Maslahat; sözlükte “menfaat
ve fayda”, mefsedet ise “kötü ve zararlı olan” anlamına gelmektedir.
Fıkıh usûlü ilminde maslahat üçe ayrılmaktadır:
1- Mesâlih mu’tebere:
Şâri’nin itibar ettiğine dair nass bulunan maslahat.
2- Mesâlih mülgâ:
Şer’î hükümlere muhalif olup Şâri’nin reddettiği maslahat.
3- Mesâlih mürsele:
Şâri’nin ne itibar ne de reddettiğine dair nass bulunmayan maslahat.
Mürsel maslahata
örnek olarak kaynaklarımızda bazı hususlar zikredilmiştir. Kur’an’ın cem
edilerek Mushaf hâline getirilmesi gibi. Fakihlerin örneklerinden de
anlaşılacağı üzere konu mubah veya meşru daire içinde ve teknik çerçevede
incelenmiştir.
Konuyla ilgili önemle
vurgulanması gereken iki husustan birincisi şudur ki: mesâlih mürselenin delil
olduğu noktasında fakihler arasında ittifak yoktur. İkinci önemli husus ise mesâlih
mürseleye delil olarak itibar eden fakihler nezdinde dahi bu, asli değil “ferî
delil” olarak kabul edilmektedir. Dolayısıyla usûl âlimlerinin terminolojisinde
hiçbir zaman ve zeminde Şâri’nin haram ve günah saydığı hususlar maslahat
olarak veya Şâri’nin emrettiği hususlar mefsedet ya da zarar olarak
görülmemiştir. Bu sebeple mesâlih mürseleyi şeriatın -farz, vacip, sünnet
kategorileriyle- emrettiği (muteber) ve haram, mekruh kategorileriyle- nehyettiği (mülga) maslahatların dışında
değerlendirmişlerdir.
Klasik dönemde
fakihlerin belirli şart ve kayıtlar içinde delil olarak gördükleri maslahat,
modern dönemde tersyüz edilmiş; dinî emirler mefsedet, nehiyler maslahat olarak
algılanır olmuştur. Allah’tan başka hüküm koyucu olmadığı ve Rasul SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’den sonra herhangi bir meseleyle ilgili şer’î hükmü haber
verme hak ve yetkisinin kimseye ait olmadığı, hükmün ancak istinbat yoluyla
ortaya konulabileceği müsellem bir hakikat olduğundan, birtakım insanlar,
Batılı düşünce ve sistemlere uyarladıkları düşüncelerini Müslüman kamuoyuna
sunma konusunda zorluk yaşıyorlar. Bu sebeple kıyıda köşede kalmış bazı
hususları literatürde kullanılma maksadını aşarak ve bağlamından kopartarak
delil olmadığı hâlde delilmiş gibi sunmaya çalışıyorlar. Artık onlar için dinin
değişmeyen, vakıaya boyun eğdirilmeyen hiçbir ilkesi, kuralı, emri
kalmamaktadır. Bütün gayretleri, sömürgecinin inşa ettiği kültürel, toplumsal,
siyasi ve ekonomik koşulları meşrulaştırmaktır. Bunun için yepyeni bir usûl
işletiyorlar. Ulemanın bin bir kayıt ve şartla işlettiği istisnai delilleri
bağlamından kopararak hoyratça ve keyfice kullanıyorlar. “Zaruretler
mahzurları mubah kılar”, “İki zararın en hafif olanını tercih etmek”,
“Makâsıdu’ş-şer’î’a”, “Maslahatı gözetmek”, “Şeriatın esnekliği” vb. gibi…
Bazen bunlar mevcut vakıayı meşrulaştırmak için yetmiyor, bunlara her gün yeni,
ucube yöntemler ilave ediliyor; “Muvâzenât/dengeler fıkhı”, “Maslahatlar ve
zaruretler fıkhı” gibi… Böylece iki İslâm’ımız olmuş oluyor: Artık
içinde yaşadığımız koşullara uygun olmayan eski İslâm. Bu İslâm
neredeyse “mefsedet” hâlini almış; bütün mefsedetlerin nedeni olarak görülmeye
başlanmış. Bir de maslahatlarımıza ve içinde yaşadığımız koşullara uygun,
mevcut dengeleri gözeten yeni İslâm.
İşte bu makalemizde
özellikle son zamanlarda fıkha suikast olacak şekilde işletilen, aslında
istismar edilen kavramlardan birisi olan “Maslahatların Celbi ve Mefsedetlerin
Defi” konusunu inceleyeceğiz.
Maslahatların celbi
ve mefsedetlerin defi genel olarak şeriatın illeti değildir. Bazı nasslarda dinin
gaye ve maksatlarına (makâsıdu’ş-şer’î’a) işaret edilmiştir. Örneğin; Allahu
Teâlâ elçisini âlemlere rahmet olarak gönderdiğini[1] veya
Kur’an’ı şifa olarak indirdiğini[2]
bildirmektedir. Buradan risâletin gönderilmesinin gayeleri (rahmet ve şifa)
olduğu anlaşılmaktadır. Ancak rahmet, risâlete uyulması, risâletin gereklerinin
uygulanması neticesinde elde edilecek bir sonuçtur. Keza Kur’an, uygulandığı
toplumun hastalıklarına şifa olur. Rahmet ya da şifa genel anlamda dinin gönderilmesinin
illeti değil, maksadıdır; uygulanmasının neticesinde erişilecek sonuçtur.
Örneğin; “İnsanlar
bir ev alacak birikime sahip olamadıkları için ömür boyu kira ödemek zahmetine
katlanmaktadırlar. Dinimiz ise zahmet değil rahmet dinidir,
insanların maslahatlarını temin etmek için gelmiştir.” deyip dinin geneli
için kullanılan ve uygulanmasının neticesinde ortaya çıkacak rahmet vasfını,
faizle ilgili özel/tekil bir hükmün illeti hâline getirerek haram yolları meşru
görmek yeni bir din (pragmatizm) ihdas etmek anlamına gelir ki, fakihler asla
böyle bir şey kastetmemişlerdir. Dinin rahmet ve şifa olması veya insanların
maslahatını temin için gelmiş olması dinin bütününe ilişkin bir vasıftır, tek
tek şer’î hükümlerin “illeti” değildir. İllet, şer’î hükmün teşri kılınma
nedenidir. Neden, geçmişe; maksat, geleceğe dönüktür. Diğer bir ifadeyle illet,
Şâri’nin bir hükmü vazederken gözettiği gerekçedir. Maksat veya maslahat ise
hükmün uygulanması sonrasında hedeflediği sonuçtur. Bu sebeple hüküm,
nedenler/illetler üzerine konulur; sonuçlar/amaçlar üzerine kurulmaz. Amaçlar
üzerine hüküm inşa etmek, tüm fıkıh metodolojisini altüst etmek demektir.
Maslahatların celbi
ve mefsedetlerin defi tekil olarak her bir hükmün illeti de değildir. Maslahat tekil olarak
herhangi bir şer’î hükmün illeti de değildir. Usûl âlimleri tek tek dinî
nassların incelenmesi sonucu şeriatın din, akıl, can, mal, nesil vb.
maksatlarının olduğunu tespit etmişlerdir. Bunların korunması elbet insanın
maslahatınadır. Ancak bunlar, ilgili hükümlerin uygulanması sonucunda elde
edilecek maslahatlar/maksatlardır. Örneğin şeriat malı korumayı amaçlamaktadır.
Bunun için el kesme cezasını getirmiştir. El kesme cezasının illeti[3]
bizatihi “hırsızlık” suçudur, malın korunması değildir. Malın korunması, el
kesme veya başka birçok hükmün uygulanmasının neticesinde elde edilen sonuçtur.
Zira hırsızlığın dışında malı hedef aldığı hâlde bazı (gasp suçuna veya koruma
altında olmayan ya da nisab miktarına erişmeyen malın çalınma gibi) durumlarda
el kesme cezası uygulanmamaktadır. Şimdi malın korunması, el kesme cezasının
illeti olarak görüldüğünde el kesmeyi gerektirmeyen durumlarda dinin malı
korumayı amaçlamadığı sonucuna mı varılacaktır? Dolayısıyla burada şer’î illet
sadece hırsızlık fiilidir.
Makâsıdu’ş-şer’î’a,
şeriatın veya başka bir hükmün değil, tekil olarak ilgili olduğu hükümlerin
maksatlarıdır.
Şeriatın maksatlarının; dinin, aklın, malın, canın, neslin korunması
olduğunu zikretmiştik. Mürtedin öldürülmesinin maksadı; dinin korunması,
alkolün yasaklanmasının maksadı; aklın korunması gibi… Görüldüğü gibi “şeriatın
maksatları” denilen hususlar, aslında belirli hükümlerin maksatlarıdır.
Örneğin; zinanın yasaklanmasındaki maksat neslin korunmasıdır, aklın korunması
değil. Sarhoş edici nitelikli maddelerin yasaklanmasındaki maksadın neslin
korunması olmadığı gibi. Keza iftiranın yasaklanmasındaki maksat dinin
korunması değil, insan onurunun korunmasıdır.
Makâsıdu’ş-şer’î’a,
şer’î nassların delaleti ile bilinir. Şâri’nin başlangıçta hükümleri vazederken
hangi nedene/illete binaen vazettiği, keza sonuçta hangi
maksatları/maslahatları gözettiği yine Şâri’nin bildirimi (vahiy) ile bilinir.
Akılla, tümevarım gibi akli yöntemlerle bilinemez. Zira her hükmün maksadı,
farklılık arz etmektedir. Örneğin; iftiranın (kazf) yasaklanması insan
saygınlığının korunmasını amaçlamıştır. Ancak recm veya celde cezası neslin
korunmasını amaçlamıştır. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Her bir hüküm kendine
özgü maksat taşıdığından tekil maksatlardan tümel maksatlara ulaşılamaz. Akıl
bazen bir hükmün maksadını, teşri olunmasındaki hikmeti idrak edebilir. Ancak “Söz
konusu hükmün teşri olunmasındaki maksat budur.” şeklinde bir hüküm
veremez. Zira hükmün teşri olunmasındaki gaye aklın/duyuların kapsam ve erişim
alanının dışındadır.
Şer’î hüküm, Şâri’nin
hitabıdır. Herhangi bir şer’î hükmün hangi illete binaen vazedildiği veya
sonuçta hangi maksadı gözettiği Şâri’nin hitabından istinbat ile anlaşılır.
Maslahatları, neyin iyi, neyin kötü olduğunu da insan bilemez. Bazen zararına
olduğunu zannettiği şey insanın faydasına olabilir. Tersi de öyle. Bu gerçeği
ifade eden ayet açıktır:
[كُتِبَ عَلَيْكُمُ الْقِتَالُ وَهُوَ كُرْهٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن
تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ
شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ] “Hoşunuza
gitmese de savaş size farz kılındı; bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için
iyi, hoşunuza giden bir şey de sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz
bilemezsiniz.”[4]
Bu konuda en çok
istismar edilen âlim, “el-Muvâfakāt” adlı eseriyle tanınan Endülüslü Mâlikî fakih İmam
Şâtıbî (ö. 790/1388)’dir. Şâtıbî’nin fikrî çabası âdeta istismar edilmiş,
söylemediği şeyler söyletilmiştir. Zira O, mezkûr eserinde; maslahatlar ve mefsedetler’in,
“sadece ahiret hayatına yönelik olan dünya hayatının gereklerini temin için
dikkate alınmakta” olduğunu, “sırf nefislerin arzu ve istekleri
doğrultusunda celb ya da def edilmeleri istenmediğini”[5]
söylemektedir. Şâtıbî’nin bu tenbihleri, eserinin ikinci cildinde; “Makasıd
Kitabı”nın, “Maslahatlar ve Mefsedetler İnsanların Heva ve Arzularına
Göre Değildir” başlığı altında yer alıyor.
Yine Şâtıbî, son
derece kıymetli eseriyle amaçladığı şeyi net bir şekilde şu ifadelerle ortaya
koyuyor: “Biz şeriatın, kulların maslahatları için olduğunu kabul ediyoruz.
Ancak bu, Şâri’nin emri neticesinde ve O’nun koyduğu ölçüler
çerçevesinde olmaktadır; yoksa kulların bizzat kendi kasıt (maksat-iyi
niyet) ve arzu ve istekleri doğrultusunda olmamaktadır. Bu yüzden de şer’î
yükümlülükler nefislere ağır gelmektedir. Nitekim bu husus hem hissen, hem
âdeten hem de tecrübelerle sabit olmaktadır. Emirler ve yasaklar, kulu kendi
heva ve heveslerinin peşine düşmekten alıkoymaktadır. Başıboşluk insan nefsinin
arzu ettiği bir şeydir. Arzuları, ancak şeriatın koymuş olduğu ölçüler
içerisinde yer aldığı zaman meşruluk kazanmakta ve gerçekleştirilmesine
izin verilmektedir. Bu husus, işte bizim varmak istediğimiz sonuçtur ve bu,
heva ve heveslere muhalefetin ta kendisidir.”[6] Özellikle
şu son iki cümle, Şâtıbî’nin maslahat ve makâsıd teorisinden amaçladığı şeyin
ne olduğu hususunda tek kelam etmeye ihtiyaç duyurmuyor.
Faydacılık, Müslüman
bireyler, İslâmi kitle ve iktidarların müptela olduğu müzmin hastalıklardan
birisi hâline geldi bugün. Artık ameller Rabbimizi razı etmek düşüncesi ile
değil, sonuçları açısından bireylere, cemaat ve iktidarlara sağlayacağı fayda
açısından değerli ya da değersiz oluyor. İşte bu tam da; iyi-kötü,
doğru-yanlış, güzel-çirkin, kıymetli-kıymetsiz, faydalı-zararlı şeklindeki
yargıları kişisel deneyim ve tecrübeye indirgeyerek ahlak ve değeri parçalayan,
göreli hâle getiren ve değersizleştiren Batılı pozitivist düşüncedir. Bu
düşünceye göre; dünyevi getirisi, kazancı, faydası olmayan amel ve eylemlerin hiçbir
rasyonalitesi yoktur. Böyle bir vasatta peşinden ölümün geldiği hakkı söylemek,
Rabbimizin buyruğuyla, insanlara kendilerinden bile daha düşkün olan bir
Rasul’ün diliyle “cihadın en faziletlisi” olarak vasfedilse, “şehitlerin
efendisi” olarak cennet layık görülse dahi bu, mefsedet (faydasız/değersiz)
bir amel olmaktadır. İşte bu anlayış mefsedeti maslahat gibi göstererek
haramlara kapı aralıyor, toplum kesimlerinin yozlaşmasına ve büyük bir yıkıma
neden oluyor. Şimdi tam bu noktada sözü, alanın otoritesine Şâtıbî’ye teslim
edelim, bakalım maslahat neymiş; iyi-kötü, faydalı-zararlı, maslahat-mefsedeti
kim belirlermiş:
“Bir hükümde
gözetilen maslahatın maslahat olması keza bir hükümde gözetilen mefsedetin
mefsedet olması tamamen Şâri’ye ait bir durumdur. Bu konuda
aklın belirleyici bir rolü yoktur. Hüsün ve kubhun aklî olmama ilkesi bunu
gerektirmektedir. Şâri bir hükmü herhangi bir maslahat için koymuş olduğunda
O, onu maslahat olarak belirlemiş/koymuş olmaktadır. Aksi takdirde aklen
maslahatın öyle olmaması (yani maslahatın maslahat olmaması) imkân dâhilinde
olacaktır. Zira bütün eşya ilk konumuna nispetle birbirine eşittirler ve aklın
bunların güzellik ya da çirkinliğine (fayda ya da zararına) hükmetme imkânı
yoktur. Şu hâlde maslahatın maslahat olması, Şâri tarafından aklın kabul
edebileceği ve insan tabiatının benimseyeceği şekilde olmaktadır. Sonuç
olarak maslahatlar maslahat olmaları açısından ele alındığında onların taabbudî
olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Taabbudî olan şeyler üzerine kurulan
şeyler de taabbudî olmak zorundadır.”[7]
Dinin insanlardan
zorluk ve meşakkati kaldırmak için geldiğini ileri sürerek, İslâmi mücadelede,
toplumsal değişim ve hususen siyasi sahada karşılaşılan her zorluğu aşacak, her
kapıyı aralayacak maymuncuk misali elverişli deliller ihdas edildi. Bunu [مَا جَعَلَ عَلَيْكُمْ فِي الدّٖينِ مِنْ حَرَجٍؕ] “... Size
din konusunda hiçbir güçlük yüklemedi...”[8] vb.
ayetlere dayandırdılar. Hâlbuki bu vb. ayetler diğer dini nassların bütünlüğü
içinde anlaşılabilirler. Örneğin; bir başka ayette Rabbimiz elçisine vahiy ile
ilgili olarak [اِنَّا سَنُلْق۪ي عَلَيْكَ
قَوْلًا ثَق۪يلًاۜ] “Biz sana ağır bir söz yükleyeceğiz!”[9]
buyuruyor. Bir hadis-i şerifte de [حُفَّتِ الجنَّةُ
بالمكارِهِ وحُفَّتِ النَّارُ بالشَّهواتِ] “Cennet zorluklarla, Cehennem de
şehvetlerle kuşatılmıştır.”[10]
buyrulmaktadır. Veya [لَا يُكَلِّفُ اللَّهُ
نَفْسًا إِلَّا وُسْعَهَا] “Allah hiçbir kimseye, gücünün yetmediği bir mükellefiyet
yüklemez.”[11]
ayeti “Zor ve meşakkat varsa, kişisel, kitlesel veya siyasal iktidar
düzleminde zarar-ziyana neden olacaksa Allah bundan bizi mükellef tutmamıştır.”
şeklinde tamamen mana tersyüz edilerek şer’î mükellefiyetler düşürülmektedir.
Aslında ayetin manası şudur: “Allah neyle mükellef kıldıysa o
mükellefiyetler insanların yerine getirebileceği şeylerdir.”
Dolayısıyla bu
yaklaşım asla İslâmi değildir. Fıkıhta zarar ahkâmı “ikrah-ı mülci” konusu
bağlamında incelenmiş bir konudur. Özetle fakihler, kişinin doğrudan ve kesin
ölüm tehdidi ya da organlarından birinin kaybedilmesi durumu karşısında haram
bir fiili işlemesini caiz görmüşlerdir. Yine zarar ahkâmı/iki zarardan birini
tercih etme kapsamında fıkıhta, normalde caiz olmayan kürtaja, ceninin annenin
kesin ölümüne neden olma ihtimali olduğunda cevaz vermişlerdir. İşte fıkıhta zarar,
mefsedet, kulun gücünü aşma hâlleri bu şekilde anlaşılmıştır.
YENİ BİR USÛL ARAYIŞI
17. Yüzyılda
Avrupa’da ortaya çıkan modernleşme akımı insan, hayat ve evrene bakış
noktasında esaslı bir değişime neden oldu. Modernite, ortaya çıktığı dünyanın
kabul gören eski bilgi kaynaklarını değersizleştirdi; insan, hayat ve evrene
ilişkin bakış açısına uygun yeni bilgi kaynakları üretti. Diğer bir ifadeyle;
modernite, bilginin yenilenmesi kadar bilginin üretildiği kaynakların, yöntem
ve metotlarının, usûlün yenilenmesidir. Tabiatıyla modernleşme, önce doğduğu
coğrafyada, o güne kadar bilgiye kaynaklık eden Hıristiyanlık dini içinde bir
yenilenme meydana getirdi ve Protestanlık, “dinin moderniteye uygun formu”
olarak ortaya çıktı. Protestanlığın en belirgin özelliği, herkesin kutsal metni
kendince değerlendirme, yorumlama hakkına sahip olmasıdır. Marten Luther (ö.
1546) başta olmak üzere reformist Hıristiyanlar bu yeni yorum ile Tanrı-insan
arasında kendisini konumlandırmış olan kilise otoritesinin gereksizliğine vurgu
yapıyordu. Bu yorum, tek kurumsal yapı olarak siyasal iktidarı (dünyevi
otoriteyi) kabul etmeyi gerektiriyordu. İlla da bir dinî otorite olacaksa da
bu, dünyevi otoriteye tabi, onun üstü değil astı olacağı bir yerde
konumlanmalıydı. Bu yorumla birlikte Ortaçağın klasik “İki Kılıç” (kilise ve
kralın otoritesi) yerini teorisi kralın otoritesinin kabul edildiği “Tek Kılıç”
(dünyevi-siyasi otorite) teorisine bıraktı. Yine reformistlerden biri olan Jean
Calvin’e (ö. 1564) göre; “dünyevi başarı”, Tanrı’nın iradesine rağmen
gerçekleşmeyeceğinden dünyada başarılı olmak seçilmişliğin göstergesidir.
Ticari hayatta başarılı olmak da seçilmişliğin göstergesi olduğuna göre özel
mülkiyet meşrulaştırılmakta, en büyük feodal ağa olan kilise karşısında
güçlenen tüccar sınıfı/burjuva, yavaş yavaş kutsanmaktadır. Böylece
Protestanlığın önemli isimleri modern devleti sahneye çıkartacak olan “ulus
egemenliği”, “sözleşmeci” ve “liberalist” teorisyenlerle (Jean Bodin ö.1596,
Thomas Hobbes ö. 1679, John Locke ö. 1704, Jean-Jacques Rousseau ö. 1778) kol
kola yürümedilerse de kendilerinden sonra modern siyaset ve iktisat
teorisyenlerinin yürüyebilecekleri yolların taşlarını döşediler; Hıristiyan
Avrupa insanının zihnini stabil hâle getirdiler.
Her ideolojinin bir
teorisi bir de pratiği/metodu vardır. Teorik yön insan, hayat ve evren
tasavvuru, toplumun siyasi, ekonomik vb. ilişkilerine ilişkin getirdiği
düzenlemelerdir. Metot olmadan bu düzenlemeleri uygulayamaz. Bu sebeple
küresel, emperyal bir ideoloji olan kapitalizmin; dünyaya yayılabilmek, siyasi
ve ekonomik modelini uygulayabilmek ve sömürgeciliği sürdürülebilmek için
dünyanın geri kalanında da kendine özgü koşulları oluşturması gerekiyordu.
Bunun için öncelikle bilgiye kaynaklık eden diğer dinlerde de yenilik meydana
getirmesi, moderniteye uygun bilgilerin üretilebileceği yeni bilgi kaynakları,
metot ve usûllerini ortaya koyması gerekiyordu. Oryantalizm kapsamındaki tüm
faaliyetler İslâm dünyasında modernite ekseninde dönüşüm meydana getirmek,
İslâm’ı reforma uğratmak hatta Protestanlığa benzer bir mezhep icat etmekti.
Klasik ve güncel tüm yöntem ve argümanlarıyla birlikte oryantalizm,
Müslümanların bilgi kaynaklarını hedef aldı. Skolastik düşünce üzerinde çözücü
etki meydana getiren ne kadar düşünme ve bilgi üretme biçimleri varsa
-makyevalist, rasyonalist, pragmatist vb.- hepsini doğuya transfer etti. Olanı,
olması gerekenin yerine koydu. Buna eş zamanlı olarak Müslüman dünya içinde
bazı entelektüeller ve topluluklar modernitenin ürettiği kültürel, siyasi,
ekonomik, devletlerarası koşulların baskısı altında olanı olması gerekenin
yerine koydular. Böylece olması gerekeni yani dinlerini daima olana (mevcut
duruma) göre uyacak biçimde yorumlama ihtiyacı hissettiler.
Modern öncesinde
fakihler nezdinde bu, tam tersi idi. Olan/vakıa/koşullar şer’î hükmün
üzerine indirileceği menât; olması gereken de Şâri’nin
hitabını içerleyen şer’î hükmün gereği olarak görülüyordu. Ancak
modernitenin dayattığı siyasi, ekonomik ve politik koşullarla birlikte bu
denklem altüst olduğundan; olan, olması gerekenin yerine geçti. Ancak bunu,n
Müslümanlar nezdinde kabul edilebilir olması için referanslara atıfta bulunmak
gerekiyordu. Tam bu noktada maslahat ve makâsıd; dinin reforme
edilmesi/protestanlaştırılması sürecine eşlik edebilecek elverişli malzeme/yeni
usûl olarak belirdi ve modernitenin dayattığı vakıanın olması gereken, -tam da
konumuz bağlamında- şeriatın maksadı olarak görülmesini sağlayacak bu yeni usûl
kapsamında sıkça kullanılmaya başlandı.
Bu kavramlar, mana ve
mefhumları bağlamlarından koparılarak ve klasik fıkıh literatüründe bilgi
hiyerarşisi altüst edilerek, Kitap ve Sünnet’in açık ve kati nasslarının da
önüne geçirilerek âdeta yepyeni bir din üretildi. İnsanın dünya ve ahiret
maslahatını temin için gelen din; kısır, aciz, çevre ve koşulların etkisi ile
şekillenen insan aklının maslahat (yarar/fayda) olarak gördüğü şey oldu.
Kati olarak
yasaklanan kâfirlerin dost edinilmesi[12]
mefsedet/zararlı olarak görülmesi gerekirken, kâfirlerin oluşturduğu BM, NATO,
IMF vb. küresel kuruluşlar veya stratejik ittifaklar maslahat/faydalı olarak
görülmeye başlandı. Böylece kapitalizm bu yeni din yorumu sayesinde doğduğu
coğrafyanın dışında kendisine siyasi (BM), askerî (NATO), ekonomik (IMF) vb.
yönlerden egemenlik alanı bulmuş oldu. Hâlbuki fakihler “maslahat”
derken şer’î hükmün “merdüd” ve “mülğa” görüp ilga ettiği yani
yasakladığı maslahatları kastetmemişlerdi. Kavramların altüst edilerek
oluşturulduğu yeni usûle göre örneğin; [وَلَن
يَجْعَلَ اللّهُ لِلْكَافِرِينَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ سَبِيلاً] “Allah, kâfirlere
müminler üzerinde bir yol edinmelerine izin vermez.”[13] ayeti bu
kuruluşlara üyeliği açık ve kesin olarak yasaklamışken bu üyeliği sonlandırmak
bugün mefsedet/zarar olarak görülmektedir. Hatta her bir İslâm beldesinin
içinde bulunduğu stratejik ittifaklar diğer beldelerdeki Müslümanların aleyhine
(mefsedet/zararına) olmasına rağmen maslahat olarak görülebilmektedir.
Keza Kur’an’ın; [فَأْذَنُوا بِحَرْبٍ مِنَ اللّٰهِ وَرَسُولِهٖۚ] “Allah ve
Rasulü tarafından size bir savaş açıldığını bilin!”[14]
şeklindeki ağır bir benzetme ile men ettiği faiz hakkında “onsuz ekonominin
olmayacağını” ifade etmek, yine [يَمْحَقُ اللّٰهُ الرِّبٰوا] “Allah,
faizi (faizle gelen malı) mahveder, yok eder.”[15]
ayetiyle bunun külliyen mefsedet (emeğin ve paranın değerinin kaybedilmesi)
olduğu bildirilmiş olmasına rağmen burada maslahat görülebilmektedir.
Bu şekilde
Protestanlık, Hıristiyan Avrupa halklarının, modern devletin siyasal, ekonomik
ve kültürel kalıpları içine alınmasına nasıl katkıda bulunduysa maslahatçı,
faydacı yeni usûl de, İslâm ümmetini modern devletin ve şartların
kalıpları içine alıyor. Bu açıdan bakıldığında bu faydacı anlayış;
İslâm’ın değil küfrün yararına oluyor ve mevcut siyasi, ekonomik ve
kültürel koşulları/olanı veri kabul ederken bu minvalde retorik, söylem ve
referanslar üreterek emperyal düzenin İslâm coğrafyasındaki varlığına meşruiyet
kazandıran stabil bir zihin dünyası inşa ediyor.
[1]
Enbiyâ Suresi 107
[2]
İsrâ Suresi 82
[3]
Maide Suresi 38
[4]
Bakara Suresi 216
[5]
Şâtıbî, el-Muvâfaḳāt, II, 37
[6]
Şâtıbî, el-Muvâfaḳāt, II, 172
[7]
Şâtıbî, el-Muvâfaḳāt, II, 315
[8]
Hac Suresi 78
[9]
Müzzemmil Suresi 5
[10]
İbn Hibban, Sahih, 719
[11]
Bakara Suresi 286
[12]
Mâide Suresi 51, 55
[13]
Nisa Suresi 141
[14]
Bakara Suresi 278
[15]
Bakara Suresi 276
Yorumlar