“Kalkınma” sözcüğünün ilk çağrıştırdığı anlam, “maddi (ekonomik, sanayi,
teknolojik vb.) ilerleme” anlamı maalesef. Tabi ki bu, içinde yaşadığımız
dünyada zihinlerin Batılı paradigma tarafından kodlanmış olmasından mütevellit.
Peki, bu kavramı herhangi bir dünya görüşünün zihin kodlarından sıyrılarak ve
onun perspektifine hapsolmadan objektif biçimde tanımlamak mümkün müdür?
Elbette mümkündür!
En sade tanımıyla kalkınma, “bir hâlden diğer bir hâle intikal etmektir.”
Daha özel anlamıyla kalkınma, “bir toplumun insan, hayat ve evrene ilişkin
kapsamlı ve kuşatıcı bir fikir ekseninde yeni yaşama intikal etmesidir.”
İnsanoğlunun tarihî serüvenine bakıldığında, bir hâlden diğer hâle intikal
ettiği önemli dönemeçlerden geçtiği görülmektedir. Mısır, Asur, Sümer, Babil,
Fars, Yunan ve Roma gibi sayısız uygarlıkların doğuş ve yıkılış süreçleri, bu
intikalin en belirgin yaşandığı ve tarih şeridine yansıdığı süreçler olmuştur.
Şimdilerde toplumların intikal etmiş olduğu hâl ise Orta Çağ’ı sonlandıran Yeni
Çağ’ın insan, hayat ve evrene ilişkin düşünce, teori ve kuramlarının
biçimlendirdiği bir hâldir; İslam dünyası da dâhil olmak üzere tüm toplumların
intikal ettirildikleri bu çağ, “Kapitalist Çağ”dır.
Orta Çağ Avrupa’sında insan, hayat ve evrene bakışın skolastik düşünce merkezli
olduğu malum. Bu çağa hâkim tasavvura göre; insan kendini kuşatan kozmik
düzenin bir parçasıydı ve yukarıdan aşağı, hiyerarşik biçimde her şeyi tahrif
edilmiş dinin kavramları ile dizayn ediyordu. İçinde yaşadığı siyasal düzenin
de bu hiyerarşiye uygun olarak teokratik olması gerektiği düşünülüyordu.
Tanrının yeryüzündeki temsilcisi olduğu düşünülen kilise otoritesi siyasi
otoriteyi belirleme hakkına sahipti. Krallara, meşruiyetlerinin tescili
anlamında tacı, kilise giydiriyordu. I. Henry (ö. 1135), İngiltere tahtına
getirildiğinde Katolik Kilisesinin Piskoposu Yves de Chartres (ö. 1116) ona
şöyle bir mektup gönderdi:
“Kral, şunu hiçbir zaman unutma ki, siz, Tanrı’nın hizmetkârlarının
hizmetkârlarısınız…”[1]
Bu teokratik düşüncenin arka planında ilk insanla ilgili Hıristiyan
mitolojisinde yerleşik bir kurgu vardı. Buna göre dünya, insanoğlunun Tanrı’ya
karşı ilk günahı işlemesi sonucu cennetten kovularak insana yurt kılınmış olan
bir yerdi. Günahkâr insanın gönderildiği “kötü” bir yer. İlk Hıristiyan siyaset
kuramcısı kabul edilen Aziz Augustine’e (ö. 430) göre; siyasal yapı günahkâr
insanın ürünüydü ve kötü bir şeydi. Devlet ise, insanoğlunun cezalandırılması
için, ilk günahın ödenmesi gereken bir karşılığı olarak ortaya çıkmıştı.[2]
Buna göre; devlet, ilk günahla malul, bir cezadan ibaretti. Dolayısıyla
devletin kökeninde kötülük, ilk günah vardı. O hâlde insanları doğumları ile
birlikte geldikleri ilk günahtan arındıracak ve Tanrı’nın isteği doğrultusunda
Tanrı Devleti’ne hazırlayacak olan da kiliseden başkası olamazdı. Bu sebeple
kilise otoritesi dünyevi otoritenin de üstünde olmalıydı.
Keza Orta Çağ’da mülk sahibi olmanın, zenginliğin kötü bir şey olduğu
düşünülüyordu. İnsanın mülkten vazgeçip her şeyini fakirlere dağıtması, gerçek
anlamıyla ruhani açıdan yeniden doğmuş olması anlamına geliyordu. “Aziz” olmak
için dünyadan tümüyle vazgeçmek gerekirdi. Çünkü insan, madde ve ruhtan
müteşekkildi. Ruh Tanrıdan, beden ise ayakaltında olan, alçak, aşağılık olan
topraktandı. Tanrıdan geleni tercih ederek bedenin isteklerini, arzularını
bastırmak yani ruhu, maddi olan karşısında yüceltmek gerekirdi. Tarihçi Will
Durant’ın ifadesiyle Hıristiyanların çoğu tüm dikkatlerini, kirlerden arınmış
bir şekilde o korkunç hesap gününü karşılamaya yönelik gayret göstermeye
kilitlemişlerdi. Bireysel mülk edinmenin, para ve servet sahibi olmanın şeytani
bir şey olduğuna inanılan bu dönemde, ilginçtir ki en büyük feodal ağa
kiliseydi. Ne var ki, insanlar bunu sorgulamıyordu. Çünkü akıl yürütmek de
şeytani bir şeydi. Dinî reform öncüsü Martin Luther (ö. 1546) dahi aklın,
inancın en büyük düşmanı olduğunu söylüyordu. Ona göre akıl ve cüzzam, atılması
gereken şeytanın en iğrenç işlerindendi.[3]
Bu şekilde skolastik düşünce, insan ve hayata dair kendine özgü bakış
açısıyla Orta Çağ Avrupa insanını sosyal, siyasi ve ekonomik düzen içinde
yaşatıyordu.
Reform ve Rönesans hareketleri ile birlikte skolastik düşünce zaman içinde
aşındı. Protestan düşünce ile modern laikliğe kapı aralayacak bir sıçrama
gerçekleşti. O güne kadar kralın iktidarının, papanın ruhani iktidarını içinde
yaşatarak ayakta duran cismani bir iktidar olduğuna inanılırken Martin Luther
(ö.1546) kilise/dinî otoritenin İsa’nın saf otoritesine aykırı, hatta onu
lekelediğini iddia etti. Luther, kralın -dünyevi- iktidarının ilahi bir temele
dayandığını İncil’de Romalılara mektup bölümünde yer alan şu ifadelere
dayandırıyordu: “Herkes, üzerinde olan hükümete tabi olsun. Çünkü Tanrı
tarafından olmayan hükümet yoktur ve onlar Tanrı tarafından tanzim olmuştur.”
Hatta Luther’e göre tüm iktidarlar dünyevidir. Çünkü güç kullanma tekelini
elinde bulundurmaktadırlar. Bundan dolayı Ruhban sınıfının dünyevi iktidar
üzerinde herhangi bir hak talebinde bulunması yetki gasbı anlamına gelir.[4]
Ardından gelen bir başka reformist Jean Calvin (ö. 1564), iktidarın Tanrı
tarafından verildiğini, dolayısıyla kralların Tanrı’nın vekilleri ve
hizmetkârları olduğunu öne sürdü. İnsanın iç dünyasını idare eden ruhi (dinî)
bir iktidar, toplumsal hayatı idare eden siyasi (dünyevi) iktidar vardı. Bir Hıristiyan
hiçbir şekilde bunları birbirinin işlerine karıştırmamalıdır.[5]
Bu ayrım net bir şekilde laikliğin temellerinin Hıristiyan teologlarca atılması
anlamına geliyordu. Calvin, ekonomik ilişkileri derinden etkileyecek önemli bir
çığır da açıyordu. Erken dönemde saf kötülük olarak görülen maddi kazanım,
servet ve mülk sahibi olmak artık kötü bir şey olmaktan çıkmanın ötesinde
kutsanıyordu. Zira Tanrı tarafından takdir edilmiş mesleki alanda başarılı
olmak insanın temel görevidir. Hatta Tanrı tarafından kutsanmışlığın
alametidir.[6]
Hıristiyanlık içindeki reform hareketlerini takip eden süreçte Rönesans
düşünürleri Orta Çağ’ın tüm düşünme biçimini ve onun ekseninde şekillenen
ilişki biçimlerini laik-seküler temelde yeniden biçimlendirdiler. Niccolò
Machiavelli (ö. 1527), Jean Bodin (ö. 1596), Thomas Hobbes (ö. 1679), John
Locke (ö. 1704), Jean-Jacques Rousseau (ö. 1778), Immanuel Kant (ö. 1804) gibi
düşünürlerin katalizörlüğü ile Avrupa yeni bir kalkınma yaşadı. Yani insan,
hayat ve evrene bakış noktasında yeni teori, düşünce ve kuramların
geliştirilmesi ile Avrupa toplumları sosyal, siyasi, ekonomik vb. tüm alanlarda
seküler nitelikte yeni bir hâle intikal etmiş oldu.
Örneğin Machiavelli ahlak anlayışı ile amaçlara ulaşmak için her türlü
aracın meşru olabileceğini ileri sürdü. Ona göre yönetici, iktidar koltuğunu
güvence altına alacaksa, ne kadar büyük olursa olsun hiçbir kötülüğü işlemekten
geri durmasına gerek yoktur. Yönetici hiçbir ahlaki kritere, değer yargısına ve
hukuk kuralına bağlı hissetmeksizin içinde bulunduğu konjonktüre göre hareket
etmelidir. Machiavelli’in çıkar anlayışı o kadar ileri düzeydedir ki, dine
karşı olmakla birlikte iktidara boyun eğdirmek için dini kullanmak gerekirse
prens (yönetici) çekinmeden onu da kullanmalıdır.[7]
Jean Bodin, Thomas Hobbes, Jean-Jacques Rousseau gibi sözleşmeci
teorisyenler de insan toplumlarının içinde bulundukları ilkel doğa durumundan
aralarında yaptıkları bir sözleşme sayesinde kurtulduklarını ileri
sürmektedirler. Tabi ki bu sözleşme tamamen varsayımsaldır. Ancak onlara göre
devlet bir sözleşme sonucunda genel irade ile ortaya çıkmıştır. Yani siyasi
otoriteyi insanlar iradeleriyle oluşturmuşlardır. Buna göre toplumun iradesi
ile oluşan siyasal yapıda egemen olan da toplum (halk/millet) olmalıdır. Böylece
sözleşmeci teoriler toplum ve siyasal yapıyı dinden bağımsız açıkladılar.
Öncesi ve sonrası ile bağı kopartarak yeni bir hayat düzeni oluşturdular.
Keza orta çağda şeytani bir şey olarak görülen akıl yeniçağda insanın ergin
olma hâli olarak değerlendirildi. Immanuel Kant aydınlanmayı, insanın ergin
olmama durumundan kurtulma olarak tanımlamaktadır. Bu ergin olmayış durumu ise,
insanın kendi aklını bir başkasının (din veya dini otoritenin) kılavuzluğuna
başvurmaksızın kullanamayışıdır.
Avrupa’nın yaşadığı ve sonra tüm dünyaya cebren ve hile ile yaşattıkları bu
durum bir kalkınma yani skolastik hâlden seküler hâle intikal sürecidir. İşte
doğru-yanlış değerlendirmesine girmeksizin, yeni aydın sınıfının yeni ortaya
çıkan tüccar sınıfı ile ilişkilerine değinmeksizin bu bir kalkınma şeklidir.
Evet, bu aydınların tüm çabaları kilise ve krallığın otoritesinden ve
geleneksel düşünce kalıplarından Avrupa insanını kurtarmak ve nihayetinde
burjuvanın daha imtiyazlı hâle gelmesini sağlamaktı. Bu sebeple bunlar aydın
değil burjuvanın soytarısıydılar. Bu bir başka makalenin konusu olmakla
birlikte ama bu doğru-yanlış olduğuna bakmaksızın bir kalkınma-intikal
süreciydi.
Şu kadarını belirtelim ki, bu kalkınma tecrübesinin en malül, en hastalıklı
tarafı tamamen bir önceki döneme tepki olarak gelişmiş olmasıdır. Skolastik
döneme tepki olarak seküler ideolojiler doğdu. İlki feodal düzene karşı burjuva
ideolojisi olan kapitalizm ve ona tepkisel olarak ortaya çıkan sözde proletarya
özde politbüro ideolojisi komünizm. Her birinin kendinden öncekine tepkisel
olarak zuhur etmiş olan bu kalkınma fikirleri hayat tasavvurları açısından
gerçekliğe-vakıaya uygun, aklı ikna edici bir yorum getiremedikleri gibi,
insanlığın sosyal, siyasi ve iktisadi hiçbir sorununu çözememişler hatta sorunları
katmerleştirmişlerdir. Bu sebeple birbirine tepkisel olarak tarih sahnesine
çıkmış olan bu ideolojilerden biri komünizm yıkılmış, diğer versiyonu da
yıkılmak üzeredir.
Tam da böylesi zamanlar İslam ve İslam dışı dünyada “değişim” fikrinin en
canlı en dinamik olduğu zamanlardır. İnsanlar seküler kalkınma modellerinin her
iki versiyonunun da getirdikleri (aşağılanma, işgaller, katliamlar, insan ve
doğal kaynakların sömürülmesi, tekelleştirilerek büyük çoğunluğun mahrum
edilmesi, gelir dağılımdaki dengesizlik vb.) hâllerden kendilerini başka bir hâle
intikal ettirecek bir kalkınma fikri aramaktadırlar.
Bu İntikal, Bu Kalkınma, Bu Değişim Nasıl Gerçekleşecektir?
Bu makalenin önemli bir bölümünü Batılı kalkınma tecrübesinin gelişim
süreçlerine ayırmamızın nedeni şu çarpıcı gerçeği dikkatlere sunmaktır.
Görüldüğü gibi kalkınma ve değişim belirli fikirler manzumesinin toplumu,
bireysel, sosyal, siyasi, iktisadi vb. tüm ilişkilerini ekseninde yeniden
biçimlendirmesi ile gerçekleşmektedir. Diğer bir ifadeyle insanlar ancak insan,
hayat ve evren, bunların öncesi ve sonrası ve bu önce ve sonranın yaşadıkları
hayatla ilişkisi hakkındaki kapsamlı ve kuşatıcı bir fikir ile kalkınabilirler.
O hâlde İslam'ı hayata dair zihinlerde oluşan düğümleri hem de sosyal, siyasi,
iktisadi vb. ilişkilerinden kaynaklanan sorunları çözen akide ve ahkâm
yönleriyle kapsamlı bir nizam olarak sunmak gerekir. Batılı fikir ve
ideolojilerin ve bunlardan türemiş olan sistemlerin çürütülmesi,
tutarsızlıklarının ve çözümsüzlüklerinin ifşa edilmesi ve yerine İslam'ın
hayatın tüm alanlarında düzenleyici bir nizam olarak sunulmasıyla bir kalkınma
gerçekleştirilebilir.
Tam bu noktada İslami kalkınma projesinin önünde iki engel olduğunu
söylememiz gerekir. Bunlardan birincisi İslam beldelerinde kalkındırma
iddiasıyla ortaya çıkan siyasi partilerdir. Yöneticileri ve üyelerinin Müslüman
olmalarının dışında parti tüzük ve programları, muhalefette iken
propagandaları, iktidarda iken uygulama ve icraatları şer'î ahkâma
dayanmadığından istisnasız tümü seküler ve laik partilerdir. İslam dünyasının
geri kalmışlığının, parçalanmışlığının sebebi olan laikliği esas alan siyasi
kurumlar asla ümmeti ve insanlığı kalkındıramayacaktır. Denenmiş, görülmüş,
kanaat getirilmiştir. İslam beldelerinde siyasi partiler kanunun, siyasi
partilere programlarını kısmen dahi dine dayandırmayı yasaklaması İslami yönde
kalkınma ve değişimi engellenmek içindir.
Diğer bir engel ise İslam'ı kişi ile Allah arasında bir düzlemde algılayan,
vaaz, tebliğ ve daveti sadece bireylere yapan, icra makamında bulunanları,
yasama, yürütme ve yargı görevlerini deruhte edenleri ilzam edici biçimde dini
ahkamı tebliğ ve davet yapmayan “dini” veya “kültürel” topluluklardır.
Bu engellerden ilki doğru kalkınma modelinin kaynağı ile irtibatını
kopardığı ve sekülerleştiğinden, ikincisi ise toplum ve değişimin gerçeği ile
irtibatını kopardığı ve bireyselleştiğinden toplumu kalkındırma imkanları
yoktur. Batılı paradigma ekseninde hareket ettikleri sürece sittin sene de
geçse toplumu kalkındırma, bir hâlden başka bir hâle intikal ettirme imkan ve
istidatları yoktur. İslam ümmetini 1300 yıl kalkındırmış olan dinleri ile
siyasetinizi, ekonominizi, eğitimin sisteminizi veya devletlerarası
politikanızı ayırırsanız, İslami kalkınma noktasında mesafe alamazsınız. Bir koşu
bandı gibi üzerinde efor sarf edersiniz, kan ter içinde kalırsınız amma
olduğunuz yerde sayar, bir milim dahi ilerleyemezsiniz. Hem kendiniz hem de
toplumun enerjisini ve umutlarını tüketirsiniz,
Rasul Sallallâhu Aleyhi Vesellemin mücadele metodu da bunu göstermektedir.
Egemen paradigmayı (putperestlik) tartışmaya açarak tevhidi bir hayat tasavvuru
olarak sunması; ölçü tartıya, faiz ve tefeciliğe vurgu yapmasında olduğu gibi
ekonomik ilişkilere; kız çocuklarının gömülmesinde olduğu gibi cahili örfüne dayanan
hukuk sistemini tartışmaya açması; Ebu Leheb ve Ebu Cehil örneklerinde olduğu
gibi hukuku icra makamında olan yöneticileri açık ve sert bir dille
eleştirmesi, tutarsızlıklarını ifşa etmesi vb. sayısız örnekler bizlere Allah
rasulü Sallallâhu Aleyhi Vesellemin değişim metodunun fikriler, duygular ve
sistemlere odaklandığını göstermektedir.
بَلْ
نَقْذِفُ بِالْحَقِّ عَلَى الْبَاطِلِ فَيَدْمَغُهُ فَاِذَا هُوَ زَاهِقٌۜ
“Bilâkis biz, hakkı bâtılın beynine çarparız da onun işini bitirir; bir de
bakarsınız ki bâtıl yok olup gitmiştir…” Enbiyâ, 18.
[1] Jouvene, Bertrand De, İktidarın
Temelleri, 55.
[2] Lewis, Bernard. İslam’ın Siyasal Söylemi,
s. 34-36.
[3] Ahmet Kasas, Sağlıklı Kalkınmanın
Esasları, s. 34, 35.
[4] Mehmet Ali Ağaoğulları, Batı’da Siyasal
Düşünceler, s. 303.
[5] Maurice Barbier, Modern Batı Düşüncesinde
Din ve Siyaset, s. 23, 27, 38, 45-50.
[6] Mehmet Ali Ağaoğulları, Batı’da Siyasal
Düşünceler, s. 312.
[7] Mehmet Ali Ağaoğulları, Batı’da Siyasal
Düşünceler, s. 312, 335.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış