ÖNCESİ VE SONRASI İLE KÜRT MESELESİ VE ÇÖZÜM ARAYIŞLARI

Mahmut Kar

Öncesi ve Sonrası ile Kürt Meselesi ve Çözüm Arayışları

Kürt meselesi ve terör sorununu öncesi ve sonrası ile kapsamlı bir değerlendirmeye tabi tutmak, ikisinin (öncesi ve sonrası) arasına bir şey koymayı gerektirir. Yani neyin öncesi ve sonrası üzerinden Kürt meselesinin değerlendirileceğini ortaya koymak için somut bir tarih vermek veya bir döneme işaret etmek gerekiyor. Coğrafyada yaşayan Kürt halkının tamamı için bu tarih, 3 Mart 1924 Hilâfet’in kaldırılmasıdır. Türkiye topraklarında yaşayan Kürt halkı için ise bu Cumhuriyet dönemidir. Türkiye toprakları ve coğrafyanın tamamı ayrımını yapmamın bir sebebi var. Zira Kürt meselesi sadece Türkiye toprakları ile sınırlı kalan bir mesele değil, Suriye, Irak ve İran topraklarının da meselesidir. Bu sebeple meseleyi sadece Türkiye’nin doğu ve güneydoğu bölgesinde yaşayan Kürt halkının kimliklerine yönelik bir baskı, ayrıştırma ve ötekileştirme üzerinden değerlendirmek yerine, Hilâfet sonrası Ortadoğu’daki tüm halklar üzerinde uygulamaya konulan bölgesel ve uluslararası politikalar üzerinden değerlendirmek daha doğru olur.

Cumhuriyet Öncesi Dönem

Osmanlı Hilâfeti döneminde bazı talepler ile ortaya çıkan Kürt hareketler vardı. Ancak bu hareketlerin ortaya çıkışı bir “Kürt Devleti” kurma amacını gütmüyor ve bu hareketler Kürt milliyetçiliği unsuru izlerini de taşımıyordu. Bunlarda belirgin olarak ortaya çıkan unsur aşiret ve beylik birlikteliğiydi. Bu teşebbüslerde “millet” fikrinin daha geri planda olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Esas itibariyle Kürtçülük fikri, II. Meşrutiyet’in ilanından sonra ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ipleri tamamen ele geçirmesi ile birlikte, Türkçülük düşüncesinin yaygınlaşması ve bir devlet politikası hâline gelmesine bir tepki olarak ortaya çıtı. İttihat ve Terakki’nin cazibesine kapılan birçok Türk, Arap, Arnavut “aydını” gibi Kürt aydın ve ileri gelenleri de bu “cazibeye” kapılmıştır. Ancak bu Müslüman Kürt halkını etkilemeyecek çapta cılız ve marjinal kalmış bir Batılı çalışma olarak kalmıştır. Dolayısıyla Osmanlı döneminde bazı aşiretler devlete karşı ayaklanmış iseler de bu asla bir Kürt kimliği ya da Kürt devleti kurma isteği ile değil, tamamen İttihatçıların Turancılık fikirlerinden etkilenip yanlış politikaları neticesinden kaynaklanmıştır.

Kürtler Cumhuriyet öncesi dönemde Hilâfet Devleti çatısı altında adalet üzere huzur içinde yaşayan ve halifeye itaatten elini çekmemiş, ümmetin üzerine atılan milliyetçilik tohumlarından etkilenmeyen bir kavim olarak kalmışlardır. Bugün Kürt meselesinin, etnik bir sorun olarak Osmanlı döneminde başladığını iddia edenler tamamen bir yanılgı, sapma ve yönlendirme içerisindedirler. Hatta Hilâfet’in yıkılması ve Cumhuriyet’in kurulması ile başlayan Kürt isyanları dahi Kürt milliyetçiliğine binaen yapılmış isyanlar değildir. Batılı devletlerin tüm yoğun çabalarına rağmen Kürt milliyetçiliği bu bölgede yaşayan insanlarda bir etki meydana getirmemişti. Hatta bu bölgede Kürtlerin Lawrence’i olarak iş yapan İngiliz istihbarat binbaşısı “Edward William Charles Noel” Güneydoğu Anadolu’ya gelip Kürt milliyetçiliğini kışkırtmayı hedefliyor. Ancak Kürtlerin Hilâfet’e olan bağlılıkları ve İslâm akidesi gereği “Kürt milliyetçiliği” ve “Kürt Devleti” isteğinin onlar üzerinde olgunlaşmaması, yani ulus-devlet anlayışının yerleşmemesi Kürtler üzerindeki Batı’nın bu planını boşa çıkarmıştır.

Cumhuriyet Sonrası Dönem

Kürt meselesi PKK’nın kurulması ve terör sorununun gündeme gelmesi ile başlayan son 40 yılın meselesi değildir. Bu meseleyi anlayabilmek için Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemini ve bu döneme hâkim olan Kemalist ideolojiyi incelemek gerekiyor. Zira Kürt meselesinin ortaya çıkışı Cumhuriyet’in kuruluşu ile aynı döneme denk gelmektedir. Mustafa Kemal kurulan yeni devletin yıkılacağı saikiyle CHP'yi ülkenin tek partisi, kendisini ülkenin otoriter tek lideri, orduyu ise yüksek yetkileri ile halk üzerinde baskı yapacak devletin bir gücü hâline getirdi.

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet politikası temelde iki esas üzerine oturtulmuştur.

Birincisi Batılılaşmadır. Bu alanda siyasetten ekonomiye, toplumsal hayattan eğitime kadar her bakımdan katı laik politikalar izlendi ve tek istikamet olarak Batı gösterildi. Laikliğin kabul edilmesi, harf “devriminin” yapılması, kılık kıyafet kanununun çıkarılması, Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile eğitimin laikleştirilmesi ve hukuk alanında Batılı ülkelerin anayasa ve kanunlarının, olduğu gibi ithal edilmesi bunların başlıcalarıdır.

İkinci temel politika ise güvenliktir. Bu politikada öncelikli tehditler belirlendi ve bunların bertaraf edilmesine yönelik sert önlemler alındı. En büyük tehdit İslâm, ikinci büyük tehdit ise Müslüman Kürt halkı gösterildi. Bu iki büyük tehdide karşı çok boyutlu ve geniş çaplı bir imha kampanyası başlatıldı. İslâm hayattan tamamen sökülüp atıldı. Aynı zamanda Kürtlere karşı asimilasyon siyaseti yürütüldü. Böylece Cumhuriyet’in temel ekseni belirlenmiş oluyordu. Buna göre birtakım ilkeler ve şiarlar ortaya konuldu. Bunların en önemlileri, milliyetçi ulus-devlet yapısının yerleştirilmesi, ümmetçilikten vatandaşlığa dönülmesi ile "Yurtta sulh, cihanda sulh" [Ülkede barış ve güvenlik sağlanırsa dünyada da barış ve güvenlik sağlanmış olur], "Hattı müdafaa değil sathı müdafaa" [Önemli olan ülke sınırlarını korumak değil, ülke içini korumaktır. Yani düşman dışarıda değil içimizdedir] ve "Ne mutlu Türküm diyene" [Türkiye Türklerindir ve bu ülkede yaşamayı kabul edip vatandaşlık alan herkes, kökeni ne olursa olsun Türk’tür] gibi şiarlardır. Her kim de bu ilkelere aykırı bir eyleme girişirse Hıyaneti Vataniye kanunu ile cezalandırıldı.

Kürt meselesi esas itibariyle yeni bir ‘’Ulus Devlet’’ inşa etme çalışmaları ile başlamıştır. Çünkü yoğun olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan, kendilerine verilen birçok vaatlere muhatap olan Kürtler, yeni uygulamalar ile tam bir hayal kırıklığı yaşamışlardır. Halifenin sürgün edilmesi, Hilâfet’in kaldırılması, dinî kurum ve kuruluşların kapatılması, ümmet içerisinde önde gelen İslâmi lider kişiliklerin idam ya da sürgün edilmeleri, İslâm’ın devlet toplum ve hayat bazında ne kadar uygulaması varsa hepsinin kaldırılıp yerine beşerî nizama dayalı laik uygulamaların tatbiki, bu hayal kırıklığını daha da artırmıştır. Dolayısıyla Kürt meselesinin ortaya çıkmasında bu dönemde en etkili faktör “din” olmuştur.

Cumhuriyet’in yeni ulus projesinde sadece Kürt diline karşı değil, halkın kullandığı tüm dillere karşı bir asimilasyon politikası yürütülmüştür. Özellikle Arap alfabesi kaldırılarak Latin alfabesine geçilmiştir. Türkçe dili ve Türkleştirme modernleşme ile eşdeğer sayılmıştır. Kürtlere karşı tamamen asimilasyon politikası güdülmüştür. Kürtler ya yok sayılmış ya da var oldukları ortamlarda, Türkleştirme politikaları ile eritilmeye çalışılmıştır. Türkleştirme politikaları aynı zamanda etkiye tepki olarak karşı tarafta milliyetçilik duygularını harekete geçirmiş ve halka görmüş olduğu bu zulmün nedeni “Ana dilini konuşmak” olarak algılatılmıştır. Hâlbuki sorun Kürtçe değil, sorun Kürt ırkından olmak değil, sorun Müslüman olmak ve ulusçuluk yerine İslâm’daki “ümmet” anlayışını korumaya çalışmaktır.

Neden Sadece Kürt Meselesi?

Kürt meselesini doğuran faktörleri besleyen güçlerin aslında Kürt halkı ve Kürt kimliği ile direkt bir sorunları yoktur. Yani onların Kürt kimliği ile alıp veremedikleri bir şeyin olduğunu düşünmüyorum. Zira onların asıl derdi; Türk’ü, Kürt’ü, Arap’ı ve diğer tüm kimlikleri besleyen, aynı zamanda da birleştirici özelliği olan İslâm kimliği iledir. Zira bu meseleyi kaşıyanlar Kürtlerin taleplerini karşılamadıkları gibi Türkler, Araplar ve Müslüman diğer milletlerin taleplerini de karşılamadılar. Onlara sadece egemenliği kendi ellerinden olmayan küçük devletler verdiler. Bu manada Kürt halkını Türk ve Arap halkından ve diğer milletlerden ayıran tek şey, sömürgecilerin diğerlerine verip kendilerine vermediği Kürdistan’dır. Peki bu durum Kürt halkı açısından bir kayıp, diğerleri açısından bir kazanım mıdır? Aydın bir bakış, ideolojik bir düşünce ile değerlendirme yapan hiç kimse bu durumu Kürt halkı için kayıp, Türk ve Arap haklı için ise kazanım olarak görmez, görmemelidir. Zira Batı’nın egemenliği ve nüfuzu altında yaşanacaksa devletli ya da devletsiz olmak neyi değiştirir? Türk halkının devleti var, Arapların onlarca devleti var, peki ya izzetleri var mı, güçleri var mı, kendilerine ait bir düzen, nizam ve hukuk sistemleri var mı? Müslüman Türk halkı ve Müslüman Arap halkının değerlerine bu devletler, bu rejimler ve yöneticiler ne kadar değer veriyor ki Müslüman Kürt halkı bu ulus devletlerden kendilerine değer vermesini bekliyor?

Müslüman Türk halkını, Müslüman Kürt halkını ve Müslüman Arap halkını değerli kılan şey etnisite değildir, milliyetçilik ve ulusçuluk değildir aksine İslâm kimliğidir. Çünkü İslâm kimliği bunlardan birini diğerine ırkları sebebiyle üstün tutmamaktadır. Bu sebeple sömürgeci Batı’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasında coğrafyada çizdiği yeni suni sınırlarda bir Kürdistan Devleti’ne yer vermemiş olması Müslüman Kürt halkı için bir kayıp değildir. Buna sahip olmak için yürütülen mücadele de haklı bir mücadele olarak görülmemelidir.       

Hilâfet’in ilgasından sonra Fransızlar bugünkü Suriye topraklarını onlarca yıl manda yönetimi ile sömürdüler. Manda yönetiminde yaşamak bir zillet olmakla beraber 1946’da sözde bağımsızlığın kazanılması ile kurulan Suriye Arap Cumhuriyeti de bir kazanım değildir. Ya da uzun yıllar İngiliz valiler tarafından manda yönetimi ile sömürüldükten sonra 1930’da İngiltere’nin izni ile güya bağımsızlığını elde eden Irak Cumhuriyeti’nin kurulması Arap halkları için bir kazanım değildir. Hilâfet’in kaldırılması ve laikliğe geçilmesi şartı ile Lozan’da kendisine bağımsızlık verilen Türkiye Cumhuriyeti’nin ilan edilmesi bir kazanım mıdır? Lozan’ı ülkenin tapu senedi olarak görmek ve bununla ileriye bakmak ideolojik bir kalkınmışlık mıdır? Hayır değildir. Çünkü bırakın bu ülkelerin fikrî ve ideolojik kalkınmışlığını ekonomik kalkınmışlık seviyeleri bile düşüktür. Bu sebeple de Batılılar bu ülkelerden bahsederken ya geri kalmış ya da gelişmekte olan ülkeler olarak bahsediyorlar.

Buradan hareketle diyebiliriz ki Kürt meselesi kavramı bu coğrafyada Hilâfet’in ilgası sonrası Batılı sömürgeci ülkeler tarafından kurulan ulus devletlerin varlığı ile başlamış bir meseledir. Zira bu devletler Kürt halkının kimliklerini, değerlerini ve taleplerini yok saymışlardır. Sadece Kürt halkının değil Türk halkının, Arap halkının ve diğer hakların da değerlerini yok sayıp taleplerini karşılamamışlardır. Ve aslında bugün bizim çözüm arayışı içine düştüğümüz Kürt meselesinin doğmasına sebep olan milliyetçilik ve ulusçuluk fikrini de bu devletler beslemişlerdir. Kürt meselesi konusunda yazan çizen konuşan herkes Kürt meselesi ya da Kürt Sorunu olarak bilinen bu konunun ortaya çıkmasını Kürt halkının taleplerinin ulus devletler tarafından karşılanmamasına bağlıyor. Kürt Meselesine çözüm arayışları bizatihi bu sorunu doğuran Türkçülük fikri ile nihayete ermeyeceği gibi Kürtçülük temeline dayalı talepleri sürdürmek ile de köklü ve nihai bir çözüme varamaz. 

Çözüm Arayışları ve Yaklaşımlar

Kürt meselesi ile ilgili çözüm arayışları masaya yatırıldığında üç farklı yaklaşım konuşulur. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri izlediği Kemalist zümrenin takip ettiği reddiyeci, tasfiyeci ve asimilasyona dayalı çizgidir. Bu çizgi Amerikancı partilerin iktidarı ile törpülenmiş durumdadır ancak iktidarda olanlar lokal olarak zaman zaman bu yaklaşımı da hayata geçirebiliyorlar. “Çözüm Süreci” denilen noktandan bugüne nasıl gelindiğini düşündüğümüzde bunu rahatça görebiliriz. İkinci yaklaşım ise liberal düşüncedir. Yani Kürtlerin bireysel haklarının kendilerine verilmediği takdirde sorunun çözülemeyeceğini ve geçmişteki güvenlik siyasetinin terk edilmesi gerektiğini savunan yaklaşımdır. Bu düşünceyi besleyen faktörler iktidarlar üzerinde ne kadar etkin olabilirlerse o kadar ilerleme oluyor. Üçüncü yaklaşım ise HDP ve PKK’nın ortaya koyduğu “Demokratik Özerklik” yaklaşımıdır. Bu yaklaşım HDP’nin Kürt halkının desteğini arkasına almak ve sürdürülebilir kılmak için istismar ettiği sorunun çözümüne dönük değil PKK’nın misyonunun devamına dönük bir yaklaşımdır.   

Dolayısıyla bu üç yaklaşımın üçü de ümmetin evlatlarının akan kanının durasına çözüm olamamışlardır. Meselenin çözümüne dair adım atanlar, nutuk çekenler yarayı daha da derinleştirdiler ve İslâm’ın tesis ettiği kardeşliğin yerini hiçbir zaman dolduramadılar, bu gidişle de dolduramazlar!


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz