Geçtiğimiz günlerde önce 28 Şubat post-modern darbesiyle daha sonra 27 Nisan e-muhtırasıyla alakalı birtakım yasal soruşturmalar başlatılmıştır. Bu da tabii ki 12 Eylül darbecilerinin yargılama yolunu açan Anayasal birtakım değişikleri AKP iktidarının yapmasıyla gerçekleşmiştir. 12 Eylül’de referanduma sunulan paketle birlikte darbecileri koruyan geçici 15. madde kaldırılmış ve Türkiye Cumhuriyeti darbe ve darbe teşebbüsleriyle yüzleşmeye başlamıştır. Önce Kenan Evren’in ifadesi alınması söz konusu olmuş daha sonra bir takım parti ve STK’ların 28 Şubat ve 27 Nisan’la alakalı Cumhuriyet savcılarına şikâyet dilekçesi vermesiyle önce geçtiğimiz yılın Kasım ayında Ankara Özel Yetkili Cumhuriyet Başsavcılığı, tarihe “Postmodern Darbe” olarak geçen “28 Şubat” süreciyle ilgili soruşturma başlattı. Daha sonra Şubat 2012’de Ankara - Adalet Platformu Başkanı Âdem Çevik’in suç duyurusu üzerine, özel yetkili Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekilliği, TSK’nın internet sitesinde yayımlanan ve e-muhtıra olarak ünlenen “27 Nisan” açıklamasıyla ilgili soruşturma başlattı.
Şüphesiz ki bu gelişmelere binaen toplum nezdinde, “Cumhuriyet ve Laiklik sorgulanıyor” şeklinde bir hissiyat oluş(turul)muştur. Hâlbuki soruşturmalar, “Ulusalcı Laikler”e karşı olup Laikliğin kendisiyle alakalı değildir. Zira bu sorgulamayı yapan da “Demokratik Laik”lerin ta kendisidir. Ulusalcı Laikler ile Demokratik Laiklerin girdikleri bu it dalaşı, esasında bir nüfuz çatışması olmasına rağmen, Demokratik Laiklerin bu çatışmayı, hak-batıl çatışması olarak topluma lanse etmeye ve bu suretle halk kitlelerini arkalarına almaya çalıştıklarını da göz ardı etmemek gerek. Zira bu halk, Müslümandır ve dolayısıyla halka rağmen bir şey olamaz. Konuyla alakalı olarak soruşturma sonrası medya manşetleri incelenirse sanırım ne demek istediğimiz daha da net anlaşılacaktır. 27 Nisan soruşturmasının başlaması üzerine bazı görsel medya kuruluşları “Sıra 27 Nisan’a geldi”, “27 Nisan e-muhtırasına soruşturma, Yaşar Büyükanıt hesap verecek” gibi taraflı ve 27 Nisan’da Büyükanıt tarafından yapılan Laiklik vurgusuna gönderme yapılarak sanki Laiklik yargılanıyormuş gibi bir izlenim oluşturulmak istenmiştir. Bu nedenle mevcut çatışmanın hakikatini ve esas sorgulanması gereken şeyin ne olduğunu bu makalemizde açıklamaya çalışacağız, inşallahu Teâlâ.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Türkiye’deki mevcut çatışmalar, İkinci Dünya Savaşı sonrasına kadar uzanmaktadır. Zira Hilafet Devleti’ni yıkarak yerine kendi fasit ideolojilerini ve devletin başına da bizden görünen ama Batı aşkıyla yanıp tutuşan hain yöneticileri atayan İngiltere, önceleri Türkiye’de istediği gibi at koşturmuş ve rakipsiz bir şekilde diğer İslamî beldeleri sömürdüğü gibi Türkiye’de de nüfuzunu yerleştirmiştir. Sömürgeciliğin tadını henüz almamış ABD ise o dönemde kendi kabuğuna çekilmiş bir durumdadır. Almanya ve Fransa gibi sömürgeci devletlerin de Türkiye üzerinde herhangi bir etkisi söz konusu değildi. Aşağı-yukarı 25 sene Türkiye’de tek başına kalan İngiltere, CHP eliyle Laik rejimi iyice yerleştirmiş fakat bütün bunları kendisine hizmet edecek şekilde ve kendi üslubuna göre yapmıştır. Örümcek ağı gibi Cumhuriyet’in hemen hemen bütün kurum ve kuruluşlarını kendi zihniyetiyle örmüş, ajan ve nizamlarını, tehditlere karşı yasal ve Anayasal güvence altına almış ve bu güvenceleri de Anayasa Mahkemesi ve Ordu gibi kurumları emniyet supabı gibi kullanarak güçlendirmiştir. Şüphesiz İngilizleri bu denli sıkı çalışmaya iten faktör, hem Hilafet’in tekrar canlanma korkusu, hem de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kabuğundan çıkıp İngilizlerin Türkiye üzerindeki nüfuzuna göz diken ABD ve girişimleri olmuştur. Zira sömürünün tadını alan ABD, sömürü çarkına Türkiye’nin muhteşem katkısını görmekte geç kalmamıştı…
Ellili yıllara rastlayan bu mücadele, zaman-zaman Amerikancıların iktidara gelip muktedir olamamasıyla 21. Yüzyılın başlarına kadar gelmiştir. Bu uzun zaman zarfında tecrübesine tecrübe katan ABD, İslam’ı kullanarak ılımlı İslamcıların başa gelmesinin Kapitalizm açısından bir tehlike olmadığını ve ancak halkı arkasına almış bir partinin bunu başaracağını gördü ve buna inandı. Daha önceden zaten flört halinde oldukları AKP’yi, medyasını da kullanarak iktidara taşıdı. Emin adımlarla İngilizlerin örümcek ağını çözmeye çalışan AKP, çeşitli kurumlarda istediği minvalde birtakım değişiklikler yapmayı başardı. Sıra Çankaya Köşkü’ne gelmişti. İşte tam da bu sırada Genelkurmay Başkanlığı’nın 12 Nisan tarihinde yapılacak olan Türkiye Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yaptığı ve birçok köşe yazarının katıldığı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin “Atatürkçülüğe, Laikliğe ve Cumhuriyet’in temel ilkelerine sözde değil özde bağlı” bir Cumhurbaşkanı adayı profilinin çizildiği “Basın Bilgilendirme Toplantısı”nın ardından yaşanan adaylık sürecinin ve rejim ile ilgili kaygıların değerlendirildiği ve şimdiye kadarki Genelkurmay Başkanlığı Basın açıklaması metodolojisine uymayan 27 Nisan bildirisi TSK’nın internet sitesine gece saat 23:20 sularında düştü. 27 Nisan Genelkurmay Başkanlığı Basın Açıklaması Türk Silahlı Kuvvetleri adına Genelkurmay Başkanlığı’nın Cumhurbaşkanlığı seçimi dolayısı ile 27 Nisan tarihinde gece saat 23:20’de yaptığı Laiklikle ilgili açıklama, Türk kamuoyunda hâkim olan görüşe göre muhtıra niteliğindedir. Bildiri, internet aracılığıyla verildiği için “e-muhtıra” olarak da adlandırılmıştır. TSK daha önceden kendine verilmiş emniyet supabı rolünü birtakım “irticai” faaliyetleri de bahane ederek yerine getirmek istemiştir.
28 Şubat post-modern darbesiyle birlikte 27 Nisan e-muhtırası da açıkça Amerikancılara karşı “irticayı” bahane ederek yapılmış bir hamleden başka bir şey değildi. Her ne kadar Amerikancılar bunu İslam’a karşı yapılmış bir darbe girişimi olarak topluma aksettirse de bunlar, halk desteğini almak için İslam’ı bir makyaj olarak kullanmaktan başka bir şey değildir. Zira Kapitalizmin haremine, onu ortadan kaldıracak erkekler (ideolojik İslam) giremez.
Fakat elini güçlendiren AKP, rest çekercesine e-muhtıra karşısında pasif kalmamış ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek ertesi gün bir basın açıklaması yaparak Hükümet’in de Laiklikten yana olduğunu bildirmiştir. Hükümet, alışılmadık bir şekilde, daha önceki askerî müdahalelerin ardından hükümetlerin takındığı tavırların aksine, muhtırayı sert bir tepkiyle karşılamıştır. Cemil Çiçek konuşmasında, Genelkurmay Başkanı’nın resmî olarak Başbakan’a bağlı olduğunu, görevleri itibarıyla Başbakan’a karşı sorumlu olduğunu belirterek orduyu dize getirmenin ilk fitilini ateşlemiştir. Bundan sonra meşhur Dolmabahçe görüşmesi gerçekleşmiş ve bu görüşmeden sonra da Ergenekon operasyonları başlamıştır. Dolmabahçe görüşmesinde Başbakan Erdoğan’ın dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ı, bazı belge ve bilgilerle arkasındakine (ABD) güvenerek tehdit ettiği açıktır. Bu görüşmeden sonra TSK’nın lojmanlarına ve bazı mahremlerine girilebilmiş ve gerekli kişiler kolayca alınabilmiştir. Ayrıca Oda TV Davası’nın tutuklu sanıkları Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan’ın Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan “Sızıntı: Wikileaks’te Ünlü Türkler” adlı kitabında Eski Genelkurmay Başkanı Emekli Orgeneral Yaşar Büyükanıt ve CHP eski lideri Deniz Baykal ile ilgili önemli iddialar dile getiriliyor. Kitabın iddiasına göre, 21 Kasım 2008 tarihinde Türk Polisi Ankara’da bulunan ABD Büyükelçiliği’nde ABD’li yetkililere Ergenekon Operasyonu hakkında oldukça ayrıntılı bir brifing veriyor. Brifingin bilgisini içeren kripto ise, 24 Kasım tarihli, “Polis, Ergenekon Soruşturmasındaki perdeyi kaldırdı” başlıklı ve Daniel O’Grady imzalı... Operasyonun o güne kadarki seyri ve bundan sonra planlananlara ilişkin bilgi verilen brifingte yer alan önemli bir bilgi de brifing tarihinden yaklaşık 3 ay önce emekliye ayrılmış olan Genelkurmay eski Başkanı Yaşar Büyükanıt ile ilgili. Kitaba göre Polis, ABD’li yetkililere, ellerinde Yaşar Büyükanıt’ın kızına ait mahrem görüntülerin olduğu, bilgisini veriyor. Pehlivan ve Terkoğlu, kitaplarında konu edilen Wikileaks belgesinde brifingten şu şekilde bahsediliyor: “Türk Polisi, 21 Kasım’da büyükelçiliğe, AKP Hükümeti’ni yıkmayı hedeflediği iddia edilen karanlık grup Ergenekon hakkındaki soruşturmalarıyla ilgili geniş kapsamlı bir brifing verdi.” İddialara göre, ABD’li yetkililere rapor sunarcasına verilen brifingin ayrıntılarını içeren belgenin 4. maddesinde ise Yaşar Büyükanıt ile ilgili bilgiler yer alıyor. Buna göre Polis, Eskişehir’de bir eve yaptığı operasyonda cephanelikle beraber çok sayıda belge ve rapora ulaşıyor. Bu belgeler arasında ise Büyükanıt’ın kızının mahrem görüntülerinin olduğu fotoğraflar ve belgeler var. Belge’nin son bölümünde Yaşar Büyükanıt’ın kızıyla ilgili şu ifadeler yer alıyor: “(Türk Polisi) Eski Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın kızının cinsel aktiviteleri ile ilgili fotoğraflar ve belgeler bulmuştu.”
Ortaya atılan iddialardan sonra akıllara gelen soru ise, Yaşar Büyükanıt ile Tayyip Erdoğan arasında 27 Nisan açıklamasının ardından Dolmabahçe’de yapılan gizli görüşmelerde, bu belgelerin gündeme gelip gelmediği... Dolmabahçe görüşmesi, Hükümet ile TSK arasında Cumhurbaşkanlığı seçimi krizinin yaşandığı bir dönemde ve TSK’nin 27 Nisan’da yaptığı ve “e-muhtıra” olarak da adlandırılan açıklamadan sonra 4 Mayıs 2007 tarihinde gerçekleşmişti. Büyükanıt ve Erdoğan Dolmabahçe’de 2,5 saat baş-başa görüşmüşler ve sonrasında kamuoyuna herhangi bir resmî açıklama yapılmamıştı. Erdoğan’ın görüşmeden sonra tehditkâr bir üslupla, “Bu görüşme benimle mezara gider. İnanıyorum ki Sayın Büyükanıt da böyle düşünüyor. Sayın Büyükanıt açıklamaya kalkarsa o zaman ben de yaptığımız görüşmeyle ilgili şeyleri açıklarım” demişti. Görüşmeden yaklaşık bir ay sonra 12 Haziran 2007’de İstanbul Ümraniye’de bir gecekonduda 27 el bombası bulundu ve Ergenekon Operasyonu başladı. 28 Ağustos 2007’de Abdullah Gül Cumhurbaşkanı seçildi. (03.02.2012 Sol.org)
Yaşar Büyükanıt’ın yargılanmasını talep eden CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ise ya CHP’nin e-muhtıra sonrasındaki tavrını bilmiyor, ya da yeni üslupları gereği herkesin unuttuğunu zannederek ağız değiştiriyor. Zira o dönemki CHP’nin tavrını ortaya koyan bazı açıklamalar şöyle: CHP parti sözcüsü Mustafa Özyürek muhtıranın yayınlanmasından hemen sonra NTV’ye telefonla bağlanarak “Tabiî bu bir muhtıradır. Hükümetin bunun gereğini yerine getirmesi gerekir”. CHP Genel Başkan yardımcısı Onur Öymen muhtıradan bir gün sonraki açıklamasında “Genelkurmayın tespitleri bizim tespitlerimizden farklı değildir. Altına imzamızı atarız. “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözünü kimse küçümseyemez ve bunu küçümseyenleri devletin düşmanı sayarız. Türkiye’yi Atatürk düşmanlarına teslim etmeyeceğiz”. CHP Genel Başkanı Deniz Baykal muhtıradan sonra verdiği ilk röportajında “Bu tablonun değişeceğini meydanlar gösterdi. Müdahaleye uğrayan yönetimlere halk sahip çıkmadı. Halkımız devlet organlarıyla çatışanlara sahip çıkmaz. Bu ortamda mağduriyet yok dayatma var. Anayasa Mahkemesi 367 kararını onaylamazsa ülke çatışmaya gider.” Üstelik düzenledikleri Cumhuriyet mitingleriyle de TSK’yı cesaretlendiren ve krizin müsebbibi olan da yine CHP değil miydi?
27 Nisan e-muhtırası AKP’ye karşı yapılmış bir e-operasyon olsa da, AKP bunu lehine çevirebilmiştir. Zira şimdiye kadarki süreçte hem mağdur rolünü oynamış, hem de mevcut ekonomik istikrarsızlığı 28 Şubat ve 27 Nisan e-muhtırasına mâl etmiştir.
AK Parti Ar-Ge Başkanlığı’nca düzenlenen “Siyaset Akademisi”nin 10’uncu dönem ders notlarını içeren “Lider Ülke Türkiye” konulu e-kitapta, darbelerin ekonomiye etkisi ayrıntılı olarak değerlendirildi. Gaziantep Üniversitesi’nden Doç. Dr. Arif Özsağır imzalı “Dönüşen Türkiye’de Ekonomideki Dönüşüm Zamanları” başlıklı yazıda, Türkiye ekonomisi analiz edilirken önemli bir parametrenin “siyasal iktidar-ordu” ilişkisi olduğuna dikkat çekildi. Özsağır, normal Demokratik ülkelerde ordunun kendi uzmanlık alanlarını ilgilendiren konularda özellikle ülkenin dış tehditlere karşı korunmasında hayatî fonksiyonlara sahip olduğuna vurgu yaparken, “Oysa ülkemizde orduyu temsil eden Genelkurmay Başkanlığı Türk siyasal hayatını derinden etkileyen kararlar almakta, bildiriler yayınlamakta ve belli kararların alınması için baskı yapabilmektedir” diyor. “Mevcut yasal düzenlemeler, bu seçimin kriz olmaksızın atlatılmasını mümkün kılmaktadır. Buna rağmen muhalefet partilerinin sorumsuz davranışları ve Genelkurmay Başkanlığı’nın yayınladığı bildirilerle (27 Nisan muhtırası) Anayasal sürecin işlemesine mani olmuşlardır. Özünde iktisadî olmayan kurumların davranışları, 2007 yılı ekonomisinin kötü geçmesine yol açmıştır. Sonuç olarak insanların ve toplumların hayatını idame ettirme çabası olarak tarif edilen ekonomide esas olan istikrarı yakalamaktır.”(30.01.2012 Star Gazetesi)
Buradan şunu söyleyebiliriz: AKP’nin girdiği kurumlar arası kavgaların hepsi, İngiliz vesayetine son verip ABD nüfuzunun yolunu açmak için yapılan kavgalardır. Ortada bir oyun var ve bu oyun her iki taraf (ulusalcı Laikler ve ılımlı Demokratik Laikler) arasında mevcut ideolojinin kurallarına göre oynanmaktadır. Ortada ideolojik bir çatışma olmayıp aynı ideolojinin iki farklı üslubunun çatışması vardır. Zira ideoloji çatışması olmuş olsaydı, iki taraf da kendi ideolojilerinin kurallarına uygun oynarlardı. Hâlbuki gerek Demokratik Laikler olsun, gerek ulusalcı Laikler olsun ikisi de, Laiklik, Demokrasi, Cumhuriyet, insan hakları ve özgürlükler gibi Kapitalizmin temel dinamiklerinde hemfikirlerdir. Hulasa Recep Erdoğan ve AKP’nin Laiklik ve Cumhuriyetle bir sorunu yoktur; sorun, İngilizci taifenin jakoben nüfuzunu yok edip yerine ABD’nin ılımlı (seküler) nüfuzunu yerleştirme sorunudur. İstersen Recep Erdoğan’ın Mısır ve Libya’ya Laikliği nasıl da içten pazarladığını bir düşün. İstersen Laiklik ve Demokrasinin teminatı olduklarını yüzlerce kez açıklayan AKP gurubunun açıklamalarını incele…
Son günlerde başlatılan “dindar nesil” tartışmaları, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi ayet midir?” tartışması veya bazı millî bayramlarla ilgili yeni düzenlemeler olsun, hepsi, AKP’nin Suriye konusunda ve Türkiye içi diğer bazı konularda izlediği politikalardan dolayı güç kaybetmesinden kaynaklanan imajını, halk arasındaki Şeriat getireceği vehmini güçlendirmek suretiyle tazelemek için kullandığı yeni argümanlardır. Zira 10 yıldır iktidarda olmalarına rağmen Müslüman halkın Şeriat Devleti arzusunu yerine getirmek şöyle dursun, başörtüsü meselesini dahi çözememiş, aksine en çok bu dönemde ilkokul ve liselerde başörtülüler hakkında soruşturma ve ikna odaları mevzuu yaşanmıştır. Ayrıca şuanda Hilafet istedikleri ve bunu yaparken herhangi bir maddî eyleme başvurmadıkları halde cezaevlerinde onlarca kişi yatmakta ve yüzlerce kişi de Ağır Ceza Mahkemelerinde yargılanmaktadır. “Hak-batıl çatışması vardır” düşüncesi vehimden başka bir şey değildir. Çünkü ortada (Demokratik platformda) Hakk’ın (İslam) kuralına uygun hareket eden bir taraf söz konusu değildir.
Esas sorgulanması ve yüzleşilmesi gereken şey ise ne 27 Nisan, ne 28 Şubat, ne de 80 Darbesi’dir. İslam’ın sinesine dönmek ve İslamî hayatı yeniden başlatmak için bütün bu darbe ve e-muhtıraların esas müsebbibi olan “3 Mart 1924” sorgulanmalı ve o tarihte Batı’dan ithal edilen fikirler, İslamî akide zaviyesinden bakılarak incelenmeli, batıllığı anlaşıldıktan sonra sahiplerine iade edilmelidir. Cumhuriyetle hesaplaşmak ancak budur. İdeolojik çatışma ancak budur… Bu ise İslam’ı, bir ideoloji olarak anlayıp her olaya İslam akidesinden bakabilen İslamî şahsiyetlerin başarabileceği bir iştir. Yoksa din kisvesine bürünmüş, Müslüman mahallesinde salyangoz satanların yani Müslüman halklara Laiklik pazarlayanların işi değildir.
Müslüman Türkiye halkına düşense, ister Ulusalcı, ister Demokrat olsun Laik zevata, gasp edilmiş gücünün Ümmet’e tekrar iadesi hususunda baskı yapmak ve bu gücün iadesi mümkün olmadıkça da mücadeleyi bırakmamaktır. Ne zaman ki İslam Ümmeti sömürgeci kâfirlere peşkeş çekilmiş olan gücüne tekrar kavuştu -ki o da elindeki gücünü kendi içindeki samimi evlatlarından çıkardığı bir Halife’ye verecektir-, işte o zaman Müslümanlar, kâfirler ve işbirlikçilerinin elinde oyuncak olmaktan kurtulma noktasında en mühim adımı atmış olacaktır.
Ancak bundan sonra darbe ve darbeciler, Laikliğin bezirganları, 90 yıldır İslam Ümmeti’ne zulmeden zalimler ve bütün fikir ithalatçıları, kurulacak olan İslam Hilafet Devleti’nin âdil şer’î Mahkemelerinde yargılanabilir. Aksi takdirde Laiklerin Laikleri yargılaması “it iti ısırmaz” sözüne uygun düşer. Selam ve dua ile…
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış