Tam bir asırdır, Hilâfet’in yokluğundan kaynaklı olarak Müslümanların
maruz kaldıkları her türlü mezalim; keza siyasi iradelerini kaybetmiş,
iradeleri ipotek altında olan İslâm beldelerinin yöneticilerinin vahim durumu, Hilâfet’in
gerekliliğini hatırlamaktadır. İşte en son 7 Ekim’de başlayıp aylardır devam
eden Gazze’deki katliam… Tüm dünyanın özelde de 57 İslâm beldesinin
yöneticilerinin gözleri önünde Gazze’de gerçekleşen katliam ile birlikte bir
kez daha siyasi iradeden yoksun olduğumuz fazlasıyla idrak edilmiş, bu, siyasi
iradeden yoksunluğumuzun idraki; Müslümanlar nezdinde Hilâfet’in gerekliliğinin
gündem olmasını sağlamıştır.
Özellikle son süreçte, İslâm ümmetini parçalanmışlıktan kurtaracak,
Müslümanların arasında Sykes-Picot anlaşması ile çizilmiş suni sınırları yok
edecek ve üzerlerine konulmuş siyasi ipoteği kaldıracak yegâne unsurun, Hilâfet
olduğu Müslümanlarca ve özellikle bazı alimlerimizce daha gür bir sesle
dillendirilir hale gelmiştir. Örneğin; Nureddin Yıldız Hoca, Gazze süreci
yaşanırken Hilâfet’in önemine binaen sarf ettiği şu cümlelerle dikkat
çekmiştir: “Ve gördük ki kardeşlerim binlerce vakfın da olsa büyük
holdinglerin de olsa şehirlerin büyük büyük camilerle dolsa da halifen yoksa
sen yoksun!” Hakeza M. Emin Yıldırım Hoca, işgallerin son bulması ve
parçalanmışlığımızın giderilmesi için Hilâfet’in acilen ikamesine dualarında
yer vermiştir. Ve burada isimlerini zikretmediğimiz nice hocalarımız Hilâfet’in
gerekliliğini dillendirmişlerdir. Hiç kuşkusuz ki Müslümanlarda oluşan Hilâfet
arzusu ve Hilâfet’in siyaseten bir gereklilik olduğu tespiti çok kıymetlidir.
Ancak siyasi bir gereklilik olduğu gerçeğinin öncesinde Hilâfet, şer’i bir
zorunluluktur.
Hilâfet’in şer’i bir zorunluluk olduğu konusu, en temelde İslâm’ın
gönderiliş gayesi bağlamında ele alınıp değerlendirilmelidir. İslâm’ın nasıl
bir din olduğu ve neden gönderildiği konularının açıklık kazanması halinde, Hilâfet’in
siyaseten gerekli olmasının öncesinde şer’i bir zorunluluk olduğu hususu daha
iyi anlaşılacaktır.
İslâm Dini Nasıl Bir Dindir ve Gönderiliş Gayesi Nedir?
“İslâm’ın ibadet ve ahlaktan oluştuğu” söylemi, bizlere ezberletilen en
asılsız ve sinsi repliklerden bir tanesidir. Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de
de -özellikle Cumhuriyetle birlikte- İslâm hakkında, -siyasi hayata/toplumsal
meselelere dahli olmayıp- camilere hasredilmiş bir din algısı oluşturuldu.
Dinin hayatla bağı kopartılmak istendi. Başka bir ifadeyle; din, siyasetten
uzak tutularak seküler bir din anlayışı var edilmek istendi. Hilâfet’i yıkıp
yerine laik demokratik cumhuriyet devletini kuran kurucu kadronun seküler bir
din anlayışı var etme gayretleri asla yadsınamaz. Hayata ve zuhur eden
problemlere dair bir hitabı/çözümü olmayan bir İslâm düşüncesi/mefkuresi oluşturma
gayretlerine bir-iki örnek verecek olursak; Şükrü Kaya’nın 5 Şubat 1937’de
Meclis’te yaptığı konuşmasını zikredebiliriz. Şöyle diyor Şükrü Kaya: “Biz
diyoruz ki dinler, vicdanlarda ve mabetlerde kalsın, maddi hayat ve dünya işine
karışmasın. Karıştırmıyoruz ve karıştırmayacağız.” Recep Peker de benzer
şekilde şu ifadeleri kullanmıştır: “Türkiye’de din telakkisinin hududu,
yurttaşın vücudunun tenini aşamaz. Onun (dinin) ne sosyetede ne administrasyonda/yönetimde
ve ne de politikada yeri vardır.”[1]
Bu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere dinin, hayatın her alanından
sökülüp atılması ve sadece benliklerde ruhani olarak yaşanması istenmiştir.
Kısacası kişi, İslâm’a inanabilir ancak inancının gereğiyle şekillenmiş bir
hayatı -cami dışında- ikame edemez. İşte bütün mesele tam olarak da burada
düğümlenmektedir. Onların var etmeye çalıştıkları; “kişinin sadece Rabbi ile
alakasının düzenleyen bir din anlayışı”nın aksine İslâm, -bununla birlikte- kişinin
kendisi ile ve diğer insanlarla olan ilişkisini de düzenleyen bir hayat
nizamıdır.
İslâm, sadece ritüellerden oluşan bir din değildir. Bilakis hayatın
tamamına dair hükümleri olan bir hayat nizamıdır. Ötesinde, İslâm dini, sadece
insanın problemleri ve alakalarına ilişkin çözümleri açıklamaktan ibaret olan
ya da uygulama keyfiyetini ihmal edip sadece hükümleri açıklamakla yetinen bir
din de değildir. Bilakis bu çözümlerini ortaya koyduğu gibi nasıl tatbik edileceğinin
pratik hükümlerini de ortaya koymaktadır. Örneğin; İslâm, hırsızlığı, zinayı,
öldürmeyi yasaklamıştır. Bu yasakların ihlali durumunda cezai müeyyideler vazetmiştir.
Ve bu müeyyidelerin nasıl uygulanacağını da en ince ayrıntısına kadar
açıklamıştır. Dahası bunların uygulamasını, Rasulullah’ın örnekliğinde
göstermiştir. Kısacası İslâm, ibadeti ihtiva ettiği gibi hayatın diğer tüm yönlerini
de ihtiva eden bir dindir.
İslâm dininde ibadet ahkamına dair hükümler vardır. Allahu Teâlâ şöyle
buyuruyor: [وَأَقِيمُوا۟ ٱلصَّلَوٰةَ وَءَاتُوا۟ ٱلزَّكَوٰةَ] “Namazınız kılın zekâtınızı
verin.”[2]
İktisadi hayata dair hükümler vardır:
[وَأَحَلَّ ٱللَّهُ ٱلْبَيْعَ وَحَرَّمَ ٱلرِّبَوٰا۟] “Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı.”[3]
İçtimai hayata dair hükümler vardır:
[وَعَاشِرُوهُنَّ بِٱلْمَعْرُوفِ] “Eşlerinizle iyi geçinin.”[4]
Ceza hukukuna dair hükümler vardır:
[وَٱلسَّارِقُ وَٱلسَّارِقَةُ فَٱقْطَعُوٓا۟ أَيْدِيَهُمَا] “Hırsız, -erkek olsun, kadın olsun- elini kesin.”[5]
İslâm’ın; -[لا يدخُلُ الجنَّةَ
صاحبُ مَكْسٍ] “Gümrük vergisi alan cennete giremez!” hadisinde görüldüğü üzere- uluslararası ticaret hukukuna dair hükmü
olduğu gibi, -[وَلَيسَ لِمُحْتَجِرٍ
حَقٌّ بَعدَ ثَلاثِ سِنِينَ] “(Araziyi) üç yıl
işletmeden terk eden kimsenin arazide hakkı yoktur!”[6]
hadisinde de ifade edildiği üzere- arazi meselesine ve -[اَلنَّاسُ شُرَكَاءُ فِي ثَلاثٍ الْمَاءِ وَالْكَلا وَالنَّارِ] “İnsanlar, şu üç hususta ortaktırlar: Su, mera (otlak
yerleri) ve ateş!”[7]
hadisinden hareketle- kamu mülkünün düzenlenmesine dair de ortaya koyduğu
hükümleri vardır. Bütün bunlar ve daha fazlası, İslâm’ın hayatın tamamına hitap
eden bir din yani hayat nizamı olduğunu açıkça göstermektedir.
Allahu Teâlâ dinini, kullarının hayatlarını düzenlemek için göndermiştir.
Allahu Teâlâ, Rasulü’ne Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyi, yönetmeyi
emretmiştir. Allah’ın indirdiği ile hükmetmenin delilleri, sübutu ve delaleti
kati delillerdir. Allah’ın dini ile hükmedilen bir hayat var etmek, farzdır.
Allah’ın peygamberine ve dolayısıyla bize bir emridir. Allah Subhânehu
ve Teâlâ şöyle buyuruyor:
[فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ
وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنْ الْحَقِّ] “Artık,
Allah’ın indirdiği ile aralarında hükmet ve sana gelen haktan ayrılıp da
onların arzularına uyma.”[8] Bu
manada gelen nasslar çoktur. Bu ve buna benzer ayetler Allah’ın indirdikleri
ile hükmetmeye dair kesin bir talep içerir.
Peki, Allahu Teâlâ’nın hükümlerinin egemen olduğu bir hayat ne ile tesis
edilecektir? İslâm’ın hükümlerinin yaşandığı bir hayatı başlatmanın yolu nedir?
Ya da Allah’ın rızası, İslâm’ı kamilen yaşamaktan geçiyorsa İslâm’ı tatbik
edebilmenin yöntemi nedir?
Bu ve benzeri soruların cevabına şu ayet esas oluşturmaktadır: [إِنَّا أَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ لِتَحْكُمَ بَيْنَ
النَّاسِ بِمَا أَرَاكَ اللَّهُ] “Muhakkak ki Biz, insanlar
arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hükmedesin diye sana
Kitabı hak ile indirdik.”[9]
Dolaysıyla bu ayetten hareketle Rasulullah’ın fiilî uygulamalarında
İslâm’ın nasıl tatbik edilebileceğinin cevabını bulmak mümkündür.
Bakıldığında; Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem, Medine’de Allah’ın
indirdiği ile yönettiği bir devlet kurmuştur. Devlet kurmak, Peygamberimizin “o
günün durum ve şartlarına göre uygun olduğuna inanarak” gerçekleştirdiği bir
şey değildir. Bilakis şer’i bir gerekliliktir. Peygamberimiz, hayatta iken
kendisinden sonraki yönetim sisteminin adının ise “Hilâfet” olduğunu birçok
hadislerinde beyan etmiştir. Bu nasslardan, İslâm’ın kendisine has bir yönetim
sisteminin olduğu delilleriyle ortaya çıkmaktadır.
İslâm’ın yönetim sisteminin “Hilâfet” olduğunun en açık delillerinden bir
tanesi de şu hadis-i şeriftir: “Ebu Hureyre RadiyAllahu
Anh ile beş yıl kaldım. Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu
anlatırken işittim: [كَانَتْ بَنُو إِسْرَائِيلَ تَسُوسُهُمُ الآنْبِيَاءُ كُلَّمَا هَلَكَ
نَبِيٌّ خَلَفَهُ نَبِيٌّ وَإِنَّهُ لا نَبِيَّ بَعْدِي وَسَيَكُونُ خُلَفَاءُ
فَيَكْثُرُونَ] “İsrail
oğullarını nebiler siyase ederlerdi (yönetirlerdi). Bir nebi öldüğünde onu
başka bir nebi takip ederdi. Benden sonra nebi yoktur, fakat birçok halife
olacaktır.”[10]
Bu hadis, İslâm’ı uygulama ve hayata hâkim kılma metodunun, peygamberlik
sürecinden sonra Hilâfet olduğunu açıkça beyan etmektedir. Yani İslâm’ın
yönetim nizamı olan Hilâfet, siyaseten bir gereklilikten çok daha önce şer’i
delillerin zorunlu kıldığı bir meseledir. Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve
Sellem’in şahsi görüşüne veya sahabelerin, Müslümanların görüşlerine ya da
zaman ve mekân şartlarına göre oluşmamıştır. Ya da zamanın devlet modellerinden
esinlenerek oluşan bir yönetim şekli de değildir. Nitekim Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in kurduğu devletin yönetim şekli ve işlerliği,
zamanındaki hiçbir devletin yönetim şekline benzememektedir. Ne Kureyş’in
yönetimi ne Yahudilerin yönetimi ne Yemen'in ve Habeş’in yönetimi ne Kisra’nın
ne de Kayser’in yönetimi onun gibiydi. Hilâfet, hiçbirine benzemiyordu…
Peki, İslâmi hayatı başlatmanın yolu olan İslâm Devleti ve kendisinden
sonraki dönemler için de Hilâfet hedefini O’na SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e
kim gösterdi? Kim öğretti? Tabi ki de -[بِمَا
أَرَاكَ اللَّهُ] “Allah’ın sana gösterdiği keyfiyette” ayetinden hareketle- vahiy göstermiştir.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem efendimizin fiilî sünneti
ve hadisleri, İslâmi hayatı başlatmanın keyfiyetinin Hilâfet olduğunu ortaya
koymaktadır.
Hilâfet’in ikamesinin siyaseten bir gereklilikten önce şer’i bir
zorunluluk olduğunu ifade etmiştik. Her ne kadar âlimlerin Hilâfet’in farziyeti
ile alakalı sözlerini ve değerlendirmelerini aşağıda paylaşacak olsak da
Hilâfet’in farziyetini hatta öncelikli zorunluluk olduğunu sahabe icmaı delili üzerinden
de anlatmak istiyorum. Bu deliller, farziyetini ortaya koyan birçok hadis-i şerifin
yanı sıra Hilâfet’in ehemmiyetinin ve zorunluluğunun anlaşılması bakımından ayrıca
önem arz etmektedir.
Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın vefatından sonra sahabe
O’nu defnetmek yerine bir halifenin seçimi ile meşgul olmuşlardır. Hâlbuki
cenazeyle alakalı [أَسْرِعُوا
بِالْجِنَازَةِ فإنها إن تَكُ صالحة فخير تُقَدِّمُونَهَا إليه. وإن تَكُ سِوى
ذلك: فشرٌ تَضَعُونَهُ عن رِقَابِكُمْ] “Cenazeyi (kabre) süratli
götürünüz. Eğer cenaze salih (bir kişi) ise onu hayra eriştirmiş
olursunuz. Eğer cenaze böyle (salih bir kişi) değilse, bu bir
şerdir. (Definde acele etmekle) onun sorumluluğundan kurtulmuş
olursunuz.”[11] gibi
rivayetlerin varlığından hareketle ölenin en kısa zamanda defni farz ve defnin
ertelenip başka bir işle meşgul olmak ise haramdır. Rasulullah Aleyhi’s
Salatu ve’s Selam’ın cenazesinin teçhizi ve defni üzerlerine farz olan sahabenin,
Rasulullah Aleyhi’s Salatu ve’s Selam’ın defni ile meşgul olmayı
bırakıp halifenin seçimi ile meşgul olmuş olması, Hilâfet’in şer’i olarak
zorunluluğuna/farziyetine önemli bir delildir. “Rasulullah Aleyhi’s
Salatu ve’s Selam’ın cenazesinin defni beklerken halifenin seçimi ile
meşguliyet” şeklinde hâsıl olan bu icma göstermektedir ki halifenin seçilmesi, “insanların
en hayırlısı”nın cenazesinin defnedilmesinden daha mühim bir farzdır.
Serdetmiş olduğumuz delillerden anlaşıldığı üzere Hilâfet’in ikamesi için
çalışmak, Allahu Teâlâ’nın kesin bir talebidir yani farzdır. Tarih boyunca
muttaki âlimler hiçbir zaman “Hilâfet’in gerekliliği” bahsini tartışma konusu
yapmamışlardır. Zikrettiğimiz deliller, Hilâfet’in şer’i bir zorunluluk
olduğunu ortaya koymak adına yeterli olsa da konuya zenginlik katacağını
düşünerek âlimlerin Hilâfet’in gerekliliğini vurguladıkları sözlerden
bazılarını alıntılamak istiyorum.
Ebu Bekir el-Hallâl “Kitâbü’s-Sünne” risalesinde Ahmed bin Hanbel’in
şöyle dediğini aktarır: [وَالْفِتْنَةُ إِذَا لَمْ يَكُنْ إِمَامٌ يَقُومُ بِأَمْرِ النَّاسِ] “Şayet
insanların işlerini idare eden bir imam (halife) yoksa; bu fitnedir.”
İmam Curcani ise [قال الجرجاني نصب الإمام من أتم مصالح المسلمين وأعظم مقاصد الدين] “İmam tayin
etmek, Müslümanların maslahatının tamamlayıcı en önemli faktörüdür ve dinin
maksadının en büyüğüdür.” der.
İmam Kurtubi şöyle der: “Hilâfet, diğer sütunların kendisine
dayandığı (asıl) sütundur.”
İmam Nevevi de; “Halife seçmenin tüm Müslümanlar üzerine farz
olduğu konusunda âlimlerin ittifakı vardır.” der.
İmam İbn Teymiyye şöyle ise şöyle der: “İnsanlar üzerinde
hükmeden Hilâfet makamının, dinin en büyük farzlarından biri olduğunu bilmek
vaciptir. Aslında onsuz din müessesesi yoktur. Bu görüş, aynı zamanda; el-Fadl
İbn İyad, Ahmed bin Hanbel ve diğerleri gibi selefin görüşüdür.”
Hilâfet, Müslümanları tek bir sancak etrafında toplayacak, İslâm’ın
değerlerini koruyacak olan siyasi irade, İslâm dininin yaşanabilmesinin de
yegâne garantörüdür. Hilâfet olmaksızın Allah’ın razı olduğu bir hayatın tesis
edilebilmesi imkânsızdır. Dolaysıyla Hilâfet, şer’i bir zorunluluktur. İkamesi
için çalışmak, diğer şer’i zorunluluklar gibidir; bağlayıcıdır ve ihmali asla
caiz değildir.
[1]
Onur Atalay, “Türk’e Tapak; Seküler Din ve İki Savaş Arası Kemalizm”, s.85
[2]
Bakara Suresi 110
[3]
Bakara Suresi 275
[4]
Nisa Suresi 19
[5]
Maide Suresi 38
[6]
Ebu Yusuf, Kitâbu’l Harac
[7]
İbni Mace
[8]
Maide Suresi 48
[9]
Nisa Suresi 105
[10]
Müslim
[11]
Muttefekun Aleyh
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış