez. Bu
konuda bizim bakış açımız da rotamız da nettir.” Kürt sorununun çok
boyutlu, çok katmanlı, karmaşık ve artık uluslararası bir sorun olduğunu
söyleyen Günay, çözüm için tüm taraflarıyla müzakere edilmesi gerektiğinin
altını çizerken muhataplık konusunda da; “‘İmkân versinler bu sorunu bir
haftada çözerim’ diyen Sayın Öcalan gerçekliğini de görmezden gelme
imkânı yoktur. Muhataplık tartışmaları bu yüzden kapanmıştır.”[11]
demektedir.
AK Parti’nin “çözdük,
sorun falan ortada yok” söyleminin neye karşılık geldiğini anlamaya
yardımcı olması bakımından Uluslararası Kriz Grubu’nun (UKG) en son raporuna
göre hükümetin çözüm sürecinde görüştüğü PKK’nın taleplerine özetle bir göz
atmak yerinde olacaktır:
1- Hasta tutuklu ve
hükümlüler serbest bırakılsın. 2- Ana dilde eğitim serbest olsun. 3-
Mağdurlara tazminat ödensin. 4- Silah bırakanlar kamuda çalışabilsin. 5- Korucu
sistemi kaldırılsın. 6- Faili meçhullere karışanlar cezalandırılsın. 7- Öcalan
önce ev hapsine çıkarılsın, sürecin sonunda serbest kalsın. 8- Valiler seçimle
gelsin. 9- Bölgesel parlamento kurulsun. 10- Bölge zenginliğinden yerel yönetim
pay alsın. 11- Yerel yönetim eğitim, sağlık, kültür ve turizmde yetkili olsun.
12- Anayasadan “Türk” kelimesi kaldırılsın. 13- Jandarma İstihbarat ve JİTEM
kaldırılsın. 14- Şehirlerde yerel polis ve öz savunma güçleri düzeni sağlasın.[12]
Bu talepler dikkatle incelendiğinde önce özerk
ya da federe bir bölgenin oluşması, sonra da bağımsız bir devletin kurulması
yönünde kuvvetli izler taşıdığı anlamak zor değildir.
Çözüm sürecini analiz ederek AK Parti’nin Kürt
meselesini taşıdığı boyutu ortaya koymak mümkündür. AK Parti bu meseleye
yönelik 2009 yılında “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi”ni başlatmıştır. 2011
yılında kurulan Erdoğan hükümeti bu projenin bir devamı olarak güçlü,
demokratik, özgür ve huzurlu bir Türkiye için “Çözüm Süreci” olarak
adlandırdığı yeni bir sürece start vermiştir. Amaç, bölücü terörü ve örgütünü
tasfiye ederek, devletin birlik ve bütünlüğünü güçlendirmek, Türkiye’yi
demokrasi, hukuk, ekonomi ve dış siyasette dünyanın en ileri ülkelerinden biri
hâline getirmek olarak belirlenmiştir.
Bu bağlamda 2012
yılının sonbaharında başlatılan sürecin ilerleyen aşamasında 16 Aralık 2012’de
MİT Müsteşarı Hakan Fidan İmralı’ya giderek Öcalan’la görüşmüştür.[13]
Aynı günlerde hükumet tarafından çözüm sürecinin başlatıldığı kamuoyuna
duyurulmuştur. Yol haritasında çatışmasızlık, demokratikleşme, sınır dışına
çekilme, silah bırakma, normalleşme gibi satırbaşları benimsenmiştir. Hükümlü
Öcalan ve Başbakan Erdoğan’ın çağrılarıyla 34 PKK üyesinin Mahmur Kampı’ndan
gelip Habur Sınır Kapısı’nda yarı resmî devlet töreniyle karşılanmaları, hâkim
ve savcıların yargılama için sınır kapısına teröristlerin ayaklarına kadar
gitmeleri, bu sürecin en flaş gelişmesi olmuştur. TRT Şeş televizyonunun
kurulması, özel televizyonlara izin verilmesi, farklı dil ve lehçelerde
enstitüler kurulması, cezaevi görüşmelerinde dil yasağının kaldırılmasına ek
olarak bölgedeki sosyal ve ekonomik yatırımlara ağırlık verilmiştir. Eş zamanlı
olarak çözüm sürecini toplumun değişik kesimlerine anlatabilmek için “Akil
İnsanlar Heyeti” oluşturulmuştur. Gazeteciler, sivil toplum kuruluşu
temsilcileri, akademisyenler, sanatçılar gibi, farklı mesleklerden oluşan bu
akil insanlar heyeti, Güneydoğu Anadolu bölgesi hariç gittikleri birçok yerde
protesto edilmişlerdir.
AK Parti’nin yeni
anayasa için başvurduğu kişilerden biri olan Ergun Özbudun süreçten cesaret
alarak 2010’da hazırladığı anayasa taslağında “ulus devletten eyalet
sistemine geçişin önünde hiçbir engel kalmamalı” diyebilmiştir. ABD Türkiye
Uzmanı Henry Berkley, “Demokratik açılım mevcut anayasa değişmeden
yapılamaz” derken, yine süreçten cesaret alan BDP, “Demokratik Özerklik”
ilan etmiş, yöneticileri, uluslararası camiaya seslenerek demokratik
özerkliklerinin tanınmasını beklediklerini deklere etmiştir.
MİT Müsteşarlığı,
Kürt sorununa kalıcı çözüm bulunması amacıyla bir eylem planı hazırlanmıştır.
MİT’in hazırlamış olduğu ilk aşama planında KCK sanıklarının serbest
bırakılması ve yüzde on seçim barajının düşürülmesi gibi iki kritik önerinin
yanı sıra anadilde eğitim sağlanması, Öcalan’ın İmralı’daki cezasının ev
hapsine dönüştürülmesi, anayasaya “Kürt” sözcüğünün eklenmesi gibi
talepler de yer almıştır.
Bunun üzerine PKK,
13 Ağustos 2010’da eylemsizlik kararı almıştır. PKK’nın yeni lideri Murat
Karayılan’ın “Devletle anlaştık” sözü, bu dönemin mahiyeti hakkında
önemli ipuçları içermektedir. Nitekim devletin daha önce “terörist” olarak
kabul ettiği 34 PKK militanı, 19 Ekim 2009 tarihinde “Barış Grubu” ilan
edilerek, her birinin sadece yedi dakika süren yargılamalarının ardından
serbest bırakılmışlardır. Devletle görüştüğünü söyleyen Öcalan manşetlerden
inmezken sorunun demokratik, anayasal çözümü gerçekleşmezse savaş dönemine
girileceği tehdidini savurması yanı sıra Henry Berkey’in 2 Kasım 2010 tarihli “Kürtlere
özerklik verin yoksa büyük şehirlerde isyanlar çıkar”[14]
şeklindeki tehdidi de buna eşlik etmiştir.
Başbakan Erdoğan 3
Şubat 2010’da “Değişen Dengeler ve Türkiye’nin Artan Önemi” konulu konferansta,
“Bizim yapmaya çalıştığımız güçlü bir çözüm iradesi ortaya koymaktır.
Türkiye’de birliği, beraberliği, bütünlüğü tesis etmek, kardeşliğimizi daha da
pekiştirmektir. Bu ülkede ‘Kürt’ kelimesinin konuşulmaması, telaffuz edilmemesi
acaba terörü önlemiş midir? Başını kuma gömerek sorunları yok sayanlar
sorunların daha da büyümesine neden olmuşlar ve ülkeye kötülük yapmışlardır.
Dönem bu yanlışlarla yüzleşme dönemidir. Demokratikleşme, demokratik açılım
gibi konularda hiçbir yavaşlamayı kabul etmeyiz.” diyerek süreci yönetmekte
kararlı olduğunu göstermiştir.[15]
2009 yılında
başlatılan süreçte hükümet kanadı ve örgütün samimi ve iyi niyetli görünmeleri,
karşılıklı güven problemini aşmalarına yetmemiştir. Nitekim Hükümet PKK’nın
silah bırakmasını istemiş, örgüt bu talebi hükümetin örgütü tasfiye etme
amacıyla yaptığını öne sürmüştür. Hükümet kanadı KCK tutuklularını serbest
bırakacağına söz vermiş fakat bu sözü yerine getirmemiştir. PKK da sınır dışına
çekilmeyi taahhüt etmiş fakat sınır dışına çekilmeyi göstermelik olarak birkaç
grupla yapmış, sözünü yerine getirmemiştir.
Çözüm sürecinin ne
olduğunun anlaşılmasına katkı sağlayacağını umarak süreci test eden ve
sonlandıran gelişmelerin bir kronolojisini buraya almamız yerinde olacaktır.
Süreci test eden
hadiselerden ilki kuşkusuz ulusalcı gruplar ve İngilizlerin güdümündeki PKK
unsurlarının yönettiği “Gezi Parkı” olaylarıdır. Ardından “FETÖ” unsurlarının
yönettiği “17/25 Aralık Operasyonları” baş gösterdi. Bu nedenle 30 Mart 2014
seçimleri kritik bir önem arz ediyordu. Hükümet karşıtı çevreler, bu seçimi
çoktan bir güven oylamasına dönüştürmüşlerdi. Ancak seçimler, süreci yöneten
tarafların lehine sonuçlandı.
Ardından hükümet,
süreci hukuki teminat altına almak üzere “Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal
Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun” adı altında yasa tasarısını
parlamentoya sundu. HDP’nin yanı sıra CHP’nin de desteğiyle bu tasarı
yasalaştı. 16 Temmuz 2014’te Resmi Gazete’de yayınlanarak yürürlüğe giren bu
altı maddelik kanun, bir buçuk yıldır fiilî olarak yürütülen sürece hukuki bir
alt sağlarken aynı zamanda süreçte görev alan kişilerin hukuki, idari ve adli
olarak cezalandırılamayacağını hükme bağlanmış oldu.
Bu yasanın ardından
hükümet, 1 Ekim 2014’te “Çözüm Süreci Kurulu ve Kurumlararası İzleme ve
Koordinasyon Komisyonlarının Kurulması”na ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı’nı
çıkarttı. Böylece gerek yasa ve gerek Bakanlar Kurulu Kararı ile çözüm sürecine
ilişkin usul ve esaslar düzenlenmiş oldu.
Cumhurbaşkanın ilk
kez halk tarafından seçildiği 2014 yılında seçimi Erdoğan (%52) kazanırken
Demirtaş ise temsil ettiği siyasi hareketin o güne kadarki en yüksek oy oranına
(%9.8) ulaştı.
15
Mart 2011’de Suriye’de başlayan, ülke geneline yayılan ve Nusayri
rejimi Şam’a hapseden devrim hareketi, çözüm sürecinin iki tarafını da yakından
ilgilendiriyordu. Gelişmeler gerek hükümetin ve gerekse kendisine muhatap
aldığı kesimin içeriye dönük hesaplarını alt-üst edecek boyuttaydı.
Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra Aynularab/Kobani’de yaşananlar Türkiye’de
siyasi gerilimi had safhaya taşıdı. Hükümet, PKK ve HDP’yi Beşşar Esad’ın
yanında durmakla suçlarken, buna mukabil onlar da AK Parti’yi Suriye
muhalefetini desteklemek ve IŞİD’e arka çıkmakla suçlamaktaydı. Böylece Gezi
Parkı ve 17/25 Aralık olayların testinden kıl payı geçen çözüm süreci krize
girmişti. Zira ABD tarafından on yıllar süreceği ifade edilen Suriye devrim
sürecinin doğuracağı fırsat ve risklerin öngörülmesi oldukça zordu.
Böyle bir
atmosferde Cumhurbaşkanı Erdoğan “Bizim için PKK ile IŞİD aynıdır”
deyiverdi. Ardından da bazı kabine üyeleri benzer cümleler sarf ettiler.
IŞİD’in Kobani’ye dönük saldırılarının şiddetlendiği bir sırada Cumhurbaşkanı
Erdoğan’ın “Kobani düştü düşecek” sözünün bir arzu gibi algılanması,
Aynularab/Kobani nedeniyle birikmiş olan öfkeyi köpürttü. Aynularab/Kobani’deki
durum kritik bir hâl alınca, HDP Eş Genel Başkanı Demirtaş acil eylem
çağrısında bulundu. Ancak eylemler sokak şiddetine dönüştü. Molotoflar,
bombalar, taşlar, silahların kullanıldığı protestolarda bölge savaş alanına
döndü. Öyle ki; sokağa çıkma yasağı ilan edilip okullar tatil ve uçuşlar iptal
edildi. Üç gün devam eden olaylarda 50’den ziyade insan öldürüldü.
Her şeye rağmen iki
taraf, 28 Şubat 2015’te Dolmabahçe Sarayı’nda birlikte tarihî bir toplantı
düzenlemeyi başardılar. Dolmabahçe’de yapılan ortak niyet ve irade beyanıyla
taraflar, belli bir çerçeve üzerinde mutabık kaldıklarını ve bu çerçeve
doğrultusunda hareket etmeyi kabullendiklerini deklare ettiler. Böylelikle
Suriye’de meydana gelen gelişmeler ve Aynularab/Kobani’nin kanlı
protestolarının neden olduğu kriz aşılmış gibi oldu. Hükümet yürütülen
görüşmelere “müzakere” dememeye özen gösterse de sonuçta yapılan iş
müzakere idi. Nitekim 10 maddelik metnin yazım sürecinin gerçekte başka bir adı
olamazdı. Hükümet ve HDP’nin 28 Şubat’ta yaptıkları ortak basın toplantısı,
süreçteki zirveyi temsil ederken ilgili krizin aşıldığı havası içindeydiler.
Birçok riskin test
ettiği çözüm süreci 7 Haziran 2015’te yapılan genel seçimler dolayısıyla bir
duraklama döneme girdi. Mutabakattan sonra Hükümet’in süreci hızlandıracağı
düşünülürken şaşırtıcı bir şekilde Cumhurbaşkanı Erdoğan süreci bloke etti.
Dolmabahçe’de yapılan ortak basın toplantısına da, izleme heyetinin kurulmasına
da karşı olduğunu belirtti. Bunun PKK’nin meşruiyet sahasını büyüteceğini
söylemeye başladı. Ardından Erdoğan, çözüm sürecinin öncesinde olduğu gibi son
derece sert milliyetçi bir dil kullanmaya koyuldu. Meydanlarda “Kürt sorunu
yoktur” derken, medyaya “Taraflar da masa da yoktur. Bunları kabul etmek
devletin sonu olur” şeklinde beyanatlarda bulunmaya başladı. PKK ile “FETÖ”
hareketinin devlete karşı işbirliği yaptığını söylemekten bile geri durmadı.
Bunun üzerine PKK
silahsızlanma kongresini toplamaktan vazgeçtiğini duyururken HDP, Erdoğan’ı
süreci sabote etmekle suçlayarak Çözüm Süreci’nin hükmünü yitirdiğini deklare
etti. O gün bu gündür taraflar meydanlarda birbirlerine yönelik çok sert sözler
sarf etmektedir. Nitekim Erdoğan seçim süresince, çözüm sürecini
hükümsüz kılan, Kürt kimliğini yok sayan ve Kürt seçmenini aşağılayan bir dil
kullanmayı sürdürdü ve hâlâ sürdürmektedir. Dahası AK Parti’nin tek başına
iktidar olma şansını yitirmesiyle birlikte çözüm süreci yerini belirsizliğe
bıraktı.
Birtakım
kazanımlardan söz etmek mümkün olsa da Suriye’de meydana gelen olayların ve AK
Parti’nin eski düşman yeni müttefikiyle geliştirdiği ilişkilerinin boyutu,
süreci yeniden başlatma imkânını ortadan kaldırmıştır. Kürt meselesinin
tarihî geçmişi, Ortadoğu’nun değişken zemini, tarafların sürece farklı anlam
yüklemeleri, sürece ikinci bir şansın verilmesini mümkün kılmamaktadır.
Her mesele kuşkusuz
ortaya çıktığı zeminle doğrudan ilgilidir. Meselenin doğduğu zeminle ilişkisi
kurulmadan tanımlanmasına olanak yoktur. Doğal olarak tanımlanmayan ve teşhis
edilmeyen bir mesele hakkında çözüm ortaya koymaya çalışmak beyhudedir.
Kaldı ki; etnik
kökenli siyasi sorunlar, ulus temeli üzerine kurulan tüm devletlerin ayırt
edici özelliklerinden biridir. Dünya üzerinde ulus temeli üzerine kurulu her
devlet, etnik kökenli siyasi sorunlarla boğuşmaktadır. Kaynaklarının ve
mesailerinin önemli bir bölümünü bu sorunları çözmek için harcayıp
durmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak kurulduğu ilk
günden itibaren Kürt meselesi ile uğraşmaktadır. Beyhude bir şekilde Kürt
sorunu, Doğu sorunu, geri kalmışlık problemi, terör sorunu, vb. çeşitli başlıklar
altında bu meseleyi yönetmek veya menfi etkisini asgariye indirmek için
uğraşmaktadır.[16]
Makalemize konu
olan Kürt sorununu, TBB tarafından yayınlanan raporda geçen şu değerlendirme
ile birlikte ele aldığımızda, ulusal devlet varlığını sürdürdüğü müddetçe bu
sorunun giderek artan bir şiddetle kendini hissettireceğine dair bir öngörüde
bulunmayı icbar ettiğine şahit olmaktayız.
Etnik temelde
azınlıklara yerel özerklik verilmesinin; azınlıkların artık ulus devletle değil
yerel özerk yönetimle özdeşleştiğinin anlamını taşıyacağı, böylece azınlığın
ulus devletin değil, özerk yönetiminin öznesi olacağı ve bu yaklaşımın da
ulusun bölünmesi anlamına geleceği inkâr edilemez. Zaten Lozan Antlaşması’nın
37-45. maddeleri uyarınca Kürtlerin hiçbir şekilde azınlık kabul
edilemeyecekleri kayıt altına alınmıştır. PKK ve terör örgütüyle aynı fikirleri
savunan Kürt politikacıları da ısrarla Kürtlerin bir azınlık değil, Türklerle
eşit bir halk olduğunu savunmaktadır. Bu savunmanın altında yatan nedeninin
Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkına (self determinasyon) sahip
bulunduğunun vurgulanmasıdır.[17]
Geçek şu ki;
Türkiye Ulusal Cumhuriyetin ürettiği Kürt meselesi karşısında rejimin yarım
asır boyunca izlediği ret ve inkâr politikası iflas etmiştir. AK Parti ile
birlikte çeşitli saiklarla sorunun daha fazla demokrasi ve özgürlükle
halledileceğine inanan tarafların denediği çözüm sürecinin de başarısız olduğu
her hâlükârda sabit olmuştur. Unutmayalım ki; demokratik özgürlükler son
tahlilde ulusal yapı bünyesinde yaşayan halklara kendi kaderini belirleme/self
determinasyon hakkını da vermektedir. Yönetim tarafından izlenen ret ve inkâr
politikaları halkları terörize ederken demokratik özgürlükler halkların etnik
bilincini pekiştirmeye yaramaktadır. Belli bir olgunlaşma evresinden sonra
halklar doğal olarak ya özerk bir yapıya kavuşmaya veya kendi müstakil ulusal
yapılarını kurmaya çalışacaklardır. Bu bağlamda mevcut yönetimlerin elinde iki
seçenek vardır; ya bunu kabul ederler veya bununla mücadele ederler.
Dolayısıyla başta da söylediğimiz gibi; ulusal devletlerin etno-politik
sorunları asla bitmez. Bunu, konumuz bağlamında ifade edersek; AK Parti,
başlattığı çözüm süreciyle Kürt meselesini bir süreliğine yönetmiş ancak
çözememiştir. Demokratik özgürlükler bazında verilen haklar, Kürt halkının
etnik bilincinin pekişmesine yaramıştır. İleriki süreçte daha güçlü bir irade
ile “kendi kaderini tayin etme” talebiyle mevcut ulusal yönetimin karşısına
dikilecektir. Belki de mevcut ulusal yapı bölünmeme adına çok daha sert tedbirler
alacaktır. İşte Türkiye’de yeni rejimle başlayan kısır döngü budur. Gerçek şu
ki; bu kısır döngü, ulusal temeli üzerine kurulan devlet yapılanmasıyla ve
demokratik haklarla çözülemez. Rejimle yaşıt olan Kürt meselesinin kazandığı
boyut bunun en büyük kanıtıdır.
Bunun çözümü; ırk
ve ulus esası değil ümmet esası üzerine kurulacak bir devletle mümkündür. Böyle
bir devlet yapısı ile tüm Müslüman halkları eşit bir şekilde devletin ana
unsuru yaparken başka dinlere mensup farklı kavimlerden kitlelerin devletin sınırları
içinde adalet üzere yaşamalarına imkân verilmiştir.
Bu yüzden dün çözüm
sürecinin akim kalacağına dair öngörümüzü seslendirirken bugün de aynı
kararlılıkla Kürt meselesinin çözümünün ancak ve ancak ümmet esası üzerine
kurulacak Râşidî Hilâfet Devleti’yle olacağını beyan ediyoruz. Unutmayalım ki,
Râşidî Hilâfet on üç asır boyunca bu coğrafyayı etnik mücadeleye meydan
vermeden yönetmiştir. Var olan Râşidî Hilâfet Devleti tüm Müslüman ırkların
ortak devleti olmuştur. Hilâfet Devleti kendini bir ırk üzerinden tanımlamadığı
gibi ırka ve dile üstünlük atfetmemiştir. Mevcut ulusal laik Türkiye
Cumhuriyeti bir yüzyıl daha yaşasa, onlarca çözüm süreçleri ortaya koysa
sunacağı demokratik özgürlüklerle asla bu seviyeye ulaşamayacağı gibi Kürt
sorununu da çözemeyecektir.
Kürt meselesi, laik
ulusal Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte doğdu, o var oldukça da varlığını her
gün biraz daha hissettirerek sürdürecektir. Öyle ki Kürt halkı özerk veya
ulusal bir devlet yapısına kavuşsa bile bu sorun büyüyerek devam edecektir. Bu
hâliyle ne Türk halkı ve ne de Kürt halkı kendi öz yurtlarında büyük evrensel
küfür güçlerinin kuklası olmaktan kurtulamayacaklardır.
Gerçek şu ki;
Türk’üyle Kürt’üyle eşit halklar olarak tüm Müslüman kavimlerin devletin esas
unsuru olacağımız ve Türk meselesi, Kürt meselesi vb. sorunlarla
karşılaşmayacağımız yegâne yönetim nizamı Râşidî Hilâfet’tir.
[ثُمَّ تَكُونُ خِلَافَةٌ عَلَى مِنْهَاجِ النُّبُوَّةِ] “…Sonra,
nübüvvet metodu üzerine hilafet olacaktır.”[18]
[1] 22.04.1983’te kabul edilen 2820 numaralı
Siyasi Partiler Kanunu
[2] https://kriterdergi.com/
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Anasayfa:
16 Nisan 2017
Referandumu'yla kabul edilen ve 9 Temmuz 2018 tarihinden itibaren
uygulanmaya başlanan bir hükûmet sistemidir.
[4] Stratejik Araştırmalar Dergisi, 10.
TASAM. ss. 126-132. 12 Ağustos 2016
[5] https://www.ilimvemedeniyet.com/
[6] https://www.aa.com.tr/tr
18.10.2020
[7] https://www.cumhuriyet.com.tr/
[8] https://www.bbc.com/turkce 25.09.2021
[9] https://artigercek.com/
[10] https://www.bbc.com/turkce
[11] https://www.basnews.com/tr/
[12]
https://www.turkyurdu.com.tr/assets/img/turk-yurdu-logo.png
[13] Yıldıray Oğur, Şimdi Söz
Sırası Kronolojide,
@turkiyegazetesi, 11.08.2015.
[14] http://cdn.hitit.edu.tr/sbe/files/79865_1804180955403.pdf
[15] Akdoğan, Yalçın. 2010, “İnsanı Yaşat ki
Devlet Yaşasın (Demokratik Açılım Sürecinde Yaşananlar)”, İstanbul: Meydan
Yayıncılık.
[16] Vahap Coşkun,
Çözüm Süreci: Kazanımlar ve Tehditler, https://www.democraticprogress.org/
[17] Pulat
Yüksel Tacar, Kopenhag Belgesiyle Cenevre Uzmanlar Komitesi Raporu, Türkiye ve
Terörizm Rapor TBB tarafından oluşturulan proje grubu tarafından
hazırlanmıştır. 1999, s. 179-184, 242-244
[18] Ahmed
b. Hanbel, 4/273
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış