Tarihsel veriler,
Kürtlerin Türklerden daha önce Anadolu’yu yurt edindiklerini ve daha önce İslâm
ile tanıştıklarını göstermektedir. Ömer RadiyAllahu Anh döneminde, İyaz Bin
Ğanem komutanlığında 639 yılında Diyarbakır fethedilir ve Kürtler İslâm’a
girmeye başlar.
Tarihsel süreçte
ilk defa Selçuklu hükümdarı Sultan Sencer (ölümü 1157) döneminde, Zağros
Dağları'nı merkeze alarak etrafındaki birçok kenti içine alan geniş bir bölgeyi
“Kürdistan” diye isimlendirildiği kabul edilmektedir. Nitekim daha sonraki
tarihlerde Osmanlı Devleti de merkezi Diyarbakır olmak üzere bir “Kürdistan
Eyaletini” tesis etmiştir. [Kürt Sorunu-Altan Tan]
Kürdistan
coğrafyasında birçok hanedanlık ve beylik kuran Kürtler; 16. asrın başında âlim
ve siyasetçi kimliği ile ön plana çıkan İdris-i Bitlisi’nin girişimi sonucunda
Safevi Devleti'nin egemenliğinden Osmanlı Devleti'nin egemenliğine gönül rızası
ile girerler.
1515 yılında ilk
olarak Amid (Diyarbekir) merkez olmak üzere Diyarbekir Beylerbeyliği kurulur.
Osmanlı doğuda kurduğu idari sistem ile Kürt beylerini yönetici olarak
atamaktan imtina etmediği gibi Kürtler aynı zamanda kendi dil ve kültürleriyle
rahatça da yaşarlardı. Bu durum, karşılıklı güven ekseninde asırlarca huzurlu
bir birlikteliğin anahtarı olmuştur.
Ancak Osmanlı;
Tanzimat Fermanı’nı (1839) ilan etmeyle birlikte toprak, vergi düzeninin
değişmesi ve askerlik düzenlemeleri bölgesel isyanlara sebebiyet vermiştir. 19.
yüzyılda ortaya çıkan birçok ayaklanma devletin merkezileştirme çabalarına ve
Kürt aşiret reislerinin statülerinin değişmesine karşı birer tepkiden öte bir
anlam taşımadığının bilinmesi gerekir.
2- Cumhuriyetin ilk döneminde yaşanan Şeyh Said
kıyamını nasıl değerlendiriyorsunuz? Kürt Meselesi olarak konuşulan ve
tartışılan sosyal ve siyasi olgu üzerinde bu kalkışmanın bir etkisinin olduğunu
düşünüyor musunuz? Şeyh Said kıyamını başlatan sebep nedir? Kürtçülük müdür
yoksa Hilâfet’in yıkılması mı?
29 Ekim 1923’de
kurulan Türkiye Cumhuriyeti millî ve laik bir esas üzerine kuruldu. Asırlarca İslâm
ahkâmı ile idare edilen topluma gayrı İslâmi fikirler dayatılmaya başlandı.
Hayatın her alanında devrim adı altında zulümler yapıldı. Öyle ki bu zulümler
Müslümanların yönetimine kadar uzandı. Ve 3 Mart 1924’te Hilâfet kaldırıldı.
Cumhuriyetin
kuruluşu ve akabinde Hilâfet’in kaldırılması dünya genelinde özellikle İslâm
dünyasında büyük bir etki oluşturdu. Ülke genelinde İslâmi hassasiyetlerden
kaynaklı birçok ayaklanma gerçekleşti. Bunlardan en fazla ses getiren ve en
geniş kapsamlısı şüphesiz Şeyh Said ayaklanmasıdır.
Şeyh Said’in, kıyam
sürecindeki görüşmeleri, demeçleri ve tutuklanıp yargılama sürecindeki
ifadelerine bakıldığında, ayaklanmasının milliyetçilik ile ilgisi olmadığı,
tamamen İslâmi olduğu görülmektedir. Bu husus bölge halkı tarafından zaten
bilinmektedir. Ancak Kürt ulusalcı hareketler de Türk miliyyetçileri gibi Şeyh
Said kıyamını yıllardır milliyetçi bir hareket gibi gösterip propagandalarına
malzeme yapmaktalar. Çünkü Şeyh Said’in bölge halkı tarafından sevildiği
biliniyor ve halkın desteğini almak için bunu kullanıyorlar.
Şeyh’in kıyamının
tamamen İslâmi olduğunu, Hilâfet’in kaldırılması akabinde uygulanan İslâm dışı
kanunlara karşı gerçekleştiğini, İslâm şeriatını tekrar tatbik etmek olduğuna
dair birkaç örnek vermek yeterli olacaktır.
Şeyh’in torunu
Abdülmelik Fırat, o dönemde Hınıs’ta müftü olan Şeyh’in kardeşi Bahaeddin
Efendi ile Şeyh Said’in aralarında şöyle bir konuşmanın geçtiğini aktarır:
“Keko (ağabey), sen
yapılan bu inkılâpları kabul etmediğini söylüyor ve ‘Ben Hz. Muhammed’in
ümmetine mensup bir âlim olarak, İslâm’ı saf dışı eden bu harekete karşı sessiz
kalamam. Çünkü yarın ruz-i cezada Allah’a, Rasulü’ne ne yüzle bakacağım, ne
cevap vereceğim?’ diyorsun fakat bu millet olgunlaşmamış, birlik
sağlanamadığından neticeye varmaz. Sen en iyisi gel, biz buradan hicret edip
Türkiye’yi terk edelim.’ deyince Şeyh Said Efendi, kardeşi Bahaeddin’e kızıyor
ve diyor ki: ‘Bahaeddin, Bahaeddin! Ben bu işe elimdeki tek değnekle de olsa
karşı çıkacağım.’’
Yine Şeyh’in,
hanımına söylediği şu cümleler, Şeyh’in niyetini ve gayesini net bir şekilde
ortaya koymaktadır:
"Hanım! Yarın
ben kıyamet gününde Allah'ın ve Peygamberi’nin huzuruna suçlu olarak çıkmak
istemiyorum. O zaman Allah bana 'Ey Said! İslâm dininin hükümleri ayaklar
altına alındığında sen niçin sessiz kaldın, gücün ve imkânın olduğu hâlde niye
başkaldırmadın?' diye sorduğunda ben ne cevap vereceğim? Cehennem zebanîleri
beni sarığımdan tutup cehenneme çektiklerinde ben ne edeceğim? Hayır! Andolsun
Allah'a ki yalnız ben ve elimdeki asa bile kalsa bâtılın karşısına çıkıp kıyam
edeceğim. Şehit olana kadar da mücadelemden asla dönmeyeceğim. Hem ne ben Hz.
Hüseyin'den daha makbulüm ve ne de siz O'nun ailesinden, Ehl-i Beyt'inden daha
makbulsünüz. Ben üzerime düşeni yapmak zorundayım. Allah'a emanet olun!"
Şeyh, seyahati
sırasında Kırıkhan köyünde bölgenin ileri gelenleri ile yaptığı bir toplantı
sonrasında Arapça olarak şöyle bir fetvayı kaleme alır:
“Kurulduğu günden
beri din-i mübin-i Ahmedi’nin temellerini yıkamaya çalışan Türk Cumhuriyeti
Reisi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Kur’an’ın ahkâmına aykırı hareket ederek,
Allah ve Rasulü’nü inkâr ettikleri ve Halife-i İslâm’ı sürdükleri için gayri
meşru olan bu idarenin yıkılmasının bütün İslâmlar üzerine farz olduğunu,
Cumhuriyetin başında bulunanların ve Cumhuriyete tabi olanların mal ve
canlarının Şeriat-ı garayı Ahmediyye’ye göre helal olduğu...”[1]
Şeyh Said Efendi’nin
dilinden dökülen bu ifadeler, Şeyh’in kıyamının tamamen İslâmi olduğunu ortaya
koymaktadır. Kaldı ki o dönemde Kürt ulusalcı şahsiyetlerin ifadelerinden de
Şeyh Said’in milliyetçi duygulardan uzak olduğu ifade edilmektedir.
Öncelikle ifade
edeyim ki Kürt meselesi ile terör sorunu aynı şeyler değildir. Kürt meselesinin
asıl kaynağı, Osmanlı Devleti'ni parçalamak için milliyetçilik duyguları
etrafında örgütler kurup kendi yaşam tarzları ile donatan Batı devletleridir.
Osmanlı’nın son dönemlerinde, devlete egemen olan İttihat ve Terakki Cemiyeti
ve benzeri oluşumlar eli ile Türk milliyetçiliği ve buna bağlı olarak ulus
devlet anlayışı yayılmaya başladı. Yükselen Türk milliyetçiliğine karşı Kürt
milliyetçiliği de bir aksülamel olarak ortaya çıktı. Lakin cumhuriyetten önce
Kürt milliyetçiliği çok az bir kesimde vuku bulmuştu.
Cumhuriyetin
kurulması ile birlikte ümmet anlayışından ulus anlayışına geçiş yapıldı. İslâm
ortadan kaldırıldı ve jakoben bir anlayışla herkes Türk kabul ettirilmeye
çalışıldı. Yeni bir ulus yaratmak şiarıyla yola koyulan cumhuriyet rejimi,
tarihi boyunca Kürtlere yönelik çok yönlü inkâr, imha, sürgün ve asimilasyon politikasını
hayata geçirdi.
Tali olaylar göz
ardı edilerek dikkatli bir şekilde Kürt meselesi değerlendirilirse asıl sebebin
Hilâfet’in kaldırılması olduğu görülecektir. Çünkü Hilâfet, farklı din ve
kültürlere sahip milletleri bir arada tutan yegâne sistemdi.
Cumhuriyetin
Kürtlere yönelik asıl inkâr ve sindirme politikası Şeyh Said kıyamı akabinde
gerçekleşmiştir. Şeyh Said kıyamından sonra M. Kemal’in liderliğinde ülke
genelinde bir “temizlik harekâtı” başlatıldı. Çıkarılan Takrir-i Sükûn ve iskân
politikaları ile doğuda yapılacak katliamlar için meşru zemin oluşturuldu. Kürt
dilinin men edilmesi maddesi dâhil birçok maddeyi kendi içinde barındıran “Şark
Islahat Planı” yol haritası kabul edildi.
Devletin bu somut
zulmü karşısında Kürt milliyetçiliği ekseninde birçok örgüt kuruldu. Bunların
birçoğu da komünizmin farklı yorumları ile düşüncelerini şekillendirdi. Fikrî
ve siyasi olarak hareket edenlerin yanında silahlı mücadeleyi benimseyenler
daha baskın çıktılar.
Silahlı örgütlerin
faaliyetlerinin artması akabinde devletin zulmü daha da arttı. Zulüm artıkça da
örgütler güçlendi ve sonunda Kürt meselesi terör meselesine indirgenmeye
başlandı.
Sonuç olarak, Kürt
meselesinin asıl kaynağı cumhuriyetin seküler ve Türk milliyetçiliğine dayalı
ulus devlet olarak kurulmasıdır. Terör sorunu ise -her ne kadar egemen
devletlerin kendi menfaatleri doğrultusunda kullandıkları bir unsur olsa da-
Kürt meselesi ile bağlantılı olarak ortaya çıktıklarını söylemek mümkündür.
Eğer terör örgütü olarak tanımlanan bir yapı marjinal değil de halkın kayda
değer bir kısmı tarafından destekleniyorsa burada rejimin ciddi bir payı olduğu
gerçeğini ortaya koyar.
Burada asıl unsur
Batı devletlerinin sahip oldukları ideolojileridir. Hem ABD hem de Avrupa
devletleri kapitalist ideoloji ile şekillenmiş ve onunla amel etmektedirler.
Dolayısı ile egemen olma isteği ve sömürge anlayışı bu devletlerin tabii
yapısında mevcuttur.
Sömürgeci Batı
devletleri Birinci Dünya Savaşı akabinde Osmanlı Devleti’nden onlarca ulus
devlet çıkarıp hepsini de kendi çıkarlarına uygun bir şeklide dizayn ettiler.
Önceleri Kürtler için de bir ulus devlet düşündülerse de daha sonra belki de
ileride yine farklı bir şekilde kullanmak amacı ile Kürtleri dört farklı
devletin arasında böldüler.
Batı devletleri de
kendi içinde ciddi bir rekabet hâlinde olduklarından her biri kendi çıkarını
sağlamak adına ülkelere ve örgütlere nüfuz etmek istemektedirler. Dolayısı ile
sömürmek adına milyonları katleden bu emperyalist devletler, yeri geldiğinde
“insan hakları” adı altında hümanist kesilebiliyorlar. Çıkarlarını sağlayan
diktatörleri savunmaktan ve korumaktan çekinmeyen emperyalist bir devlete
karşı, kendilerinden faydalanamayan bir başka devletin onları suçlamak ve
sıkıştırmak adına Kürtlerin mağduriyetini kullandıklarını düşünüyorum.
Sömürgeci devletler
için ilkesel bir tutumdan bahsedilemez. İttifakları da çıkarları ekseninde
gerçekleşir. Bu devletlerin “geri kalmış” veya “gelişmekte olan ülkeler” ile
olan ilişkileri de esasında “ittifak” ilişkisi değildir. Bu ilişki, büyük
devlet ve ona bağlı tabi veya uydu devlet ilişkisidir. Dolayısı ile ABD’nin
Türkiye ile olan ilişkisi de birbirine denk iki devletin ilişkisi değildir. Her
ne kadar iktidar, topluma bu şekilde yansıtmaya çalışsa da soruda ifade edilen
husus bunun tersini ortaya koymaktadır.
İdeolojik olarak
Türkiye’nin Batı ile ilişkisi kesilene kadar mahkûmiyet derecesindeki bu
bağlılık devam edecektir. Siyasi, iktisadi ve teknolojik bağımlılık maalesef
böylesi bir çelişkiyi yaşatmaktadır.
Cumhuriyet tarihi
boyunca Kürt meselesi hakkında en ciddi adımları AK Parti hükümetlerinin
attığını söylemek mümkündür. Lakin iki ileri bir geri şeklinde süren bu husus
gerek örgüte nüfuz eden devletlerin farklı oluşu ve gerekse hükümetin
iktidarını sürdürme önceliği sebebiyle kördüğüm hâlini almıştır. Dolayısı ile
emperyalist devletler için çıkarları nasıl en öncelikli husus ise yerelde
hükümetlerin en öncelikli meselesi de iktidarlarını sürdürmektir. Kapitalist
devletlerde siyasete egemen olan pragmatik ve makyavelist anlayıştır.
Bu mesele her ne
kadar asıl olarak devlet veya sistem meselesi ise de siyasi parti ve sivil
toplum kuruluşlarının da üstlenebileceği bir görev vardır. Öncelikle sivil
kuruluşlar kendilerini iktidarın ve örgütün konjonktürüne karşı konumlanmaktan
uzaklaşıp bağımsız bir şekilde meseleye yaklaşmalıdır. Hakkaniyet ölçülerine
riayet etmeli, her türlü milli duygudan arınarak köklü çözüme odaklanmalıdır.
Dolayısı ile meselenin çıkış kaynağına dikkatleri çekmeli ve çözümü de orada
arayıp dillendirmelidir.
Başkanlık, diğer
adı ile cumhurbaşkanlığı sisteminde partiler arası ittifaklar kaçınılmaz oldu.
Gelinen noktada iktidar olan Cumhur İttifakı’nın bir sonraki seçimde iktidar
olması sıkıntılı görünmektedir. Dolayısı ile mevcut cumhur ittifakı için çok
fazla seçenek bulunmamaktadır. Ya karşıt ittifak bozulacak ya da kendi
ittifakına yeni partilerin eklenmesi gerekecektir.
Bir önceki yerel
seçimde görüldüğü özere Kürtlerin oyu olası erken seçim veya 2023 seçiminde
kritik bir rol almaktadır. Dolayısı ile ilk seçim öncesi iktidarın Kürtler
hakkında söyleminde yumuşamaya gitmesi beklenebilir. Kendi yanına çekmesi
mümkün olmasa bile karşıt ittifaktan ayırma yoluna gidebilir.
Çözüm konusundaki
katkısına gelince bir katkı sağlayacağını zannetmiyorum sadece toplumsal
kutuplaşmanın hafifletilmesine katkısı olabilir.
Kürt meselesini HDP
ve terör sorunu üzerinden konuşmak veya bunları merkeze alarak çözüm arayışına
girmek elbette doğru değildir. Lakin bu iki hususu Kürt meselesinden bağımsız
düşünmek de mümkün değildir. Öncelikle HDP ve daha önce farklı isimlerde
kurulup kapanan siyasi partilerin asıl değil, PKK’nin siyasi arenadaki yüzü
olduklarını unutmamak gerekir. Dolayısı ile varlığını Kürt meselesi üzerinde
inşa eden örgütün görmezlikten gelinmesi de mümkün olmayacaktır. Bununla
birlikte örgütün Kürtler arasında hâlen kayda değer bir destekçi potansiyeli
olmasına rağmen Kürt halkının temsilcisi olduğunu söylemek mümkün değildir.
Diğer taraftan
HDP’nin aldığı oy oranı ile örgüte olan desteği aynı görmek hatadır. Çünkü
milliyetçi, incinmiş, zulüm görmüş kayda değer bir kitle için HDP’den başka bir
alternatif bulunmamaktadır. Yine daha önce hem iktidar hem de medyanın bu
meselede örgütü asli muhatap olarak görmesi, toplumda da böyle bir algının
yerleşmesine sebep olmuştur.
Bugüne kadar
uygulanan güvenlikçi yaklaşım, sorunu daha çok derinleştirmiştir. Aynı şekilde
halklara enjekte edilen ulusçu duygular mevcut oldukça da bu mesele yine
çözülmeyecektir. Yine bir ulus devlet olarak bir “Kürt Devleti” kurulsa dahi bu
mesele çözülmüş olmayacaktır.
Dolayısıyla
halkların hayatlarını ifsat eden, onları Batı devletlerinin kölesi hâline
getiren kapitalizmin semereleri olan liberal ve demokratik fikirler sorunun
kaynağı iken nasıl çözüm olabilirler? Kısacası, onlarca halktan müteşekkil İslâm
ümmetinin karşı karşıya kaldığı bütün sorunların tek çözümü İslâm olduğu gibi
Kürt meselesi de ancak ve ancak İslâm ile köklü çözüme kavuşabilir.
Bunun için demokratik laik düzenler
Müslümanların hayatlarından, düşüncelerinden uzaklaştırılıp İslâm şeriatı
tekrar tatbik edilmelidir. 13. asır dünyaya yön vermiş İslâm ideolojisi, farklı
dil, ırk, renk ve coğrafyadaki Müslümanları kardeş hâline getirirken diğer
halkları da adaletle yönetmiş olması bu iddiamızın delilidir. Böylesi bir
düzen, milliyetçi laik sistemin kırdığı kalplere sürur, yaktığı fitne ateşine
su, zehirlediği dimağlara şifa verebilir. İslâm şeriatının tatbik edilmesiyle
üstünlüğün ırkta, renkte olmayıp sadece takvada olduğu tüm benliklerde
hissedilir. Adalet terazisi herkesi hak ettiğiyle ölçer. Aynı idealin peşinde
koşan Müslümanlar sadece Allah Subhânehû ve Teâlâ’yı razı etme yarışında
olur. Kâfirlerin fitnelerinden emin olunur. Bu temel hususlarla iktifa etmeyi
yeterli görüyorum. Bugün beşerî ideolojilerin ortaya çıkardığı tüm sorunları ve
de Kürt meselesini hakkıyla çözebilecek yegâne sistemin adının Hilâfet olduğunu
tekrardan vurguluyorum.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış