Sevgili okurlar, malumunuz insan içgüdü ve uzvi
ihtiyaç sahibi akledebilen bir varlıktır. İnsan bu içgüdü ve uzvi ihtiyaçlarını
doyurmak için çeşitli ameller yapar. Yani insanın yapmış olduğu fiillerin
arkasında ya bir içgüdü ya da bir uzvi ihtiyaç vardır. Ayrıca insan çeşitli
sorulara cevap bulmak için akli ameliye gerçekleştirir. Fakat insandan sadır
olan bütün fiiller beraberinde sorunları da getirir. Zira dinamik enerji
yalnızca doyum arzulayıp bu doyum keyfiyetinin nasıl olacağı hususunda herhangi
bir fikir vermez, hangi doyumun kendisi için daha iyi olduğunu belirleyemez. O
halde insan davranışları “çözümlemeye muhtaç bir sorunlar yumağıdır” dersek
yanılmış olmayız. Bu insanın ferdî davranışlarıyla alâkalı bir
değerlendirmedir. Bir de insanın başka insanlar, yani toplum ile birlikte
yaşadığını düşündüğümüzde insanın hayatı başlı başına bir sorunlar yumağıdır.
Böylece insan bu davranışları gerçekleştirirken aynı zamanda davranışlarından
kaynaklanan sorunları çözümleyen bir nizama muhtaçtır.
İşte Allah Celle Celâlehû, Rasulü
Muhammed Mustafa SallAllahu Aleyhi ve Sellem vasıtasıyla gönderdiği
İslâm dini sayesinde insanın bütün problemlerini çözmüştür. Yine O’nu kıyamete
kadar insanlığa hidayet ve nur olarak değişmeyen bir nizam olarak da seçip
beğenmiştir. İslâm dini insanın tüm problemlerini çözmektedir. Zira İslâm;
insanın Rabbi ile, insanın kendi nefsi ile ve insanoğlundan diğerleri ile
arasındaki ilişkileri düzenleyen semavi bir dindir. Kısacası İslâm tüm hayatı
kuşatan ve tüm hayat sorunlarına kıyamete kadar çözümler üreten bir dindir.
Dolayısıyla İslâm elimiz, ayağımız vb.
uzuvlarımızla yaptığımız fiillere şer’î hitapla bir rahmet olarak hükümler
getirdiği gibi dilimiz, gözümüz ve bir kimse hakkında ortaya koyduğumuz düşünce
fiiline dair de hükümler getirmiştir. Zira amel yalnızca yemek-içmek,
oturmak-kalkmak, ibadet etmek, koşmak-yürümek değil, bunlarla birlikte göz, dil
ve beyin gibi her bir organımızdan kaynaklanan bütün davranışlardır.
Dolayısıyla insandan yeme-içme şeklinde somut ameller sadır olabileceği gibi,
düşünme ve tasavvur şeklinde soyut ameller de sadır olmaktadır.
Kerim kardeşlerim altını çizmek istediğim nokta şu
ki; İslâm bizim yalnızca somut amellerimizi çözümlemiyor, ayrıca soyut
amellerimizi de çözümlüyor. Böyle anlaşılmadığı takdirde insanı iyi anlamadığımız
gibi İslâm’ı da yarım anlamış ve yarım almış durumda oluruz Allah korusun. Bu
kısa mukaddimeden sonra konumuz çerçevesinde bu makalemizde insanın dili, gözü
ve düşüncesiyle işleyeceği fiillerden olan zan, gıybet ve tecessüs ameli hakkında
şer’î hükmü anlamaya çalışacağız inşaAllah…
Zan;
Allah Azze ve Celle yüce lisanı Kur’an’ı
Kerim’de zan hakkında şöyle buyurmaktadır;
“Onların
çoğu zandan başka bir şeye tâbi olmaz. Şüphesiz zan haktan bir şey ifade
etmez…” (Yunus 36)
Bunun gibi Kur’an’da birçok yerde geçen zanna
uymakla alakalı hususların bizim konumuz olan zan hususunda olmadığını
belirtmek isterim. Zira bu ayetlerdeki zan konusu akide hakkında olup bu
hususta zaten zanna uymak ister iyi zan olsun ister kötü mutlak olarak
haramdır. Zira akide ancak yakinden alınır. Bu hususta gerek haleften gerek
seleften fakihler arasında ihtilaf yoktur. Daha kapsamlı bilgi sahibi olmak
isteyenler köklü değişim yayıncılığın yayınladığı Haber’ul Vâhid adlı kitaba ya
da İslâmî Şahsiyet kitabına başvurulabilir.
Zan hususundaki konumuza bir Müslümanın bir kardeşi
hakkındaki iyi veya kötü düşüncesiyle yani fıkhi manadaki zanla sınırlandırarak
başlamak gerekmektedir. Öncelikle zan; bir şey veya bir konu hakkında delil
olmadığı halde o şeyin sana öyle gelmesidir. Sana öyle gelen şey ister iyi
olsun ister kötü olsun delil yoksa ya da açıktan yapılmamışsa bu zandan başka
bir şey değildir. Sana öyle gelen şey şüpheden daha kuvvetli ise bu zandır ve
galebe-i zanna kadar yükselebilir. Fakat galebe-i zan da ancak bazı emareler
sonucunda oluşabilir. Aksi takdirde yalnızca zan olarak kalır. Yine zan
kelimesini günümüz Türkçesine varsayım olarak da çevirirsek hata etmiş olmayız.
İşte bizim konumuz da bir Müslümanın başka bir Müslüman kardeşi hakkında zanda
bulunması olacaktır inşallah.
Bu konuyu ulema hüsnü zan (pozitif varsayım) ve sui
zan (negatif varsayım) olarak yani iyi zan ve kötü zan olarak ikiye
ayırmışlardır. Hüsnü zanna gelince; Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur;
“Mü’min
erkek ve kadın, onu (iftirayı) işittiklerinde keşke vicdanları ile hüsnü zanda
bulunsalardı ve “bu apaçık bir iftiradır” deselerdi.” (Nur12)
Kerim kardeşlerim açıktan bir günah işlediği
görülmemiş, salih-saliha kimseler hakkında hüsnü zanda bulunmak vacip olmasa da
hasen ahlaktan sayılmış ve Müslüman’ın vasıflanması gereken bir vasıf olarak
görülmüştür ki bu ayrıca menduptur.
Müslüman hakkında sui zanda bulunmaya gelince;
muhakkak ki bu haramdır. Zira Allah Subhanehû ve Teâlâ Hucurat Suresi’nde
şöyle buyurmuştur;
“Ey
iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü bazı zan günahtır…” Usule
göre bir Müslüman ya bir farzı terk etmesinden ya da bir haramı işlemesinden
dolayı günahkâr olabilir. Sünnet’in terkinden veya mekruhun işlenmesinden
dolayı kimse günahkâr olmaz. Bu ayette ise Allah Azze ve Celle bizden fiilin
terkini talep etmiştir ve bu talep kesin bir taleptir. Bu talebin kesin olup
olmadığını anlamak için başka hiçbir karineye de ihtiyaç yoktur. Zira
işlenmesinden dolayı insanı günahkâr kılan tek fiil haram olan fiildir. Ayet de
ise insanın bu fiil yüzünden günahkâr olacağı açıkça bildirilmiştir. Konuyla alâkalı
olarak rahmetli Seyyit Kutub bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir;
“…mademki
yasak; zanların birçoğundadır ve kaide olarak bazı zanlar günahtır. Şu halde
ayeti kerime kötü zandan tamamen kaçınmayı ima etmektedir. Zira kişi hangi
zanların günah olacağını bilemez. Böylece vicdanlar temizlenmekte ve kötü
zanlara bulaşarak günaha girilmesi önlenmektedir. Her türlü şüphe ve zanlardan
uzak olarak tertemiz bırakılmaktadır. Kardeşlerine karşı kötü zannın yıpratacağı
hiçbir husus bulunmaksızın sevgi beslenmesi sağlanmaktadır…
Ama
İslâm meseleyi vicdanları ve kalpleri temizleyerek bu temiz noktada olduğu gibi
bırakmaz. Bilakis bu hüküm bir teamül olarak yerleşir. İnsanların yaşadıkları
temiz toplum içerisinde konulan hukuk prensipleri arasında bir çit olur. Kimse
zanlara göre muaheze edilmez. Şüpheye göre hüküm verilmez. Ve mahkemede zan bir
esas olmaz. İnsanlar hakkında karar vermek için zanlarla hareket edilmez. Nitekim
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem buyurur ki: ‘‘Zannettiğin zaman tahkik etme.’’ Yani insanlar toplum
içinde temiz olarak kalmalıdır. Hak ve hürriyetleri korunmalı saygı
görmelidirler. Yaptıkları şeyin gerçek olup olmadığı tam olarak vuzuh buluncaya
kadar hiçbir şekilde muhakeme edilmemelidirler. Etraflarında dönüp dolaşan
zanlara göre araştırma ve takibat mevzuu olmamalıdırlar.’’
Seyyit Kutub’un da işaret ettiği gibi mesele İslâm’ın
ortaya koyduğu yüksek hedeflerden olan insani kerametle (haysiyet, onur) alâkalı
olup ciddi bir meseledir. Allah Rasulü Aleyhi’s Salatu ve’s Selam bu
hususta şöyle buyurmuştur:
‘‘Zandan uzak durun! Çünkü zan sözün en yalanıdır.
Başkalarının gizli konuştuklarını yaymayın! Tecessüs etmeyin! Gereksiz yere
rekabete girmeyin! Birbirinizi kıskanmayın! Birbirinize kin tutmayın!
Birbirinize sırt çevirmeyin! Ey Allah’ın kulları, Allah’ın size emrettiği gibi
kardeş olun!”
(Ebu Hureyre-Buhari)
Ve bir kimse sırf zannına dayanarak bir kimseden
davacı olursa iddiasını ispat etmekle mükellef olur aksi takdirde kendisine
ceza-i müeyyide uygulanır.
“İffetli
kadınlara zina suçu atıp ta sonrada dört şahit getiremeyenlere de seksen değnek
vurun ve ebedi olarak bunların şahitliğini kabul etmeyin. Bunlar öyle fasık
kimselerdir.” (Nur 4)
Zahiren, görünüşte hayırlı ve salih-saliha olan mü’minler
hakkında sui zanda bulunmak caiz değildir, bilakis böyle kimseler hakkında
hüsnü zanda bulunmak menduptur. Zahiren, görünüşte çirkin ve şüpheli olan Müslüman’a
gelince; ona sui zanda bulunmak Buhari’nin rivayet ettiği Aişe RadiyAllahu
Anhâ hadisinden dolayı caizdir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle
buyurmuştur:
“Falan ve filan kimsenin dinimizden bir şey bildiklerini
zannetmiyorum”
Tecessüs;
Tecessüs zan konusunu bir ileri boyuta taşır yani bir kimse kardeşi hakkında zannettiği şeyi ortaya çıkarmak ve konunun iç yüzünü öğrenmek adına araştırırsa bu sefer kardeşi hakkında tecessüs yapmış olur. Tecessüs, herhangi bir şeyin iç yüzünü, gizli tarafını, kusurunu araştırma, araştırma merakı, merak gibi anlamlara gelir. Tecessüs kelimesi ‘cesse’ fiilinin ‘tefa’ale’ babının mastarıdır. Casus kelimesi de aynı kökten türetilmiştir. Tecessüs kelimesi daha çok kötülükleri, kusurları araştırmada kullanılan bir tabirdir. Tahassüs kelimesi ise daha çok hayırlı şeyleri araştırmada kullanılır. Nitekim Allah Teâlâ Yakup Aleyhi’s Selam’ın oğullarına şöyle dediğini haber vermektedir;“Ey oğullarım gidin Yusuf’u ve kardeşini iyice (tehassus edin) araştırın” (Yusuf 87)
Ancak her iki kelime de kötülük ve kusurları
araştırmada da kullanılabilir. Evzai tecessüsün herhangi bir şeyi araştırma
anlamına, tahassüsün de bir topluluğun konuşmalarını onlar istemediği halde
dinlemek veya kapıları dinlemek anlamına geldiğini söylemektedir. (İbn Kesir
Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim İstanbul 1985. 7/358.)
Birçok hadislerde yapılması yasaklanan tecessüs
Kur’an’ı Kerim’de sadece Hucurat Suresi 12. ayette geçmiştir. وَلَا تَجَسَّسُوا
“…Tecessüs etmeyin…’’ Zan hususunda
hemfikir olan aynı fakihler kardeşinin gizli hallerini araştırmanın da haram
olduğunu söylemişlerdir. Zira ayeti kerimede Allah Subhanehû ve Teâlâ
fiilin terkini talep etmiş, talebin kesin talep olduğuna bazı hadisler karine
olmuştur. Rasül SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurdu;
“Ey dili ile inanıp, iman kalbine işlemeyenler topluluğu,
Müslümanları gıybet etmeyiniz. Onların ayıplarını araştırmayınız. Kim onların
ayıplarını araştırırsa Allah da onların ayıplarını araştırır. Allah kimin
ayıbını araştırırsa onun evinin içinde dahi ayıbını açar, perişan eder.” (Ebu Davud Edeb 40-Tirmizi Birr 84)
Bir adam İbn Mes’ud’a gelerek ‘‘Falancanın
sakalından içki damlıyor’’ dedi. İbn Mes’ud ise ona şu şekilde cevap verdi:
‘‘Biz tecessüs etmekten nehy olunduk. Ancak açığa vurduğu zaman onu
yakalayabiliriz.’’ Mücahit de ‘‘Birbirinizin kusurunu
araştırmayın’’ ayetinden maksat
“Açığa
çıkanı alın, gizli kalanı bırakın demektir”
diye bu hususta açıklamada bulunmuştur. (Seyyit Kutub Fi Zilâli’l-Kur’an)
Bir kimsenin gizli hallerini araştırmak ister gözü
ile takip ederek, ister kapı dinleme şeklinde olsun isterse de teknolojik
şekilde telefon dinleyerek, gizli kamara yerleştirerek veya dinleme cihazı
yerleştirerek olsun mutlak olarak haramdır. Bu hususta bir kimsenin birinin
gizli halini araştırmasıyla devletin vatandaşlarının gizli hallerini
araştırması arasında da bir fark yoktur. Günümüzde devletin vatandaşlarını bu
şekilde araştırarak mahkemelerde delil olarak kullanması meşru olmuştur. Ancak İslâm
Hilâfet Devleti’nde bu tür uygulamalar mutlak olarak yasaklanır. Meseleye günahı
ifşa olanın cezalandırılması, gizli kalanın ise yaptığının yanına kâr kalması
şeklinde bakmak büyük hatadır. Zira hayat yalnızca dünya hayatı değil işin
sonunda bir de ahiret vardır. Üstelik günahının cezasını bu dünyada çekenler
cezası ahirete kalanlardan daha kârlıdır. Çünkü dünyada verilen şer’î cezalar ahiretteki
cezayı kaldırır. Hem gizli işlenen günahlar hiçbir şekilde topluma zarar
vermez, ancak açıktan yapılan günahlar toplumu olumsuz etkileyebilir. Fakat
böyle kimselerin cezalandırılması toplumun olumsuz etkilenmesinin önüne geçtiği
gibi bir de ibret teşkil eder. Bundan dolayı İslâm insanların gizli hallerini
araştırmayı yasaklamıştır.
Bu yasaklama genel bir yasaklamadır ve tahsis edici
bir delil varit olmadıkça genelliği üzere kalır. Aynı şekilde bu genellik hem
Müslüman hem de zımmîleri de kapsamaktadır. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem el Mikdâd ve Ebi Umâme’den rivayet edilen bir hadiste;
“Emir (yönetici) insanlar arasında şüphe peşine düşerse
onları ifsat eder”
buyurmaktadır. Hakkında tecessüs yapmanın
caizliğine işaret eden delillerin olduğu konular bundan istisnadır. Bu
çerçevede devletin fiili harbi durumda olan devletler hakkında tecessüs yapması
vacip olduğu gibi hükmen harbi durumda olan devletlerin durumlarını, onların
ülkemizdeki elçi ve konsolosluk çalışanlarının araştırılması da caizdir. Ancak
onların zararından korkulursa bu vaciptir. Ayrıca kendi vatandaşımızdan olsa
bile fiili veya hükmen harbi devletler ve onların elçi ve benzeri
çalışanlarıyla sıkı ilişkileri olanların tecessüs edilmesi caizdir. Ancak bunun
olabilmesi için iki şart vardır.
Birincisi: İster Müslüman ister zımmi olsun fiili
veya hükmen muharip olan devletlerin yetkilisi kişilerle içeride veya dışarıda
normal olmayan ilişkilerinin ilgili daireler tarafından tespit edilmesi.
İkincisi: Yapılan bu tespitin Muhtesip Kâdısı’na
iletilip, Kâdı’nın bu konuda Müslümanlar aleyhine bir zarar olduğu görüşünde
olması gereklidir. Bu çerçevede yapılan tecessüslerin cevazını gösteren
deliller de mevcuttur ancak konuyu uzatmamak için buraya almıyorum.
Gıybet;
İslâm bunun gibi insanın diliyle işlediği
fiillerden olan gıybet etmeyi de haram kılmıştır. Zira gıybet de insan şerefini
zedeleyen hususlardandır. Gıybet genelde “bir kimseye yüzüne söylemenden
hoşlanmayacağı şeyi arkasından söylemek’’ olarak tarif edilmiştir. Fakat daha
doğru olan, kardeşini hoşlanmadığı, kerih gördüğü bir şeyle anmandır. Bu
hususta toplumda bir yanlış algılama söz konusu olmuştur ve sanki gıybetini
ettiğin şahısta o vasıf varsa bu gıybet olmuyormuş gibi anlaşılmıştır. Hâlbuki
bahsettiğin vasıf o kimsede mevcut ise işte bu gıybetin ta kendisidir. Aksi
takdirde yani mevzusunu ettiğin o haslet o kimsede bulunmuyorsa bu bir
iftiradır. Ebu Hüreyre Radıyallahu Anh anlatıyor:
“Rasulullah Aleyhi’s
Salatu ve’s Selam buyurdular ki; ‘‘Gıybetin
ne olduğunu biliyor musunuz?’’ ‘‘Allah ve Rasulü daha iyi bilir.’’ dediler. Bunun üzerine: ‘‘Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı
şeyle anmasıdır!’’ açıklamasını yaptı. Orada bulunanlardan biri ‘‘Ya benim söylediğim onda varsa.’’ dedi. Aleyhi’s Salatu ve’s Selam; ‘‘Eğer söylediğin onda varsa gıybetini
yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun
demektir.”
(Ebu Davud-Tirmizi-Müslim)
Görüldüğü gibi dedikodusunu yaptığın husus
kardeşinde mevcut ise dahi bu gıybettir ve hem gıybet hem de iftira haramdır.
“…kimse kimseyi gıybet etmesin. Hangi biriniz ölü kardeşinin
etini yemekten hoşlanır, işte bundan tiksindiniz değil mi?”
Allah Azze ve Celle Enam Suresi 145. ayette domuz
etini haram kılmakla kalmayıp رِجْسٌ ‘ricsun’ kelimesiyle bizi tiksindirmiştir. Aynı
şekilde gıybeti de ölü kardeşinin etini yemeye benzeterek ondan da tiksindirmektedir.
Müstevrid RadiyAllahu Anh anlatıyor:
“Rasulullah
Aleyhi’s Salatu ve’s Selam buyurdular ki; Kim
bir Müslüman’ı gıybet ve şerefini payimal etmek suretiyle tek lokma dahi yese,
Allah ona mutlaka onun mislini cehennemde tattıracaktır. Kim de (malı, makamı
olan büyüklerden) bir adam sebebiyle bir makam elde eder (orada salâh ve takva
sahibi bilinerek para ve makama konmak için riyakârlıklara girer)se Allah Teâlâ
hazretleri Kıyamet Günü onu mürailer makamına oturtarak rezil eder ve mürailere
münasip azapla azaplandırır.” (Ebu Davud Edeb)
Birinin sözünü başka birine taşımakta gıybet
çerçevesinde değerlendirilir ve bu da haramdır. Huzeyfe RadiyAllahu Anh’ın
rivayet ettiği bir hadiste Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem;
“Kattat (söz taşıyan)
cennete girmeyecektir” buyuruyor. Müslim’in rivayetinde
ise
“Nemmam cennete
girmeyecektir” şeklinde
geçmektedir. (Buhari Edeb-Müslim İman-Ebu Davud Edeb-Tirmizi Birr)
Kerim kardeşlerim gıybet etmek haram olduğu gibi
gıybet işitmek de haramdır. Bizler zannediyoruz ki ben gıybet yapmadığım zaman
bu günahtan beri olurum. Bunun günahı gıybeti yapanadır. Hâlbuki durum hiç de
öyle değildir. Zira gıybetçiye bu fırsatı veren ve sükût edip onu dinleyen
kendisidir. Dolayısıyla gıybet dinlemek, buna imkân vermek ve o konuda sabit
kalmak haramdır. Bu hususta Allah Azze ve Celle şöyle buyurmuştur:
“Onlar
ki boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler” (Mü’minun 3)
Bu tür bir fiille karşılaşan kimse ise gıybetçiye
karşı kardeşini korumalı ve buna gücü yetmiyorsa onu dinlememelidir. Gıybetçi
ısrar ederek söz taşıma ve gıybete devam ediyorsa selam deyip oradan ayrılmalıdır.
Muaz İbnu Esed el-Cüheni RadiyAllahu Anh anlatıyor:
“Rasulullah
Aleyhi’s Salatu ve’s Selam buyurdular ki: Kim
bir mü’mini bir münafığa (gıybetçiye) karşı himaye ederse, Allah da onun için
Kıyamet Günü, etini cehennem ateşinden koruyacak bir melek gönderir. Kim de
Müslüman’a kötülenmesini dileyerek bir iftira atarsa, Allah onu Kıyamet Günü, Cehennem
köprülerinden birinin üstünde, söylediğinin (günahından paklanıp) çıkıncaya
kadar hapseder.”
(Ebu Davud Edeb)
İlgili ayet ve hadisler bu üç konuyu yani zan,
tecessüs ve gıybet konusunu aynı anda hep birlikte zikretmiş ve üçünü birden
haram kılmıştır.
“Ey
iman edenler, zannın birçoğundan sakının. Çünkü
bazı zan günahtır. Birbirinizin kusurunu
araştırmayın, kimse kimseyi gıybet etmesin. Hangi
biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır, işte
bundan tiksindiniz değil mi? Allah’dan korkun. Şüphesiz
ki Allah Tevvab’dır, Rahim’dir.” (Hucurat 12)
Bütün Müslümanların bu tür hatalara düşmekten
sakınması gerektiği gibi, bir dava taşıyıcısının öncelikli olarak bu
haramlardan uzak durması gerekmektedir. Zira o herhangi bir Müslüman değil,
sözüyle ve fiilleriyle diğer Müslümanlara örnek olma özelliğine sahip, boş
sözlerle uğraşmayan, hikmet ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağıran eden bir
davetçidir. Bizler akidemizden çıkan çözümleri ilk önce pratik hayatta
uygulayan ve uygulanır bir nizam olduğunu tüm insanlığa gösterenler olmak zorundayız.
Şunu da unutmayalım ki yukardaki zan, gıybet ve tecessüsü haram kılan ayet; إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ “Mü’minler
ancak kardeştirler…” (Hucurat 10) ayetinden
sonra gelerek kardeşin kardeşe zaten bu tür işleri yapmaması gerektiği mesajını
vermektedir. Unutmayalım ki kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe
kâmil mü’min olamayız. Hiç kimse kendisinin arkasından bu tür işler çevrilmesinden
hoşlanmaz.
Bununla birlikte bu makaleden bütün fısk ve günahları örtmeliyiz gibi bir
anlam da çıkartmamalıyız. Çünkü bazı günahlar bilerek işleniyorsa veya açıktan
yapılıyorsa bunları ilgili kişilere veya başkalarına taşımak ne zandır, ne
tecessüstür ne de gıybettir. Zira ulema altı sebepten dolayı gıybeti mubah
görmüşlerdir ki bunlar; zulüm görmek, münkeri değiştirmek için yardım istemek,
fetva sormak, Müslümanları şerden sakındırmak, açıktan açığa günah işleyeni
fıskı ve bid’atı ile anmak ve tanıtmaktır. En-Nevevi, el-Ezkâr’da şöyle
demiştir; Bu sebeplerin ekseriyetinde gıybetin caizliği üzerine icma hasıl
olmuştur.
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle
buyurmuştur:
“Ne fasık ne de mücahir (günahı açıktan işleyen) için
söylenen gıybet sayılmaz. Mücahir olan hariç bütün Ümmetim affa mazhar
olmuştur.”
(Buhari) Ayrıca
ibn Mes’ud’un sözünden de bu anlaşılmaktadır. Bir adam ibn Mes’ud’a gelerek; “Falancanın
sakalından içki damlıyor” dedi. İbn Mes’ud; “Biz tecessüs etmekten nehy olunduk. Ancak
açığa vurduğu zaman onu yakalayabiliriz” dedi. Mücahit de “Birbirinizin kusurunu araştırmayın.” ayetinden maksat ‘‘açığa çıkanı alın,
gizli kalanı bırakın’’ demektir şeklinde açıklama yaptı.
Burada neyin gıybet olduğunu anlamanın yolu, bir
kardeşinden bir hata zahir olduğu zaman önce ona nasihat etmelisin ki o şeyi
hata ile yapmışsa bir daha yapmayacaktır. Fakat aynı hatayı yapmaya devam
ediyorsa o zaman o günahı bilerek ve kasıtlı yapıyor demektir. Bu durumda o
şeyi başkalarına söylemende bir beis yoktur. Hatta bazı durumlarda fasık
kimsenin fasıklığını duyurmak gerekir ki onun şahitliği kabul edilmesin veya
başka kimseleri aldatmasının önü kesilsin.
Hülasa bazı kimselerin açıktan işlediği günahları
idareci ve ilgili kişilere bildirmekte bir sakınca yoktur ki bu gerekli bir
şeydir. Allah hepimizi bu tür günahlara düşmekten beri eylesin. Söylediklerimiz
ve işittiklerimizle âmil olmayı nasip etsin. Dava arkadaşlarımızı bizleri
nasihatıyla düzelten hayırlı kimselerden eylesin. Bizi bütün Müslümanlara ve
muttakilere önder kılsın.
Yorumlar