İSLÂM HUKUKUNDA UYGULAMAYI SAĞLAYAN İLKE ve KURUMLAR

Dr. Abdurrahim Şen

Toplum, aralarında daimî ilişkiler bulunan kişilerin birlikteliğidir. Bu kişilerin birbirleriyle veya devletle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar bütününe hukuk denir. Toplumların huzurlu bir şekilde varlıklarını sürdürebilmeleri, adil bir hukuk sistemiyle mümkündür; ideal toplumsal yaşam, ideal hukuk sistemine muhtaçtır. Müslümanlar açısından ideal hukuk sistemi, eksik ve sınırlı bir varlık olan; sürekli gelişime muhtaç, dolayısıyla değişime maruz kalan aciz insan aklının ürünü değil, mutlak güç, bilgi ve hikmet sahibi Allah Subhanehu ve Teâlâ tarafından gönderilen İslâm’a dayanmaktadır.

Bununla birlikte, bir hukuk ne kadar ideal olursa olsun, kendi sistemi içinde uygulanmasını güvence altına alacak mekanizmalara sahip değilse, o hukukla amaçlanan sonuçlara ulaşılamaz. Bu sebeple İslâm hukukçuları, toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralları (muâmelat) istinbat etmekle birlikte, bu kuralların nasıl uygulanacağını; hukuku uygulamakla yükümlü devleti ve organlarını, bu organların yetki ve fonksiyonlarını da belirlemişlerdir.

Batı’da, laik ulus-devlet modelinin siyasi sahneye çıkış süreçlerine eşlik eden bir zaman diliminde, siyasi düşünürler hukukun uygulanmasını temin edeceği düşüncesiyle kuvvetler ayrılığıanayasacılık ve normlar hiyerarşisi gibi teoriler geliştirdiler. Bunların pratikte işe yarayıp yaramadığı ayrı bir makalenin konusu olmakla birlikte, benzer teorilerin, ilke veya kurumların İslâm siyasal sisteminde mevcut olup olmadığı sorusu, çağımızda cevabı aranan önemli bir sorudur.

Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki, İslâm’a göre devletin kendisi hukukun gereği olarak var olmuş bir kurumdur, yani hukukun ürünüdür. Dînî hükümler içinde ancak bir kamu otoritesince uygulanabilecek türden hükümlerin bulunması, devleti zorunlu kılmaktadır. Tam da bu sebeple, İslâm’ın kendi sistemi içinde, hukukun uygulanmasını güvence altına alacak ilke ve kurumları beyan etmemiş olması düşünülemez. Önce ilkelerden başlayalım.

  1. Devlet Organları ve Fonksiyonları ile İlgili İlkeler

Batılı siyaset teorisine göre; hukukun uygulanması, devletin fonksiyonlarını icra edebilmesi için kuvvetlerin ayrı olması gerekir. Yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin birbirinden ayrı kişi ve organların elinde olması denge-denetimi sağlar. 

a-     Yasama

İslâm siyasi düşüncesinde, esasen yasama insana ait bir fonksiyon olmadığından, yürütmenin birlikte icra ettiği bir görev değildir. Yasama insana ait bir görev değildir. İslâm’da egemenlik, Allah haklarından bir haktır. [إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ] “Hüküm yalnızca Allah’a aittir.”[1]

Usul-u fıkhın en temel konusu, “Hâkim kimdir?” sorusudur. İslâm nazarında mutlak Hâkim, Allah’tır. O’nun dışında, ister yöneten isterse yönetilen olsun, herkes mahkûmdur. İsterse cihana hâkim olsun, evvela Hâkimler Hâkimi karşısında kendisi mahkûmdur, yani O’nun hükümlerini icra etmekle mükelleftir. Esasında insan zaten bunun için Allah’ın halifesidir. İnsan, genel anlamda Allah’ın hükümlerini idrak edebilecek akılla donatılmış olmasından dolayı halifedir. Devlet başkanı ise Allah’ın hükümlerini icra edebilecek yürütme makamında bulunmasından dolayı halifedir.

İslâmî yönetimde egemenlik, şeriata ve şer‘î ahkâma aittir. Ümmete ait olan bu şer‘î ahkâmı uygulayacak olan yürütme otoritesidir. Ümmet, temsilcileri (ehlü’l-hâl ve’l-akd) aracılığıyla devlet başkanını belirler. Yani İslâm tasavvurunda ümmet, yürütmenin kaynağıdır; fakat yasamanın kaynağı şer‘î hükümlerdir. İslâmî bir yönetimde, günümüz seküler yönetimlerinde olduğu şekliyle vahiyden bağımsız yasa yapan bir yasama erki yoktur.

İslâmî yönetimin bu özelliği, yasanın sermayenin, lobilerin veya herhangi bir imtiyazlı sınıfın çıkarları doğrultusunda yapılması ihtimaline karşı toplumun çıkarlarını koruyan bir güvencedir. Büyük patlamadan beri milyarlarca yıllık zaman içinde, yerin katmanları altında hiçbir insanın emeği olmadan oluşmuş paha biçilmez madenlerin özelleştirilebileceğine karar veren bir yasal düzenlemenin kaynağı kim? Bütün dünyada yaşanan kronik yoksulluğu bir kalemde ortadan kaldırabilecek devasa servetleri tekelleştiren kanunları kim yapıyor? Uluslar mı? Yoksa imtiyazlı sınıflar, iktidarları, yasama organının üyeleri ve siyasi partileri finanse eden devasa şirketler mi? Egemenlik özde kimin?

Birkaç yüzyıldır, “halkın kaderini kendisinin belirleme hakkı”ndan söz ediliyor. Bu ezberin ağızda sakız edildiği şu 300 yıllık zaman aralığında, halklar sürekli fakirleşirken, dünyada zenginle fakir arasında uçurum sürekli derinleşiyor. Şimdi, bu kaderlerini halklar mı belirledi? Gerçekten egemenlik milletlerin mi? Yoksa bu koskoca bir illüzyon mu? Millet meclisleri, yasama organları gerçekten milletin meclisleri mi?

Aslında, bu 300 yıllık zaman aralığında kesin olarak tecrübe ettik ki, bütün dünyada parlamenterler, sözde temsil ettikleri millet iradesini global şirketlere teslim ediyorlar. Burada kritik soru şudur: Yasa yapma hakkı verilen aciz insanı, vesayetin bin bir çeşidinin baskısından korumanın garantisi nedir?

Yasayı insan yapımı olmaktan çıkarmak! Onu, hiçbir lobinin ve hiçbir güç sahibinin üzerinde baskı kuramayacağı müteâl olan Yüce Allah’a özgü hale getirmektir. Ondan gelen vahiyden, vahyin işaret ettiği usul ve esaslarla hükümleri istinbat ederek kanunlaştırmaktır.

b-     Yürütme

Devlet organlarını idare eden ve icranın başı olarak halife, bey‘at akdi ile seçilir. İktidarın bu kurucu sözleşmesi, sözleşmenin her iki tarafına da birtakım görevler vermektedir. Şer‘î hukuku uygulama görevini yöneticiye verirken, bu şart ve koşulla itaat görevini yönetilenlere vermektedir.

Hilâfet, “Dîni koruma ve dünyayı dinle idare etme hususunda nübüvvetin yerine konulmuş” bir kurum olarak tanımlanmıştır. Bu tanımda, İslâm hukukçuları ve fakihler ilginç bir noktaya vurgu yapmış oluyorlar: İktidara, “dîni koruma” ve “dünyayı dinle siyaset etme” görevlerini yüklüyorlar. Meşruiyetini koruyabilmesi, dîni koruması ve uygulamasına bağlı olan bir organın hukuku uygulamaması düşünülebilir mi?

c-      Yargı

Yargı görevi, bireyler arasındaki anlaşmazlıkları bağlayıcı şekilde çözüme kavuşturmaktır. Yargı, bu görevini yürütme organından bağımsız olarak, mezhep ve fıkhî ekollerin geliştirdiği hüküm ve içtihatlarla gerçekleştirmektedir. Bununla birlikte, “İçtihat içtihadı nakzetmez” kaidesince bir kadının verdiği kararı bir başka otorite bozamaz. Keza, İslâm yargı sisteminde derece mahkemeleri de yoktur. Bu kaide ve prensipler, hukukun ve mahkeme kararlarının uygulanmasını sağlayan önemli ilkelerdendir.

Burada, yürütme görevini deruhte eden devlet başkanı ve halifenin uygulamalarında hukuk çizgisinde kalmasını sağlayan ve icraatlarını denetleyici şekilde özel bir yargı sistemi geliştirilmiştir. İslâm hukukçularının “Yüce Divan” veya “Mezâlim Mahkemesi” şeklinde adlandırdıkları bu kurum, makalenin sonunda özel bir başlık altında incelenecektir.

Konuyla ilgili son olarak altını çizmemiz gereken husus şudur: Batılı seküler devlet modelinde olduğu gibi yasa, iktidar merkezli üretilmediğinden, İslâmî yönetimde yürütme ve yasama kuvvetleri doğallığında ayrılmış olmaktadır. Yasa, yürütmenin de uymak ve uygulamakla mükellef olduğu üstün bir iradeden kaynaklanmaktadır. Devlet başkanı müçtehitse kendi içtihatlarıyla, değilse müçtehitlerin içtihatlarından benimseyerek kanunlaştırdığı yasayı ihlal etme durumunda, Mezâlim Mahkemesi nezdinde hakkında dava açılır. Halifenin dokunulmazlığı yoktur, yargılanmasının önünde hiçbir engel bulunmamaktadır.

  1. Hukukun Uygulanmasını Sağlayacak Kurumlar

İslâm hukuku, yukarıda izah edilen teorik ilkelerle yetinmemiş, uygulamayı sağlayacak pratik kurumlar da geliştirmiştir.

a-     Toplum ve Sivil İnisiyatifler

İslâm siyaset tasavvurunda, siyasi otorite ümmete ait bir mülkiyettir. Ümmet, sahibi olduğu otoriteyi bey‘at sözleşmesi ile halifeye devreder. Hilâfet, ümmete vekâleten yürütülen bir görevdir. Bu durum, ümmete, kendisine ait olan otoriteyi denetleme hakkı ve sorumluluğu da vermektedir.

Bununla birlikte, münkeri def etmek ve marufu emretmek her Müslümanın görevidir. Hatta, İslâm denetleme meselesini çok daha ileri bir aşamaya taşıyarak, sultana hak sözü söylemeye cihaddan da faziletli bir paye vermiştir. Böyle bir davranış sebebiyle öldürülen kimseyi şehit olarak taltif etmektedir: [سَيِّدُ الشُّهَدَاءِ حَمْزَةُ بْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ، وَرَجُلٌ قَامَ إِلَى إِمَامٍ جَائِرٍ فَأَمَرَهُ وَنَهَاهُ فَقَتَلَهُ“Şehitlerin efendisi, Hamza b. Abdulmuttalip’tir ve zalim bir devlet başkanına marufu emreden, münkerden nehyeden ve bundan dolayı öldürülen kimsedir.”[2]

Bütün bu naslar, her bir Müslümanın iktidarı denetleme, şer‘î hükümlere aykırı icraat ve uygulamalarını muhasebe etme yükümlülüğü olduğunu ifade eder. Muhasebenin dinî bir yükümlülük olması, aynı zamanda onun hak olduğu anlamına gelir ve hiçbir iktidar, şâri‘in vermiş olduğu bu haktan toplumu men edemez. Toplum, bireysel veya kitlesel olarak muhasebe görevini meşru üslup ve yöntemlerle yerine getirebilir.

b-     Ümmet Meclisi ve Siyasi Partiler

Ümmet Meclisi, fıkıh kitaplarımızda devlet başkanını seçen ehlü’l-hâl ve’l-akd yani seçici kurul üyelerinden oluşan bir meclistir. Bunlar, halifeyi sadece seçmezler, aynı zamanda uygulamalarını denetlerler.

Seçici kurulun iktidarı denetleme mükellefiyetinin olduğuna dair delillerin en açığı, İkinci Akabe’de Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’i devlet başkanı olarak seçen ensar topluluğu ile arasında geçen diyalogda yer almaktadır. Ensar’ın “Sana ne üzerine bey‘at edelim?” şeklindeki sorusu üzerine Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem“… İyiliği emretmek, kötülükten nehyetmek ve Allah’ın dini ile ilgili hususlarda, hiçbir kınayanın kınamasına aldırmaksızın daima hakkı söylemek üzerine…” buyurmuştur. 

Böylece Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, kendi şahsında, devlet başkanını seçen ve seçecek olan topluluğa denetleme görevini vermiş oluyor. Bu anlamda bey‘at sadece seçmek, sonra her ne olursa olsun itaat edip boyun bükmek demek değil, seçtiğini denetlemektir.

İkinci Akabe Bey‘atı sırasında dikkatimizi çeken diğer bir husus da şudur:

Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ensar topluluğuna “İçinizden on iki nakîb/delege çıkartın!” buyurmuştur.

Bu buyruk, devlet başkanına bey‘at edecek delege ve seçici kurulu, meclisi –her ne ise– toplumun belirleyeceği manasına gelir. Yani halifeyi seçecek meclisi ümmet seçer. Bu meclis, o sebeple “ümmetin meclisi”dir. Bunlar atanmış kişiler olamaz. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in “İçinizden çıkarın...” yani “Siz çıkartın-seçin” ifadesinden bunu anlıyoruz. Böylece ümmet, kendi seçtiği vekilleri ile iktidarı denetler ve hukukun uygulanmasını sağlar.

Meclis, iktidarı denetleme görevini siyasi partiler aracılığıyla daha sistematik biçimde yapar. Âl-i İmrân Suresi 104. ayet-i kerimesinde Rabbimiz, [وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ] “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kötülükten meneden özel bir topluluk bulunsun.” şeklinde emretmektedir.

Bu ayet, iyiliği emretme ve kötülükten nehyetmeyi değil, bunları yapacak teşkilatı var etmeyi emrediyor. Ayette zikredilen [أُمَّةٌ] “ummetun” kelimesinin Arapçada nekre/belirsiz isim formunda gelmiş olması da, birden çok siyasî partinin olabileceğine delalet ediyor. İktidar gibi devlet kurumlarını kullanan bir aygıtın denetlenmesi, bu anlamda ona marufun emredilmesi ve kötülüklerden men edilmesi tek başına etkili olamayacağından, organize bir kitle gücünü gerektirir. “Bir vâcibi tamama erdiren şey de vâciptir” fıkıh kaidesi gereğince de iktidarın kötüye kullanımını önleyebilecek siyasî bir kitleyi var etmek vâcip olmaktadır.

c-      Yüksek Yargı-Yüce Divan-Mezalim Mahkemesi

İslâmî yönetimde hukukun uygulanması, toplumsal inisiyatifler, sivil toplum, meclis ve siyasi partilere ilaveten yüksek yargı denetimiyle de sağlanmaktadır.

İslâm Yargı Sistemi içinde, şahıs ve kamu davalarına bakan mahkemeler olduğu gibi, bir de idarecilerden kaynaklanan anlaşmazlıklar ve şikâyetlere bakan mahkemeler vardır. Devlet başkanı dâhil olmak üzere, merkezden taşraya devlet kurumlarında çalışanların hakkında herhangi bir ihmal veya suistimal sebebiyle açılan davalara “mezâlim mahkemesi” bakar. Tarihi süreç içerisinde, farklı İslâm devletlerinde “Divânu Mezâlim”“Divân-ı Humâyun”“Dâru’l-Adl” vb. şekillerde isimlendirilmiştir.

Şer‘î ahkâmın gereğini yerine getirmeme, adalet vasfını yitirme gibi durumlar, devlet başkanlığı görevinden azli gerektiren hususlardır. Bu durumlarda mezâlim mahkemesi gerekli tetkikleri yaptıktan sonra, suçun tespiti hâlinde devlet başkanını görevinden azleder.

İslâm tarihinde, şer‘î hukuku ihlal etme, kötü yönetim, idare ehliyetine sahip olmama veya ehliyeti kaybetme (liyakatsizlik) ya da sağlık sebeplerinden dolayı onlarca sultan görevinden azledilmiştir.

 

Sonuç olarak, İslâm hukukçuları bir anayasanın kapsadığı konuları fazlasıyla fıkıh kitaplarında, özellikle Ahkâmü’s-Sultâniyye tarzı eserlerde ve kelam kitaplarının imamet bahislerinde ortaya koymuşlardır. İslâm hukukçularının meseleleri ele alma biçimi kazuistik, yani karşılaşılan veya karşılaşılması muhtemel sorunları detaylı bir şekilde çözümleme biçiminde olmuştur. Devlet esas teşkilatı vb. bir anayasanın kapsamına girebilecek tüm konularda devasa hacimli eserler vermişlerdir. Kaldı ki ilk İslâm Devleti’nin kuruluşu ile birlikte Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ilan ettiği “Medine Vesikası”, devlet esas teşkilatını, bu devlete bağlı olan tarafları, yurdun savunma ve korunmasına ilişkin görev vb. sorumlulukları içeren bir anayasa niteliğindedir. Güncel sorunlara ilişkin içtihatlarla birlikte bu görüşlerin maddeler halinde tasnif edilerek bir anayasa tasarısı haline getirilmesi, anayasa tedvini ile ilgili teknik bir konudur. Önemli ve öncelikli olan, anayasaya ruhunu vermek, meşruiyet sorununu çözmektir.

Anayasalar, ruhunu, toplumun inancından, benimsediği normlardan alırlar; normlar hiyerarşisi... Bu teoriye göre hukuk normları, piramit şeklinde hiyerarşik bir yapıyı oluştururlar. Bu piramidin en altında, hukuku uygulayan organların idari tasarrufları ve mahkeme kararları; onların üstünde yönetmelik ve tüzükler; onların üstünde yasalar; yasaların üstünde de anayasa vardır. Bu hiyerarşi içinde her bir alt norm, meşruiyetini ve geçerliliğini bir üst normdan almaktadır.

Burada soru şudur: Piramidin tüm basamaklarındaki normlar meşruiyetini en üst norm olan anayasadan almaktadır; peki, anayasa meşruluğunu nereden almaktadır? Hans Kelsen’in teorisine göre anayasa, meşruiyetini devleti kuran kadronun (kurucu iktidarın) ideolojisinden alır. Aslında burada meşruiyet sorunu çözülmüş olmuyor.

Anayasanın dayandığı temel norm yine devletin kendisi (kurucu kadrosu) ise, o zaman devlet hukuk öncesi ve hatta hukuk dışı bir konu olmaktadır. Bu durumda, kurucu iktidarın herhangi bir başka kaynağa dayanmaksızın salt ele geçirdiği hükmetme yetkisiyle çıkardığı ilk ürün olan “anayasa”nın meşruiyet sorunu hâlâ çözülmüş görünmüyor.

Bu açıdan bakıldığında, seküler anayasanın meşruiyet problemi, aşılması mümkün olmayan kronik bir sorun olarak karşımızda duruyor. Zira kurucu kadro veya devletle hukuku eşitliyor. Öyleyse bu anlayışın, “Devlet benim!” diyerek devleti zatıyla eşitleyen Fransa Kralı XIV. Louis’in (1638–1715) monarşizm anlayışından ne farkı var?

Meşruiyet, bir kural veya yasanın kendisinin üstünde bir norma uygunluğunu ifade eder. Hukukilik ise, devletin yetkili organları tarafından konulmuş olan kanuna uygunluğu ifade eder. Şayet her hukuki olan meşru kabul edilecekse, o zaman emirlerinin kanun şeklini aldığı diktatörlüklerin de meşru kabul edilmesi gerekir.

Burada, seküler devletin meşruiyetini kendi yapımı olan yasalarla temellendirdiği totolojik bir durumla karşılaşıyoruz. Ayrıca, yasalar hatta yasaların dayandığı anayasalar bile değiştirilebilir olduğundan, pozitif hukukun meşruiyetinin değişken olmayan üst bir anlamlandırmadan yoksun olduğu da açığa çıkmaktadır. Bu meşruiyet sorunu, üst bir normla –ki o, toplumun benimsediği İslâm akidesidir– giderilinceye kadar devam edecektir.

 

 

 



[1] Yusuf Suresi 40

[2] Tirmizî, Sünen


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz