HİLÂFET’İN YIKILMASIYLA ÜMMET NELERİ KAYBETTİ?

Mahmut Kar

Bugün ümmet olarak biz Müslümanlar, Hilâfet’in yıkılmasıyla neleri kaybettiğimizi iyi anlayabilmemiz için dedelerimizin Hilâfet ile neye sahip olduklarını bilmemiz gerekir. Çünkü biz Hilâfet’in varlığına şahit olmadık. Zira bir kişi ya da bir toplum sahip olduğu şeyin değerini, kıymetini anlamaz, bilmezse onu kaybettiğinde yokluğunu hissetmez, yokluğuna üzülmez ve ona yeniden sahip olmak için gayret de göstermez. Bu sebeple önce Hilâfet varken nelerimiz vardı, bunu kısaca özetleyelim ki neleri kaybettiğimizi de o zaman daha iyi anlayabilmiş olalım.

Hilâfet Varken Sahip Olduklarımız

Her şeyden önce Hilâfet varken Müslümanlar Rableriyle güçlü ve dinleriyle izzetliydiler. Müslümanlardan bir yönetici herhangi bir söz söylediğinde bu söz dünyanın dört bir tarafında duyulur ve yankı bulurdu, bir iş yaptığında kâfirlerin kalplerine korku salardı. Pe ki ne demek bu? Hilâfet yıkılınca Müslümanlar Rablerini mi unuttular ya da dinlerini mi ter ettiler ki bundan dolayı zayıf düşsünler ve zelil olsunlar. Hayır! Rablerini unutmadılar, dinlerini de terk etmediler ama Allah’ın hüküm gücü ve dinin izzetinden uzak kaldılar. Çünkü Hilâfet Allah’ın yeryüzündeki hükmüdür! Çünkü Hilâfet İslâm’ın yeryüzündeki gücü ve izzetidir!

Şu örneklerde bu güç ve izzeti bizatihi görebiliyoruz: Hatırlayın; Rumların bir yöneticisi cüret edip Halife Harun Reşid’e bir tehdit mesajı göndermişti, Halife bu tehdit karşısında ayrı bir kâğıt ile ona cevap yazmak yerine aynı mektubun arkasına “Cevabı işitmeden ne olduğunu göreceksin!” diye yazarak geri gönderip, orduya bizzat kendisi komutanlık etmiş ve Rum kâfirine gününü göstermişti. Bugün İslâm beldelerinin herhangi birisinde hangi yönetici bu cesareti gösterebilir, bu izzete ve keyfiyete sahip bir tavır ortaya koyabilir? Buradaki cesaret boş laf ve hamaset değildir, buradaki cesaret sahih irade ve somut netice veren fiilî adımdır.

Hilâfet varken sadece halifelerin veya komutanların sözü tesirli değildi, aynı zamanda herhangi bir Müslümanın sözü de o derece kıymetli ve değerliydi. Yine hatırlayın, bir Müslüman kadın Rumlara esir düşmüş ve bir Rum komutanın zulmüne maruz kalmıştı ve “Ey Mu’tasım!” diyerek nidada bulunmuş, yardım istemişti. Çığlığı duyan halife bizzat kendisinin komuta ettiği orduyla yola koyulmuş, kadını esaretten kurtarmış ve kâfirlerden intikamını almıştı. Bugün İslâm beldelerinden her gün bir değil, onlarca, yüzlerce kadının yardım çığlıkları duyuluyor, o çığlıklar cezaevlerinin kalın duvarlarını aşıp bize ve yöneticilere ulaşıyor ama harekete geçen kimse olmuyor. Çünkü bu yöneticiler Hilâfet’in güç ve izzetinden yoksunlar, güç ve izzetin efendilerinin elinde olduğuna inanıyorlar. Hâlbuki Allah Subhânehû ve Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

[اَلَّذ۪ينَ يَتَّخِذُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۜ اَيَبْتَغُونَ عِنْدَهُمُ الْعِزَّةَ فَاِنَّ الْعِزَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعًاۜ] “Onlar, müminleri bırakıp kâfirleri dost edinen kimselerdir. Onların yanında izzet ve şeref mi arıyorlar? Hâlbuki bütün izzet ve şeref Allah’a aittir.”[1]

Müslümanlar, Hilâfet varken dünyanın efendisi, hayrın lideri ve her şeyde en öndeydiler. Mesela sanayi ve teknolojiyi takip ve icatta öndeydiler; henüz daha yepyeni genç bir devlete sahipken bile hicretin 8. senesinde mancınığı kullanarak Taif surlarını yerle bir ettiler. Fatih Sultan Mehmet döneminde menzili uzun devasa topları icat edip Bizans surlarını yerle bir ettiler. Bilimde en öndeydiler; fizik, kimya, matematik ve astronomi alanındaki buluşlarına tüm dünya tanıklık etti. Saati icat edip o dönem Avrupa’nın en büyük Kralı olan Şarlman’a hediye ettiklerinde, kralın danışmanları/yardımcıları çalan saatin cin icadı olduğunu ve içinin cinlerle dolu olduğunu söylemişlerdi. Bugün ise Müslümanlar icat edici bu beyin ve zekâ gücünü ya bizatihi yabancı ülkelerde kâfirlerin buluşları için harcıyorlar ya da kendi memleketlerinde savunma ve sanayi alanında geliştirdikleri teknolojiler ile yine kâfirlerin çıkarı için kullanıyorlar. Örneğin Türkiye’de üretilen İHA ve SİHA’lar Libya ve Azerbaycan’da Amerikan çıkarları için kullanılıyor.

Hilâfet varken Müslümanların yönetimle ilgili bir sorunları yoktu, Müslümanlar arasında hangi sistem ile yönetilecekleri konusunda bir tartışma da yoktu. Bugün en ideal yönetim sistemi olarak sunulan demokrasi pratiği daha hiç ortada yokken, Hilâfet bundan 14 asır önce Müslümanlara yöneticilerin seçilmesi konusunda ideal bir model sundu. Dünyanın kalan kısmında yöneticiler halklarına bir ilah gibi davranırken Abdurrahmân İbn-u Avf, Medine’de evlerin kapılarını çalıyor, erkeklere ve kadınlara “Ali’yi mi, yoksa Osman’ı mı halife seçmek istiyorsunuz?” diye soruyordu. Hilâfet varken sahip oldukları hakların insanlara (kadın ya da erkek) verilmesi konusunda da en öndeydiler. Bugün kadın haklarından bahsedenler kadını bir eşya ve reklam malzemesi gibi kullanırken, İslâm ve Hilâfet, asırlar öncesinde erkekler tarafından alınıp satılan ve hiçbir değeri olmayan kadını bu cendereden kurtarıp ona ekonomik bağımsızlık hakkını, sosyal, toplumsal ve siyasi işlerde görüş bildirme hakkını ve yöneticileri seçme hakkını vermişti. İslâm, âlim ve fakih kadınlar yetiştirmişti.

Hilâfet varken ekonomik alanda da Müslümanlar hep refah ve zenginlik içinde onurlu bir yaşam sürdüler. Çünkü insanların ekonomik haklarını koruyan, onları kamu mülkiyetinden faydalandıran, devlet mülkiyeti ile ihtiyaçlarını karşılayan bir devletleri vardı. O devletin yöneticileri zekâtı sadece hak sahiplerine dağıtıyorlar ve zaman zaman zekât dağıtacak Müslüman dahi bulamıyorlardı. Bugün topraklarının altı zenginliklerle dolu İslâm beldelerinin yöneticileri ise halkı fakirlik ve perişanlık içinde yaşarken kapitalist kâfirlerin dayattığı ekonomik krizlerle boğuşuyorlar. Borçlandıkları Batılı ülkelere ödeme yapmak için yine Batılı kapitalist bankaların kapısında kredi kuyruğunda bekliyorlar.

İşte bunlar, Hilâfet’in var olduğu dönemlerde ne hâlde olduğumuzu gösteren hayırlardan sadece bazıları, Hilâfet’in yıkılmasıyla ümmet neleri kaybetti şimdi bunlara değinelim.

Hilâfet’in Yıkılmasıyla Kaybettiklerimiz

Hilâfet’in yıkılmasıyla ümmet birliğini kaybetti. Tek olan birçok şeyini kaybetti. Her şeyden önce Hilâfet varken Müslümanların devleti tekti. Tek devlet olmak, tek bir merkezden yönetilmek, tek bir halifeye biat vermek o kadar çok önemli ki bırakın onlarca parçaya bölünmeyi, bırakın 50 devlete bölünmeyi, İslâm ikiye bölünmeyi dahi men etmişken bir olan devlet yani Hilâfet, 50 küsur ayrı devlete bölündü. İmam Müslim, Said el-Hudri RadiyAllahu Anh’tan Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle dediğini rivayet etti: “İki Halifeye biat edildiğinde, ikincisini öldürün!” Arface İbnu Şureyh RadiyAllahu Anh anlatıyor: “Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem buyurdular ki: Siz bir kişinin etrafında birlik hâlinde iken; bir başkası gelip, kuvvetinizi kırmak veya cemaatinizi bölmek isterse onu öldürün!”

Müslümanlar Hilâfet ile tek bir ümmettiler, Hilâfet yıkılınca tek olan bu ümmet onlarca millete/milliyete bölündü. Bazıları Türk olmakla, bazıları Kürt olmakla bazıları da Arap olmakla övünür oldular. Ümmet birliği dağılınca bu milliyetler arasında Arap Birliği, Türk Birliği ve yine Kürt halkının kardeşliği gibi birlikler kurulmaya başladı. Müslümanlar sınırları tek olan toprakların birliğini de kaybettiler. Hilâfet yıkıldıktan sonra bu birliği koruyan çatı yıkıldı ve dağıldı, kâfirler de bunun üzerine İslâm coğrafyasını işgal edip parçalara böldüler. Topraklar arasında sınırlar çizildi. Daru’l-İslâm’da birbirine kardeş olan Müslümanlar bu sınırlar çizilince sadece yaşadıkları ülkenin vatandaşı oldular. Hilâfet çatısı altında aynı devletin tebaası olarak birbirlerini tanırlarken, birden Iraklı, Ürdünlü, Filistinli, Lübnanlı, Suriyeli ve Türkiyeli oldular, birbirlerine yabancılaştılar.

[اِنَّ هٰذِه۪ٓ اُمَّتُكُمْ اُمَّةً وَاحِدَةًۘ وَاَنَا۬ رَبُّكُمْ فَاعْبُدُونِ] “Hakikaten bu (bütün peygamberler ve onlara iman edenler) bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyle ise bana kulluk edin.”[2]

Hilâfet varken Müslümanları temsil eden bayrak tekti ve o bayrak, üzerinde [لَا اِلَهَ اِلَّا اللهْ مُحَمَّدُ الرَّسُولُ اللهْ] yazan Kelime-i Tevhid bayrağıydı. Hilâfet yıkıldı ve her bir ulus devlet için renkli renkli bayraklar seçtiler. Bu bayrakların üzerindeki sembollerin ve renklerin fikrî hiçbir değeri de yok. Yani bu bayraklar toplumlara ve insanlara bir fikir de vermiyorlar. 

Özetle Hilâfet varken “Tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” sözünün bir anlamı vardı. Bugün ise bu sözü dillerine pelesenk edenler, ne söylediklerini maalesef bilmiyorlar.

Hilâfet yıkılınca Müslümanlar büyük devlet olma ve birinci devlet olma konumlarını kaybettiler. Büyük devlet hem kendi geleceği hem de diğer devletlerin gelecekleri ve konumları hakkında etkin şekilde rolü olan devlet demektir. Birinci devlet ise uluslararası durumda birinci derecede etkiye sahip olan devlet demektir. Öyle ki sahip olduğu bu konum gereği aldığı kararlar ile diğer bütün büyük devletleri kendine boyun eğdirir. Hilâfet dünyada birinci devlet konumundaydı ve diğer büyük devletler (Britanya, Almanya, Rusya) Hilâfet’in birinci devlet olma konumunu kabul etmiş ve ona boyun eğmişlerdi. Nasıl ki Hilâfet yıkıldı, Müslümanlar dünyada söz sahibi olma konumlarını kaybettiler.

Hilâfet’in yıkılmasıyla ümmet sahip olduğu yer altı ve yer üstü zenginliklerin tamamını da kaybetti.  İslâm coğrafyası, stratejik ve jeostratejik açıdan su yollarının, enerji kaynaklarının, yer altı madenlerinin, tarım alanlarının oldukça zengin olduğu üç kıtanın yani Asya, Avrupa ve Afrika’nın kesişim alanında bulunuyor. Yine bu coğrafya okyanuslarla bağlantısı olan büyük denizlere sahip bir coğrafyadır. Tüm ana ulaşım hatlarının merkezinde olması coğrafyanın stratejik önemini daha da arttırmaktadır. Ancak bugün bu zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarının hiçbirine Müslümanlar sahip değil, kapitalist Batılı şirketler ve devletler bu zenginlikleri sömürüyor. Yine dağılmış olan İslâm coğrafyasının bugünkü stratejik konumu hiçbir şekilde değer ifade etmiyor. Çünkü bu konumu değerli kılacak olan devlet yok, bu konumu bir güç olarak diğer büyük devletlere karşı kullanacak siyasi bir irade yok. En basit Karadeniz’i Marmara üzerinden Ege ve Akdeniz’e bağlayan boğazlar (İstanbul ve Çanakkale Boğazı) Türkiye’nin elinde, ancak Türkiye bu stratejik konumunu bir güç olarak kullanmak yerine Karadeniz’den Marmara’ya yeni bir kanal açarak gemi geçişlerini ücretlendirme ve buradan para kazanma yolunu tercih ediyor. İşte bu düşünce büyük devletlerin yöneticilerinin sahip olduğu bir düşünce değildir. Aksine bakışı dar ve ufku kapalı taşeron yöneticilerin düşüncesidir. Bu sebeple yer altı ve yer üstü zenginliklerimizin korunması, stratejik konumun bir güç olarak kullanılması ancak Hilâfet ile mümkündür.

İslâm ümmeti Hilâfet’in yıkılmasıyla askerî güçlerini de kaybetti. Bugün Müslüman beldelerin hiçbiri cihadı bir metot olarak kullanmıyor, küfür ülkelerine askerî harekât başlatmıyorlar. Ama buna rağmen yüksek düzeyde askerî harcamalar yapıyor. Bu hâlde bile bugün Müslüman beldelerin toplam askerî harcamaları 220 milyar doların üzerinde ve bu pay Amerika’nın askerî harcamalarına ayırdığı paydan üç kat daha az. Müslüman beldelerin ordularının sahip olduğu silahlara bakıldığında sadece en önde gelen beş ülkenin (Türkiye, Pakistan, İran, Suudi Arabistan, Endonezya) toplam askerî gücü, ABD, Rusya ve Çin’in ardından dördüncü büyük askerî güç olarak görülüyor. Buna Nijerya, Mısır, Malezya, Bangladeş, Fas ve diğer 40 Müslüman belde de katıldığında Amerika’dan sonraki en büyük konvansiyonel silah gücüne, asker sayısı olarak dünyada en büyük askerî gücüne sahip olunabilir. Ama bu askerî güç Hilâfet’in yokluğu sebebiyle darmadağın bir şekilde işlevsiz olarak kışlalarda çürüyor. Çünkü Hilâfet olmadan cihat olmuyor, çünkü Hilâfet olmadan fetih ve zafer olmuyor. Bu devasa askerî gücü ve daha fazlasını kullanacak Hilâfet’in yeniden ikame edildiğini düşünebiliyor musunuz? Hangi devlet Müslümanların servetlerini sömürmeye cesaret edebilir? Hangi devlet işgal politikasına karar verebilir?

Hilâfet’in yıkılmasıyla ümmet sahip olduğu en büyük kıymetlerinden birini daha kaybetti. O kıymet hem Allah’ın mübarek kıldığı, Rasulullah’ın ilk kıblesi ve Sahabe efendilerimizin gözleri gibi korudukları Aksa topraklarıdır. Bu topraklar üzerinde zerre hak sahibi olmayan Yahudiler onun yokluğunu fırsat bilerek çıban gibi Filistin’e yerleştiler. Kâfirler her taraftan Osmanlı Hilâfet Devleti’ne saldırırlarken ve Osmanlı en zayıf hâldeyken bile tüm gücü ile Filistin’i korumuştu. Filistin'den kendilerine toprak satması için halife ile müzakereye gelen Yahudi heyetine Abdulhamid Han şöyle demişti: “Ben Filistin toprağının tek bir karışından dahi vazgeçmem! Orası benim şahsi mülküm değildir. Bilakis İslâm ümmetinin mülküdür. Eğer bir gün Hilâfet Devleti parçalanacak olursa işte o gün, onlar Filistin’i bedelsiz alabilirler.” Hilâfetin yıkılmasıyla birçok belde gibi Filistin de işgal edildi ve ümmet Kudüs’ü kaybetti.

Evet, Hilâfet’in yıkılmasıyla ümmet; Halep, Şam ve İdlib’i, Semerkant, Buhara ve Taşkent’i, Bosna, Kırım ve Üsküp’ü kaybetti. Hilâfet’in yıkılmasıyla ümmet Mekke, Medine ve İstanbul’u kaybetti. Hilâfet’in yıkılmasıyla ümmet, vahdeti kaybetti.



[1] Nisa Suresi 139

[2] Enbiya Suresi 92


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz