Kalkınma-Değişim İlişkisi

Dr. Abdurrahim Şen

“Kalkınma” sözcüğünün ilk çağrıştırdığı anlam, “maddi (ekonomik, sanayi, teknolojik vb.) ilerleme” anlamı maalesef. Tabi ki bu, içinde yaşadığımız dünyada zihinlerin Batılı paradigma tarafından kodlanmış olmasından mütevellit. Peki, bu kavramı herhangi bir dünya görüşünün zihin kodlarından sıyrılarak ve onun perspektifine hapsolmadan objektif biçimde tanımlamak mümkün müdür? Elbette mümkündür!

En sade tanımıyla kalkınma, “bir hâlden diğer bir hâle intikal etmektir.” Daha özel anlamıyla kalkınma, “bir toplumun insan, hayat ve evrene ilişkin kapsamlı ve kuşatıcı bir fikir ekseninde yeni yaşama intikal etmesidir.” İnsanoğlunun tarihî serüvenine bakıldığında, bir hâlden diğer hâle intikal ettiği önemli dönemeçlerden geçtiği görülmektedir. Mısır, Asur, Sümer, Babil, Fars, Yunan ve Roma gibi sayısız uygarlıkların doğuş ve yıkılış süreçleri, bu intikalin en belirgin yaşandığı ve tarih şeridine yansıdığı süreçler olmuştur. Şimdilerde toplumların intikal etmiş olduğu hâl ise Orta Çağ’ı sonlandıran Yeni Çağ’ın insan, hayat ve evrene ilişkin düşünce, teori ve kuramlarının biçimlendirdiği bir hâldir; İslam dünyası da dâhil olmak üzere tüm toplumların intikal ettirildikleri bu çağ, “Kapitalist Çağ”dır.

Orta Çağ Avrupa’sında insan, hayat ve evrene bakışın skolastik düşünce merkezli olduğu malum. Bu çağa hâkim tasavvura göre; insan kendini kuşatan kozmik düzenin bir parçasıydı ve yukarıdan aşağı, hiyerarşik biçimde her şeyi tahrif edilmiş dinin kavramları ile dizayn ediyordu. İçinde yaşadığı siyasal düzenin de bu hiyerarşiye uygun olarak teokratik olması gerektiği düşünülüyordu. Tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğu düşünülen kilise otoritesi siyasi otoriteyi belirleme hakkına sahipti. Krallara, meşruiyetlerinin tescili anlamında tacı, kilise giydiriyordu. I. Henry (ö. 1135), İngiltere tahtına getirildiğinde Katolik Kilisesinin Piskoposu Yves de Chartres (ö. 1116) ona şöyle bir mektup gönderdi:

“Kral, şunu hiçbir zaman unutma ki, siz, Tanrı’nın hizmetkârlarının hizmetkârlarısınız…”[1]

Bu teokratik düşüncenin arka planında ilk insanla ilgili Hıristiyan mitolojisinde yerleşik bir kurgu vardı. Buna göre dünya, insanoğlunun Tanrı’ya karşı ilk günahı işlemesi sonucu cennetten kovularak insana yurt kılınmış olan bir yerdi. Günahkâr insanın gönderildiği “kötü” bir yer. İlk Hıristiyan siyaset kuramcısı kabul edilen Aziz Augustine’e (ö. 430) göre; siyasal yapı günahkâr insanın ürünüydü ve kötü bir şeydi. Devlet ise, insanoğlunun cezalandırılması için, ilk günahın ödenmesi gereken bir karşılığı olarak ortaya çıkmıştı.[2] Buna göre; devlet, ilk günahla malul, bir cezadan ibaretti. Dolayısıyla devletin kökeninde kötülük, ilk günah vardı. O hâlde insanları doğumları ile birlikte geldikleri ilk günahtan arındıracak ve Tanrı’nın isteği doğrultusunda Tanrı Devleti’ne hazırlayacak olan da kiliseden başkası olamazdı. Bu sebeple kilise otoritesi dünyevi otoritenin de üstünde olmalıydı.

Keza Orta Çağ’da mülk sahibi olmanın, zenginliğin kötü bir şey olduğu düşünülüyordu. İnsanın mülkten vazgeçip her şeyini fakirlere dağıtması, gerçek anlamıyla ruhani açıdan yeniden doğmuş olması anlamına geliyordu. “Aziz” olmak için dünyadan tümüyle vazgeçmek gerekirdi. Çünkü insan, madde ve ruhtan müteşekkildi. Ruh Tanrıdan, beden ise ayakaltında olan, alçak, aşağılık olan topraktandı. Tanrıdan geleni tercih ederek bedenin isteklerini, arzularını bastırmak yani ruhu, maddi olan karşısında yüceltmek gerekirdi. Tarihçi Will Durant’ın ifadesiyle Hıristiyanların çoğu tüm dikkatlerini, kirlerden arınmış bir şekilde o korkunç hesap gününü karşılamaya yönelik gayret göstermeye kilitlemişlerdi. Bireysel mülk edinmenin, para ve servet sahibi olmanın şeytani bir şey olduğuna inanılan bu dönemde, ilginçtir ki en büyük feodal ağa kiliseydi. Ne var ki, insanlar bunu sorgulamıyordu. Çünkü akıl yürütmek de şeytani bir şeydi. Dinî reform öncüsü Martin Luther (ö. 1546) dahi aklın, inancın en büyük düşmanı olduğunu söylüyordu. Ona göre akıl ve cüzzam, atılması gereken şeytanın en iğrenç işlerindendi.[3]

Bu şekilde skolastik düşünce, insan ve hayata dair kendine özgü bakış açısıyla Orta Çağ Avrupa insanını sosyal, siyasi ve ekonomik düzen içinde yaşatıyordu.

Reform ve Rönesans hareketleri ile birlikte skolastik düşünce zaman içinde aşındı. Protestan düşünce ile modern laikliğe kapı aralayacak bir sıçrama gerçekleşti. O güne kadar kralın iktidarının, papanın ruhani iktidarını içinde yaşatarak ayakta duran cismani bir iktidar olduğuna inanılırken Martin Luther (ö.1546) kilise/dinî otoritenin İsa’nın saf otoritesine aykırı, hatta onu lekelediğini iddia etti. Luther, kralın -dünyevi- iktidarının ilahi bir temele dayandığını İncil’de Romalılara mektup bölümünde yer alan şu ifadelere dayandırıyordu: “Herkes, üzerinde olan hükümete tabi olsun. Çünkü Tanrı tarafından olmayan hükümet yoktur ve onlar Tanrı tarafından tanzim olmuştur.” Hatta Luther’e göre tüm iktidarlar dünyevidir. Çünkü güç kullanma tekelini elinde bulundurmaktadırlar. Bundan dolayı Ruhban sınıfının dünyevi iktidar üzerinde herhangi bir hak talebinde bulunması yetki gasbı anlamına gelir.[4]

Ardından gelen bir başka reformist Jean Calvin (ö. 1564), iktidarın Tanrı tarafından verildiğini, dolayısıyla kralların Tanrı’nın vekilleri ve hizmetkârları olduğunu öne sürdü. İnsanın iç dünyasını idare eden ruhi (dinî) bir iktidar, toplumsal hayatı idare eden siyasi (dünyevi) iktidar vardı. Bir Hıristiyan hiçbir şekilde bunları birbirinin işlerine karıştırmamalıdır.[5] Bu ayrım net bir şekilde laikliğin temellerinin Hıristiyan teologlarca atılması anlamına geliyordu. Calvin, ekonomik ilişkileri derinden etkileyecek önemli bir çığır da açıyordu. Erken dönemde saf kötülük olarak görülen maddi kazanım, servet ve mülk sahibi olmak artık kötü bir şey olmaktan çıkmanın ötesinde kutsanıyordu. Zira Tanrı tarafından takdir edilmiş mesleki alanda başarılı olmak insanın temel görevidir. Hatta Tanrı tarafından kutsanmışlığın alametidir.[6]

Hıristiyanlık içindeki reform hareketlerini takip eden süreçte Rönesans düşünürleri Orta Çağ’ın tüm düşünme biçimini ve onun ekseninde şekillenen ilişki biçimlerini laik-seküler temelde yeniden biçimlendirdiler. Niccolò Machiavelli (ö. 1527), Jean Bodin (ö. 1596), Thomas Hobbes (ö. 1679), John Locke (ö. 1704), Jean-Jacques Rousseau (ö. 1778), Immanuel Kant (ö. 1804) gibi düşünürlerin katalizörlüğü ile Avrupa yeni bir kalkınma yaşadı. Yani insan, hayat ve evrene bakış noktasında yeni teori, düşünce ve kuramların geliştirilmesi ile Avrupa toplumları sosyal, siyasi, ekonomik vb. tüm alanlarda seküler nitelikte yeni bir hâle intikal etmiş oldu.

Örneğin Machiavelli ahlak anlayışı ile amaçlara ulaşmak için her türlü aracın meşru olabileceğini ileri sürdü. Ona göre yönetici, iktidar koltuğunu güvence altına alacaksa, ne kadar büyük olursa olsun hiçbir kötülüğü işlemekten geri durmasına gerek yoktur. Yönetici hiçbir ahlaki kritere, değer yargısına ve hukuk kuralına bağlı hissetmeksizin içinde bulunduğu konjonktüre göre hareket etmelidir. Machiavelli’in çıkar anlayışı o kadar ileri düzeydedir ki, dine karşı olmakla birlikte iktidara boyun eğdirmek için dini kullanmak gerekirse prens (yönetici) çekinmeden onu da kullanmalıdır.[7]

Jean Bodin, Thomas Hobbes, Jean-Jacques Rousseau gibi sözleşmeci teorisyenler de insan toplumlarının içinde bulundukları ilkel doğa durumundan aralarında yaptıkları bir sözleşme sayesinde kurtulduklarını ileri sürmektedirler. Tabi ki bu sözleşme tamamen varsayımsaldır. Ancak onlara göre devlet bir sözleşme sonucunda genel irade ile ortaya çıkmıştır. Yani siyasi otoriteyi insanlar iradeleriyle oluşturmuşlardır. Buna göre toplumun iradesi ile oluşan siyasal yapıda egemen olan da toplum (halk/millet) olmalıdır. Böylece sözleşmeci teoriler toplum ve siyasal yapıyı dinden bağımsız açıkladılar. Öncesi ve sonrası ile bağı kopartarak yeni bir hayat düzeni oluşturdular.

Keza orta çağda şeytani bir şey olarak görülen akıl yeniçağda insanın ergin olma hâli olarak değerlendirildi. Immanuel Kant aydınlanmayı, insanın ergin olmama durumundan kurtulma olarak tanımlamaktadır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının (din veya dini otoritenin) kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır.

Avrupa’nın yaşadığı ve sonra tüm dünyaya cebren ve hile ile yaşattıkları bu durum bir kalkınma yani skolastik hâlden seküler hâle intikal sürecidir. İşte doğru-yanlış değerlendirmesine girmeksizin, yeni aydın sınıfının yeni ortaya çıkan tüccar sınıfı ile ilişkilerine değinmeksizin bu bir kalkınma şeklidir. Evet, bu aydınların tüm çabaları kilise ve krallığın otoritesinden ve geleneksel düşünce kalıplarından Avrupa insanını kurtarmak ve nihayetinde burjuvanın daha imtiyazlı hâle gelmesini sağlamaktı. Bu sebeple bunlar aydın değil burjuvanın soytarısıydılar. Bu bir başka makalenin konusu olmakla birlikte ama bu doğru-yanlış olduğuna bakmaksızın bir kalkınma-intikal süreciydi.

Şu kadarını belirtelim ki, bu kalkınma tecrübesinin en malül, en hastalıklı tarafı tamamen bir önceki döneme tepki olarak gelişmiş olmasıdır. Skolastik döneme tepki olarak seküler ideolojiler doğdu. İlki feodal düzene karşı burjuva ideolojisi olan kapitalizm ve ona tepkisel olarak ortaya çıkan sözde proletarya özde politbüro ideolojisi komünizm. Her birinin kendinden öncekine tepkisel olarak zuhur etmiş olan bu kalkınma fikirleri hayat tasavvurları açısından gerçekliğe-vakıaya uygun, aklı ikna edici bir yorum getiremedikleri gibi, insanlığın sosyal, siyasi ve iktisadi hiçbir sorununu çözememişler hatta sorunları katmerleştirmişlerdir. Bu sebeple birbirine tepkisel olarak tarih sahnesine çıkmış olan bu ideolojilerden biri komünizm yıkılmış, diğer versiyonu da yıkılmak üzeredir.

Tam da böylesi zamanlar İslam ve İslam dışı dünyada “değişim” fikrinin en canlı en dinamik olduğu zamanlardır. İnsanlar seküler kalkınma modellerinin her iki versiyonunun da getirdikleri (aşağılanma, işgaller, katliamlar, insan ve doğal kaynakların sömürülmesi, tekelleştirilerek büyük çoğunluğun mahrum edilmesi, gelir dağılımdaki dengesizlik vb.) hâllerden kendilerini başka bir hâle intikal ettirecek bir kalkınma fikri aramaktadırlar.

Bu İntikal, Bu Kalkınma, Bu Değişim Nasıl Gerçekleşecektir?

Bu makalenin önemli bir bölümünü Batılı kalkınma tecrübesinin gelişim süreçlerine ayırmamızın nedeni şu çarpıcı gerçeği dikkatlere sunmaktır. Görüldüğü gibi kalkınma ve değişim belirli fikirler manzumesinin toplumu, bireysel, sosyal, siyasi, iktisadi vb. tüm ilişkilerini ekseninde yeniden biçimlendirmesi ile gerçekleşmektedir. Diğer bir ifadeyle insanlar ancak insan, hayat ve evren, bunların öncesi ve sonrası ve bu önce ve sonranın yaşadıkları hayatla ilişkisi hakkındaki kapsamlı ve kuşatıcı bir fikir ile kalkınabilirler. O hâlde İslam'ı hayata dair zihinlerde oluşan düğümleri hem de sosyal, siyasi, iktisadi vb. ilişkilerinden kaynaklanan sorunları çözen akide ve ahkâm yönleriyle kapsamlı bir nizam olarak sunmak gerekir. Batılı fikir ve ideolojilerin ve bunlardan türemiş olan sistemlerin çürütülmesi, tutarsızlıklarının ve çözümsüzlüklerinin ifşa edilmesi ve yerine İslam'ın hayatın tüm alanlarında düzenleyici bir nizam olarak sunulmasıyla bir kalkınma gerçekleştirilebilir.

Tam bu noktada İslami kalkınma projesinin önünde iki engel olduğunu söylememiz gerekir. Bunlardan birincisi İslam beldelerinde kalkındırma iddiasıyla ortaya çıkan siyasi partilerdir. Yöneticileri ve üyelerinin Müslüman olmalarının dışında parti tüzük ve programları, muhalefette iken propagandaları, iktidarda iken uygulama ve icraatları şer'î ahkâma dayanmadığından istisnasız tümü seküler ve laik partilerdir. İslam dünyasının geri kalmışlığının, parçalanmışlığının sebebi olan laikliği esas alan siyasi kurumlar asla ümmeti ve insanlığı kalkındıramayacaktır. Denenmiş, görülmüş, kanaat getirilmiştir. İslam beldelerinde siyasi partiler kanunun, siyasi partilere programlarını kısmen dahi dine dayandırmayı yasaklaması İslami yönde kalkınma ve değişimi engellenmek içindir.

Diğer bir engel ise İslam'ı kişi ile Allah arasında bir düzlemde algılayan, vaaz, tebliğ ve daveti sadece bireylere yapan, icra makamında bulunanları, yasama, yürütme ve yargı görevlerini deruhte edenleri ilzam edici biçimde dini ahkamı tebliğ ve davet yapmayan “dini” veya “kültürel” topluluklardır.

Bu engellerden ilki doğru kalkınma modelinin kaynağı ile irtibatını kopardığı ve sekülerleştiğinden, ikincisi ise toplum ve değişimin gerçeği ile irtibatını kopardığı ve bireyselleştiğinden toplumu kalkındırma imkanları yoktur. Batılı paradigma ekseninde hareket ettikleri sürece sittin sene de geçse toplumu kalkındırma, bir hâlden başka bir hâle intikal ettirme imkan ve istidatları yoktur. İslam ümmetini 1300 yıl kalkındırmış olan dinleri ile siyasetinizi, ekonominizi, eğitimin sisteminizi veya devletlerarası politikanızı ayırırsanız, İslami kalkınma noktasında mesafe alamazsınız. Bir koşu bandı gibi üzerinde efor sarf edersiniz, kan ter içinde kalırsınız amma olduğunuz yerde sayar, bir milim dahi ilerleyemezsiniz. Hem kendiniz hem de toplumun enerjisini ve umutlarını tüketirsiniz,

Rasul Sallallâhu Aleyhi Vesellemin mücadele metodu da bunu göstermektedir. Egemen paradigmayı (putperestlik) tartışmaya açarak tevhidi bir hayat tasavvuru olarak sunması; ölçü tartıya, faiz ve tefeciliğe vurgu yapmasında olduğu gibi ekonomik ilişkilere; kız çocuklarının gömülmesinde olduğu gibi cahili örfüne dayanan hukuk sistemini tartışmaya açması; Ebu Leheb ve Ebu Cehil örneklerinde olduğu gibi hukuku icra makamında olan yöneticileri açık ve sert bir dille eleştirmesi, tutarsızlıklarını ifşa etmesi vb. sayısız örnekler bizlere Allah rasulü Sallallâhu Aleyhi Vesellemin değişim metodunun fikriler, duygular ve sistemlere odaklandığını göstermektedir.

بَلْ نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌۜ

“Bilâkis biz, hakkı bâtılın beynine çarparız da onun işini bitirir; bir de bakarsınız ki bâtıl yok olup gitmiştir…” Enbiyâ, 18.

 



[1] Jouvene, Bertrand De, İktidarın Temelleri, 55.

[2] Lewis, Bernard. İslam’ın Siyasal Söylemi, s. 34-36.

[3] Ahmet Kasas, Sağlıklı Kalkınmanın Esasları, s. 34, 35.

[4] Mehmet Ali Ağaoğulları, Batı’da Siyasal Düşünceler, s. 303.

[5] Maurice Barbier, Modern Batı Düşüncesinde Din ve Siyaset, s. 23, 27, 38, 45-50.

[6] Mehmet Ali Ağaoğulları, Batı’da Siyasal Düşünceler, s. 312.

[7] Mehmet Ali Ağaoğulları, Batı’da Siyasal Düşünceler, s. 312, 335.


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz