Soğuk savaşın bitiminden sonra tek kutuplu dünya daha bir hızlı
dönü(şü)yor. 2001’de yaşanan 11 Eylül hadisesinin ardından işgal ve güvenlik
öncelikli politikalar, Batı’nın Doğu’da batışının habercisi oldu. 2008’de
patlak veren ekonomik kriz, kapitalist ekonomileri derinden sarstı. 2010’da
başlayan ayaklanmalar kaynaklarıyla kapitalistlerin iştahını kabartan
Ortadoğu’da Amerika’nın önemli partnerlerini kaybetmesine neden oldu. Amerika
devrim dalgasının üzerine binip sörf yaparak yönünü değiştirebildiğini düşünse
de ayaklanmalara neden olan kronik sorunlar çözülmediği gibi katmerleştiğinden,
halkların yeni bir devrim dalgasıyla daha büyük bir tsunamiye neden olabileceği
öngörüleri üzerine konuşuluyor. Derken, artık birçok uzmanın dünyanın
geleceğiyle ilgili kırılma noktasına işaret ettikleri bir olay yaşandı: Aksa
Tufanı. Uzmanlar, 7 Ekim’in, öncesini sonrasından geri dönülmez biçimde
ayıracağını söylüyor. Artık dünya eski dünya olmayacak! Mevcut dünyanın
sürdürülebilir olmadığını kanıtlayan pratikler olarak karşımızda duruyor. Bütün
bunlar bir gerçeğe dünyayı hızla yaklaştırıyor: Hilâfet!
Hilâfet, kehanet değil artık yeni dünyanın gerçeği; Kaçınılması İmkânsız
Devleti. Her ne kadar Türkiye dahil İslâm dünyasında siyasi elitler, entelektüel
çevreler ve konvansiyonel medya bu gerçeği takipçilerinden ve izleyicilerinden
gizleseler de Batı’da bu daha yüreklilikle ifade ediliyor.
Örneğin; Patrick Buchanan[1] yıllar öncesinden[2] “Vakti
Gelen Fikir” başlıklı makalesinde “Fas’tan Endonezya’ya kadar bu geniş
coğrafyada İslâm’la hükmetme fikri, Müslümanlar arasında hızla yayılmaktadır.” Bu
sebeple Buchanan, İslâm’ı, hâkim olma vakti gelmiş fikir olarak
tanımlamakta ve Victor Hugo’nun bir sözüne atıfla “vakti zamanı gelmiş fikrin karşısında
dünyanın en güçlü ordusunun dahi duramayacağını” söylemektedir.
Yıllar yılı “hayal” deniyordu. Ümmet içinde kuvvetli bir irade bu “hayali” dünyanın
gündemine getirdi ve ülkelerin kaçınamayacağı bir gerçeğe dönüştürdü. Hemen
kültür ajanları ve toplum mühendisleri, kavramı odaklarına alıp tahrifata
başladılar. Nihayetinde onlar için zihinler ve algılar, üzerinde çalıştıkları
bir şantiye alanıydı.
Yıllar yılı Papalık makamına benzeterek akılları, sembolik bir Hilâfet
kurumu ile lebalep doldurdular. “Hıristiyan âleminin Papa’sı var İslâm âleminin
de Halife’si olsun”, tarzında iyi niyetlerin de eşlik ettiği bir retoriği
beslediler. Mahiyet-i şer’iyyesinden saptırarak Osmanlı Hilâfetinin bakiyesi
topraklarda sömürgenin icat ettiği laik ulus-devletlerin varlığını korumasıyla
birlikte bazı “dinî” konularda ortak hareket etme imkânı verecek sembolik bir
makam tasarladılar. Bu açıdan son derece yanlış bir tasarımdı. Sadece bir iki
hususa işaret edip geçeceğim.
- Halifenin makamı, papalıkta olduğu gibi sembolik değildir. Papa modern,
seküler devletin egemenliği altında ruhani bir otoriteyi temsil eder.
Halife ise İslâm devletinin egemen olduğu topraklar üzerinde ümmete ait
olan otoriteyi temsil eder. Bu temsiliyet sembolik değil, gerçek bir
temsiliyettir.
- Bu otorite papalıkta olduğu gibi ruhani-siyasi veya dinî-dünyevi
şeklinde bölünmüş bir otorite değildir; halifenin otoritesi
bölünmez ve devredilemez bir otoritedir. “Bölünmez” demek, dinî ve dünyevi
şekilde bir ayrıma tabi tutulamaz, demektir. Yani Hristiyanlık
düşüncesinde olduğu gibi devletin egemen olduğu toprak parçası üzerinde
biri dinî (papalık-ruhi) diğeri dünyevi (siyasi) iki otorite olamaz. İslâm
siyaset düşüncesinde devletin egemen olduğu toprak parçası üzerinde tek
bir otorite vardır o da devletin siyasi otoritesidir. Devletin “bölünmez
bütünlüğü” ile ifade edilen olgu İslâm sisteminde halifenin bölünmez bir
bütün olan otoritesini karşılar.
- Otoritenin kaynağı ve kökeni itibariyle de papalıkla Hilâfet
arasında büyük farklılık vardır. Papanın ruhi otoritesinin kaynağı
Allah’tır. Halifenin siyasi otoritesinin kaynağı, ümmettir. Ümmet, rıza
ve seçim ile sahip olduğu otoriteyi adaylardan birine verir. Seçim
gerçekleştikten, beyat verildikten sonra artık halife, devletin egemen
olduğu toprak üzerinde yönetim işlerinden tümüyle sorumludur.
Dolayısıyla İslâm devletinde ruhi-dinî iktidarı temsilen bir
halife; siyasi-dünyevi iktidarı temsilen bir başka otorite olmaz. Bu
şekilde bir devlet veya otorite tasarımı, zihin kodları içinde din-dünya,
ruhi-siyasi ayrımların olduğu Batılı düşünce ve toplumlara özgü bir tasarımdır.
Böyle bir düşünce içinde papalık tamamen sembolik bir otoritedir. Misakımilli
sınırları içinde her biri egemen, bağımsız onlarca Batılı laik ülkenin, bir
papası vardır. Lakin bu papanın dinî bir otorite olmanın ötesinde herhangi bir
yetkisi/etkisi yoktur. Hilâfet zinhar böyle bir makam değildir.
İslâm siyaset düşünürleri, âlimler ve fakihler, Hilâfet’i bütün bu
farklılıklara dikkat çekecek şekilde titizlikle tanımlamışlardır: “Dünyanın
dinle idare edilmesi hususunda Müslümanların genel başkanlığıdır.” Bakın; “dünyanın idaresi hususunda”. Bu idarenin dinle olması, onun mahiyetini belirleyen bir tanımlamadır.
Ama bu tanımda, Hilâfet’i papalıktan ayıran husus; “dünyanın idaresi”
vurgusudur. Yani halifelik, kamusal alanı/devleti idare etmek üzere var olan
siyasi bir kurumdur; sembolik bir makam değil. Bildiğiniz kamu idaresi;
savaş-barış kararları alan, ekonomiden eğitime, sağlıktan ziraata, iç
politikadan dış politikaya kadar egemen olduğu topraklar üzerinde tüm
ilişkileri düzenleyen bir devlet.
“Hayal” dendi olmadı,
“sembolik” dendi tutmadı, bari “seküler” olsun!
Hilâfet’in yokluğunda dünyamız karardı. Yani ümmetimizin gerçek, hakiki
anlamda dünyası karardı. Yani kararan sembolik bir yaşam alanı değil, dünyamız,
lütfen dikkat ediniz. Ümmet semboller dünyasında yaşamıyor. Acıları,
travmaları, aşağılanmaları, sömürülmesi, katledilmesi, nesillerinin yozlaştırılması,
yuvalarının yıkılması, vs. bunların hepsi gerçekler dünyasında yaşadığı şeyler.
Bu sebeple ümmet, dünyasının idaresi için hakiki anlamda Hilâfet’i istiyor.
Dünyada bu boşluğu doldurabilecek başka bir siyasal sistem görünmüyor.
Özellikle Gazze’de yaşananlar, 57 ülkenin 1 halife etmediğini gösterdi. Hilâfet’in
siyasi sahneden çekilmesinin ardından, bakiyesi topraklarda kurulan ulus-devlet
olgusunun, ümmet iradesini kafesleyen devasa zindanlar olduğu anlaşıldı. En
naçar gününde birbirine yardımının ulaşamadığı büyük bir zindan. Bu Vestfalya
düzeni,[3] bu
ulus devlet kafesi içinde Müslümanların canları, malları, namus ve
kutsallarının güvenliği yok. Ekonomik olarak sömürülüyoruz, nesillerimiz
kimliksizleştiriliyor, her yönden kötü yönetiliyoruz, bir de gizlenemez bir
biçimde ciddi bir güvenlik sorunumuz olduğu açığa çıktı. Gazze’deki katliam,
Aksa’nın avlusunda olsa, dahası Aksa yıkılsa, Kâbe hedef alınsa yine de bu ulus-devletler
somut adım atmayacaklar, anlaşıldı. Bu sebeple İslâm ümmeti, bu siyasi
iradeleri tutsak olan ulus-devletler dünyasında güvende kalamayacağını acı bir
tecrübeyle bir kez daha anladı.
Tam da böylesi zamanlara ve mevsimlere özgü yeni bir kür(?) hazırlanıyor.
Uzmanlarımız yeni tasarımlarla(!) karşımıza çıkıyorlar. Son tasarımı
dikkatinize sunmak istiyorum: Seküler Hilâfet. Sembolik Hilâfet’te olduğu gibi
yine Hilâfet bakiyesi topraklarda Batı’nın ithal rejimlerinin varlığının
korunduğu fakat İslâm dünyasında üst bir çatı işlevi görecek bir kurum. Eskisi
sembolikti, yenisi seküler.
Seküler Hilâfet teklifi, İstanbul Aydın Üniversitesi'nde 2015 yılında düzenlenen bir
çalıştayda Prof. Dr. Naciye Selin Şenocak tarafından dile getirilmiş. Şenocak,
halkı Müslüman olan ülkeler arasında siyasi birliğin ancak Hilâfet kurumu ile
sağlanabileceğini ifade ediyor. Selin Şenocak, sözünü ettiği kurumun “dinî
bir olgu değil, seküler bir kurum” olduğunu vurgulu bir şekilde ifade
ediyor. Ona göre BM gibi İslâm dünyasının meselelerinin müzakere edildiği,
aralarındaki anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulduğu siyasi bir teşkilatın olması
gerekir. “Hilâfet, TBMM'nin “manevi şahsında mündemiç” olduğundan hareketle “bu
teşkilata da Türkiye liderlik etmelidir”, diyor.[4]
Hilâfet’e Türkiye’nin liderlik etmesi kısmına kimsenin itirazı olamaz.
Hatta bu topraklarda yaşayan Müslümanların en büyük rüyası, özlemi, hasretidir
bu. Ancak “seküler Hilâfet” de ne oluyor? Böyle uyduruk bir terkip siyaset
literatüründe görülmüş bir şey değildir. Ne yapacaklarını şaşırmışlar. Siyaset
ilminin sınırlarını zorluyorlar; tüm tuşlara basıyorlar. Olmayacak şeyleri
oldurmaya çalışıyorlar.
Lakin biz, mahiyeti itibariyle benzer düşünceler değişik şekillerde dile
getirildiğinden bu ucube konusunda farkındalık oluşturma gereği hissediyoruz.
Evvela şunu belirtelim ki; mevcut laik ulus-devlet yapısının sürdürülebilirliğini
sağlamak sömürgecilerin isteğidir. İkinci olarak; böyle bir birlik mevcut
devlet yapısı ile birlikte ve mevcut dünya düzeni içinde ütopya ötesi bir
şeydir. Bunun en büyük kanıtı, yine Gazze mezalimidir. Gazze’de yarım milyondan
fazla insanın felaket seviyesinde açlığı yaşadığı şu günlerde, İslâm İşbirliği
Teşkilatı bir toplantı bile yapamadı. Şu kesin anlaşıldı: bu devletler,
dinimizi kendisinden ayırdıkları dünyamızı idare edemez.
Şimdi yukarıda zikrettiğimiz Hilâfet tanımından hareketle seküler devletle
Hilâfet devleti arasındaki bazı farklara dikkatinizi çekmek istiyorum:
- Hilâfet ,”Dinle dünyanın idaresi” veya “Dinin korunması
ve dünyanın idaresi” hususunda “Müslümanların başkanlığı”dır.
Tanımdaki her iki vurgu da Hilâfet Devleti’nin, dünyayı (işleri-ilişkileri)
dinle idare edecek bir kurum olduğunu ifade ediyor. Böyle bir
devlet seküler olabilir mi?
- Yine tanımdan da anlaşılacağı üzere Hilâfet, “dinin korunması için”
var olan bir kurumdur. Din ancak uygulanarak korunabilir. Yani içeride ve
dışarıda ekonomik, siyasi, sosyal tüm sahalarda ilişkilerin dinî ahkamla
siyaset edilmesi ile korunabilir. O halde bir devlet, -korumak,
uygulamak ve âlemlere taşımak için- var olduğu dini, hayattan ayırarak,
siyasetine karıştırmayarak meşruiyetini koruyabilir mi? Varlık
sebebini ortadan kaldıran bir devlet düşünülebilir mi?
- Tanımda dikkatinizi çekmek istediğim üçüncü husus da “Müslümanların
genel başkanlığı” vurgusudur. Buna göre de seküler Hilâfet olamaz.
Zira seküler devlet, “ulus-devlet”tir. Hilâfet ise
ümmet devletidir. Yeryüzündeki bütün Müslümanların başkanlığıdır.
Dolayısıyla etnik, milli, ırkî vb. herhangi bir ayrım yapmaksızın Müslümanların
devletidir. Bu sebeple de “seküler Hilâfet” olamaz.
Papalık’a benzetilen “sembolik Hilâfet” dünyamızı ıskalıyordu, “seküler Hilâfet”
de dinimizi ıskalıyor, görüyorsunuz. Yahu bunun gerçeği yok mu? Neden ayak diriyorsunuz?
Hilâfet’ten söz ettiğimizde, Allah’ın dini olan İslâm’ın yönetim
sisteminden söz ediyoruz, demektir.
Hilâfet’ten söz ettiğimizde, sembolik “dinî-ruhi” bir makamdan değil,
dünyanın idaresi için var olan “siyasi” bir kurumdan, kelimenin tam anlamıyla “egemen
bir devlet”ten söz ediyoruz, demektir.
Hilâfet’ten söz ettiğimizde seküler bir devletten değil; dünyayı herhangi
bir şekilde idarece edecek bir devletten değil, dünyayı dinle idare edecek bir
devletten söz ediyoruz, demektir.
Hilâfetten söz ettiğimizde, Vestfalya’dan bu yana Batı’nın oluşturduğu
laik ulus-devlet ve devletlerarası düzenin değişmesinden; Batılı ülkelerin
dünya üzerindeki hakimiyetinin sona ermesinden, sömürgeciliğin sona erdirilmesinden
söz ediyoruz, demektir.
Hilâfet’ten söz ettiğimizde, Fas’tan Endonezya’ya bir süper gücün
doğuşundan söz ediyoruz, demektir.
Hilâfet’ten söz ettiğimizde, “Avrupa'dan Kuzey Afrika'ya, Orta Doğu'dan
Güneydoğu Asya'ya kadar uzanan, İslâm'ın şimdiki ve geçmiş topraklarını
kapsayan” bir cihan devletinden sözü ediyoruz, demektir.
Hilâfet’ten söz ettiğimizde, Batı uygarlığına küresel çapta meydan okumanın
yöneleceği bir başka gücün teşekkülünden; onu siyasi sahneden tümüyle süpürecek
bir medeniyet projesinden söz ediyoruz, demektir.
Hilâfet’ten söz ettiğimizde, liberal veya neoliberal politikalarla
kapitalist şirketlerin tekeline aldıkları kaynakların sahiplerine iade
edilmesinden; gelir dağılımı dengesizliğini hızla gidererek ideal ekonomi
politikalarının hayata geçirilmesinden söz ediyoruz, demektir.
Hilâfet’ten söz ettiğimizde, İslâm hukukunun uygulanmasından, Müslüman
ülkelerin birleştirilmesinden, sömürgeci nüfuzun ortadan kaldırılmasından söz
ediyoruz, demektir.
Bütün bu sebeplerden dolayı, Hilâfet’ten söz ettiğimizde, Batı'yı ve
işbirlikçilerini rahatsız eden, uykularını kaçıran bir “kabustan” söz ediyoruz,
demektir.
İşte bütün bu sebeplerden dolayı, Batı, İslâm ve Hilâfet’i, varlığını
tehdit eden en büyük tehlike olarak görmektedir. Ne diyordu Huntington, ünlü
kitabı Medeniyetler Çatışması'nda:
“Batı için sorun köktencilik değil İslâm’ın kendisidir. Zira Müslümanlar
onun küresel bir sistem olarak tüm dünya için elverişli olduğuna ve
diğer uygarlıklardan üstün olduğuna inanıyorlar.”
Daha açıklayıcı bir dille, Fransız Siyaset Bilimci ve Filozofu Joseph
Salazar’ın tespitini de şuraya iliştirelim:
“Batı'yı doğrudan tehdit eden asıl tehlike, İslâm'dır. Müslümanlar
bağımsız bir dünyadır ve özgün bir manevi (kültürel ve fikrî) mirasa ve
medeniyete sahiptirler. Batı medeniyetine ihtiyaç duymadan bağımsız bir
dünya için kurallar koyabilirler.”
Batılı entelektüellerin anladığı bu gerçeği, lütfen siz de artık
anlayınız. Özellikle entelejansiyamıza, yüzyıllarca dünyaya liderlik etmiş bu
toprakların düşünür ve entelektüellerine diyoruz ki: Batı’ya, onun köhnemiş
seküler devlet modeline muhtaç hissetmeden, bağımsız bir dünya kurabiliriz.
Dünyamızın idaresi hususunda elverişli olmadığı anlaşıldıktan sonra
seküler devlet, ümmetimizin özlemi haline gelen Hilâfet’le kendini
makyajlamaya, kendini suret-i haktan göstermeye çalışıyor:
[اَتَسْتَبْدِلُونَ الَّذٖي هُوَ اَدْنٰى بِالَّذٖي هُوَ خَيْرٌؕ] “Siz
iyi olanı kötü-köhne olanla mı değişmek istiyorsunuz?”[5]
[1]
ABD Başkanları; Richard Nixon, Gerald Ford ve Ronald Reagan'ın yardımcılığı ve
özel danışmanlığı gibi önemli görevlerde bulunmuş ve nihayet 1992-96 yıllarında
Cumhuriyetçilerin ABD başkan adayı olmuş, siyasi analist.
[2]
23.6.2006
[3]
“Vestfalya biçimi egemenlik” olarak da bilinen Vestfalya sistemi (İngilizce:
Westphalian system), uluslararası hukukta her devletin kendi toprakları
üzerinde münhasır egemenliğe sahip olduğuna dair bir ilkedir. (Vikipedi)
[4]
“Akademisyenin ‘seküler hilafet’ açıklaması sosyal medyada yeniden gündem oldu”,
Birgün TV-DailyMotion: https://dai.ly/x8r36vb
[5]
Bakara Suresi 61
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış