Toplum, aralarında daimî ilişkiler bulunan
kişilerin birlikteliğidir. Bu kişilerin birbirleriyle veya devletle olan
ilişkilerini düzenleyen kurallar bütününe hukuk denir. Toplumların huzurlu bir
şekilde varlıklarını sürdürebilmeleri, adil bir hukuk sistemiyle mümkündür;
ideal toplumsal yaşam, ideal hukuk sistemine muhtaçtır. Müslümanlar açısından
ideal hukuk sistemi, eksik ve sınırlı bir varlık olan; sürekli gelişime muhtaç,
dolayısıyla değişime maruz kalan aciz insan aklının ürünü değil, mutlak güç,
bilgi ve hikmet sahibi Allah Subhanehu ve Teâlâ tarafından
gönderilen İslâm’a dayanmaktadır.
Bununla birlikte, bir hukuk ne kadar ideal olursa
olsun, kendi sistemi içinde uygulanmasını güvence altına alacak mekanizmalara
sahip değilse, o hukukla amaçlanan sonuçlara ulaşılamaz. Bu sebeple İslâm
hukukçuları, toplumsal ilişkileri düzenleyen kuralları (muâmelat)
istinbat etmekle birlikte, bu kuralların nasıl uygulanacağını; hukuku
uygulamakla yükümlü devleti ve organlarını, bu organların yetki ve
fonksiyonlarını da belirlemişlerdir.
Batı’da, laik ulus-devlet
modelinin siyasi sahneye çıkış
süreçlerine eşlik eden bir zaman diliminde, siyasi düşünürler hukukun
uygulanmasını temin edeceği düşüncesiyle kuvvetler ayrılığı, anayasacılık ve normlar
hiyerarşisi gibi teoriler geliştirdiler. Bunların pratikte işe yarayıp
yaramadığı ayrı bir makalenin konusu olmakla birlikte, benzer teorilerin, ilke
veya kurumların İslâm siyasal sisteminde mevcut olup olmadığı
sorusu, çağımızda cevabı aranan önemli bir sorudur.
Öncelikle şunu ifade etmeliyiz ki, İslâm’a göre
devletin kendisi hukukun gereği olarak var olmuş bir kurumdur, yani hukukun
ürünüdür. Dînî hükümler içinde ancak bir kamu otoritesince uygulanabilecek
türden hükümlerin bulunması, devleti zorunlu kılmaktadır. Tam da bu sebeple,
İslâm’ın kendi sistemi içinde, hukukun uygulanmasını güvence altına alacak ilke
ve kurumları beyan etmemiş olması düşünülemez. Önce ilkelerden başlayalım.
- Devlet Organları ve Fonksiyonları ile İlgili İlkeler
Batılı siyaset teorisine göre; hukukun uygulanması,
devletin fonksiyonlarını icra edebilmesi için kuvvetlerin ayrı olması gerekir.
Yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin birbirinden ayrı kişi ve organların
elinde olması denge-denetimi sağlar.
a- Yasama
İslâm siyasi düşüncesinde, esasen yasama insana
ait bir fonksiyon olmadığından, yürütmenin birlikte icra ettiği bir görev
değildir. Yasama insana ait bir görev değildir. İslâm’da egemenlik, Allah
haklarından bir haktır. [إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ] “Hüküm yalnızca Allah’a aittir.”[1]
Usul-u fıkhın en temel konusu, “Hâkim kimdir?”
sorusudur. İslâm nazarında mutlak Hâkim, Allah’tır. O’nun dışında, ister
yöneten isterse yönetilen olsun, herkes mahkûmdur. İsterse cihana hâkim olsun,
evvela Hâkimler Hâkimi karşısında kendisi mahkûmdur, yani O’nun hükümlerini icra
etmekle mükelleftir. Esasında insan zaten bunun için Allah’ın halifesidir.
İnsan, genel anlamda Allah’ın hükümlerini idrak edebilecek akılla donatılmış
olmasından dolayı halifedir. Devlet başkanı ise Allah’ın hükümlerini icra
edebilecek yürütme makamında bulunmasından dolayı halifedir.
İslâmî yönetimde egemenlik, şeriata ve şer‘î
ahkâma aittir. Ümmete ait olan bu şer‘î ahkâmı uygulayacak olan yürütme
otoritesidir. Ümmet, temsilcileri (ehlü’l-hâl ve’l-akd) aracılığıyla
devlet başkanını belirler. Yani İslâm tasavvurunda ümmet, yürütmenin
kaynağıdır; fakat yasamanın kaynağı şer‘î hükümlerdir. İslâmî bir yönetimde,
günümüz seküler yönetimlerinde olduğu şekliyle vahiyden bağımsız yasa yapan bir
yasama erki yoktur.
İslâmî yönetimin bu özelliği, yasanın sermayenin,
lobilerin veya herhangi bir imtiyazlı sınıfın çıkarları doğrultusunda yapılması
ihtimaline karşı toplumun çıkarlarını koruyan bir güvencedir. Büyük patlamadan
beri milyarlarca yıllık zaman içinde, yerin katmanları altında hiçbir insanın
emeği olmadan oluşmuş paha biçilmez madenlerin özelleştirilebileceğine karar
veren bir yasal düzenlemenin kaynağı kim? Bütün dünyada yaşanan kronik
yoksulluğu bir kalemde ortadan kaldırabilecek devasa servetleri tekelleştiren
kanunları kim yapıyor? Uluslar mı? Yoksa imtiyazlı sınıflar, iktidarları,
yasama organının üyeleri ve siyasi partileri finanse eden devasa şirketler mi?
Egemenlik özde kimin?
Birkaç yüzyıldır, “halkın kaderini kendisinin
belirleme hakkı”ndan söz ediliyor. Bu ezberin ağızda sakız edildiği şu 300 yıllık
zaman aralığında, halklar sürekli fakirleşirken, dünyada zenginle fakir
arasında uçurum sürekli derinleşiyor. Şimdi, bu kaderlerini halklar mı
belirledi? Gerçekten egemenlik milletlerin mi? Yoksa bu koskoca bir illüzyon
mu? Millet meclisleri, yasama organları gerçekten milletin meclisleri mi?
Aslında, bu 300 yıllık zaman aralığında kesin
olarak tecrübe ettik ki, bütün dünyada parlamenterler, sözde temsil ettikleri
millet iradesini global şirketlere teslim ediyorlar. Burada kritik soru şudur:
Yasa yapma hakkı verilen aciz insanı, vesayetin bin bir çeşidinin baskısından
korumanın garantisi nedir?
Yasayı insan yapımı olmaktan çıkarmak! Onu,
hiçbir lobinin ve hiçbir güç sahibinin üzerinde baskı kuramayacağı müteâl olan
Yüce Allah’a özgü hale getirmektir. Ondan gelen vahiyden, vahyin işaret ettiği
usul ve esaslarla hükümleri istinbat ederek kanunlaştırmaktır.
b- Yürütme
Devlet organlarını idare eden ve icranın başı
olarak halife, bey‘at akdi ile seçilir. İktidarın bu kurucu sözleşmesi,
sözleşmenin her iki tarafına da birtakım görevler vermektedir. Şer‘î hukuku
uygulama görevini yöneticiye verirken, bu şart ve koşulla itaat görevini
yönetilenlere vermektedir.
Hilâfet, “Dîni koruma ve dünyayı dinle idare etme
hususunda nübüvvetin yerine konulmuş” bir kurum olarak tanımlanmıştır. Bu
tanımda, İslâm hukukçuları ve fakihler ilginç bir noktaya vurgu yapmış oluyorlar:
İktidara, “dîni koruma” ve “dünyayı dinle siyaset etme” görevlerini
yüklüyorlar. Meşruiyetini koruyabilmesi, dîni koruması ve uygulamasına bağlı
olan bir organın hukuku uygulamaması düşünülebilir mi?
c- Yargı
Yargı görevi, bireyler arasındaki anlaşmazlıkları
bağlayıcı şekilde çözüme kavuşturmaktır. Yargı, bu görevini yürütme organından
bağımsız olarak, mezhep ve fıkhî ekollerin geliştirdiği hüküm ve içtihatlarla gerçekleştirmektedir.
Bununla birlikte, “İçtihat içtihadı nakzetmez” kaidesince bir
kadının verdiği kararı bir başka otorite bozamaz. Keza, İslâm yargı sisteminde
derece mahkemeleri de yoktur. Bu kaide ve prensipler, hukukun ve mahkeme
kararlarının uygulanmasını sağlayan önemli ilkelerdendir.
Burada, yürütme görevini deruhte eden devlet
başkanı ve halifenin uygulamalarında hukuk çizgisinde kalmasını sağlayan ve
icraatlarını denetleyici şekilde özel bir yargı sistemi geliştirilmiştir. İslâm
hukukçularının “Yüce Divan” veya “Mezâlim Mahkemesi” şeklinde
adlandırdıkları bu kurum, makalenin sonunda özel bir başlık altında
incelenecektir.
Konuyla ilgili son olarak altını çizmemiz gereken
husus şudur: Batılı seküler devlet modelinde olduğu gibi yasa, iktidar merkezli
üretilmediğinden, İslâmî yönetimde yürütme ve yasama kuvvetleri doğallığında
ayrılmış olmaktadır. Yasa, yürütmenin de uymak ve uygulamakla mükellef olduğu
üstün bir iradeden kaynaklanmaktadır. Devlet başkanı müçtehitse kendi
içtihatlarıyla, değilse müçtehitlerin içtihatlarından benimseyerek
kanunlaştırdığı yasayı ihlal etme durumunda, Mezâlim Mahkemesi nezdinde
hakkında dava açılır. Halifenin dokunulmazlığı yoktur, yargılanmasının önünde
hiçbir engel bulunmamaktadır.
- Hukukun Uygulanmasını Sağlayacak Kurumlar
İslâm hukuku, yukarıda izah edilen teorik
ilkelerle yetinmemiş, uygulamayı sağlayacak pratik kurumlar da geliştirmiştir.
a- Toplum ve Sivil İnisiyatifler
İslâm siyaset tasavvurunda, siyasi otorite ümmete
ait bir mülkiyettir. Ümmet, sahibi olduğu otoriteyi bey‘at sözleşmesi ile
halifeye devreder. Hilâfet, ümmete vekâleten yürütülen bir görevdir. Bu durum,
ümmete, kendisine ait olan otoriteyi denetleme hakkı ve sorumluluğu da
vermektedir.
Bununla birlikte, münkeri def etmek ve marufu
emretmek her Müslümanın görevidir. Hatta, İslâm denetleme meselesini çok daha
ileri bir aşamaya taşıyarak, sultana hak sözü söylemeye cihaddan da faziletli
bir paye vermiştir. Böyle bir davranış sebebiyle öldürülen kimseyi şehit olarak
taltif etmektedir: [سَيِّدُ الشُّهَدَاءِ حَمْزَةُ بْنُ عَبْدِ الْمُطَّلِبِ، وَرَجُلٌ قَامَ إِلَى إِمَامٍ جَائِرٍ فَأَمَرَهُ وَنَهَاهُ فَقَتَلَهُ] “Şehitlerin efendisi, Hamza b. Abdulmuttalip’tir ve zalim bir
devlet başkanına marufu emreden, münkerden nehyeden ve bundan dolayı öldürülen
kimsedir.”[2]
Bütün bu naslar, her bir Müslümanın iktidarı
denetleme, şer‘î hükümlere aykırı icraat ve uygulamalarını muhasebe etme
yükümlülüğü olduğunu ifade eder. Muhasebenin dinî bir yükümlülük olması, aynı
zamanda onun hak olduğu anlamına gelir ve hiçbir iktidar, şâri‘in vermiş olduğu
bu haktan toplumu men edemez. Toplum, bireysel veya kitlesel olarak muhasebe
görevini meşru üslup ve yöntemlerle yerine getirebilir.
b- Ümmet Meclisi ve Siyasi Partiler
Ümmet Meclisi, fıkıh kitaplarımızda devlet
başkanını seçen ehlü’l-hâl ve’l-akd yani seçici kurul
üyelerinden oluşan bir meclistir. Bunlar, halifeyi sadece seçmezler, aynı
zamanda uygulamalarını denetlerler.
Seçici kurulun iktidarı denetleme
mükellefiyetinin olduğuna dair delillerin en açığı, İkinci Akabe’de Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’i devlet başkanı olarak seçen ensar topluluğu ile arasında
geçen diyalogda yer almaktadır. Ensar’ın “Sana ne üzerine
bey‘at edelim?” şeklindeki sorusu üzerine
Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem, “… İyiliği emretmek,
kötülükten nehyetmek ve Allah’ın dini ile ilgili hususlarda, hiçbir kınayanın
kınamasına aldırmaksızın daima hakkı söylemek üzerine…” buyurmuştur.
Böylece Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve
Sellem, kendi şahsında, devlet başkanını seçen ve seçecek olan topluluğa
denetleme görevini vermiş oluyor. Bu anlamda bey‘at sadece seçmek, sonra her ne
olursa olsun itaat edip boyun bükmek demek değil, seçtiğini denetlemektir.
İkinci Akabe Bey‘atı sırasında dikkatimizi çeken
diğer bir husus da şudur:
Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem ensar
topluluğuna “İçinizden on iki nakîb/delege çıkartın!” buyurmuştur.
Bu buyruk, devlet başkanına bey‘at edecek delege
ve seçici kurulu, meclisi –her ne ise– toplumun belirleyeceği manasına gelir.
Yani halifeyi seçecek meclisi ümmet seçer. Bu meclis, o sebeple “ümmetin meclisi”dir.
Bunlar atanmış kişiler olamaz. Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in “İçinizden
çıkarın...” yani “Siz çıkartın-seçin” ifadesinden
bunu anlıyoruz. Böylece ümmet, kendi seçtiği vekilleri ile iktidarı denetler ve
hukukun uygulanmasını sağlar.
Meclis, iktidarı denetleme görevini siyasi
partiler aracılığıyla daha sistematik biçimde yapar. Âl-i İmrân Suresi 104.
ayet-i kerimesinde Rabbimiz, [وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ أُمَّةٌ يَدْعُونَ إِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَأُولَٰئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ] “İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip
kötülükten meneden özel bir topluluk bulunsun.” şeklinde emretmektedir.
Bu ayet, iyiliği emretme ve kötülükten nehyetmeyi
değil, bunları yapacak teşkilatı var etmeyi emrediyor. Ayette zikredilen [أُمَّةٌ] “ummetun” kelimesinin Arapçada nekre/belirsiz isim formunda
gelmiş olması da, birden çok siyasî partinin olabileceğine delalet ediyor.
İktidar gibi devlet kurumlarını kullanan bir aygıtın denetlenmesi, bu anlamda
ona marufun emredilmesi ve kötülüklerden men edilmesi tek başına etkili
olamayacağından, organize bir kitle gücünü gerektirir. “Bir vâcibi
tamama erdiren şey de vâciptir” fıkıh kaidesi gereğince de iktidarın
kötüye kullanımını önleyebilecek siyasî bir kitleyi var etmek vâcip olmaktadır.
c- Yüksek Yargı-Yüce Divan-Mezalim Mahkemesi
İslâmî yönetimde hukukun uygulanması, toplumsal
inisiyatifler, sivil toplum, meclis ve siyasi partilere ilaveten yüksek yargı denetimiyle
de sağlanmaktadır.
İslâm Yargı Sistemi içinde, şahıs ve kamu
davalarına bakan mahkemeler olduğu gibi, bir de idarecilerden kaynaklanan
anlaşmazlıklar ve şikâyetlere bakan mahkemeler vardır. Devlet başkanı dâhil
olmak üzere, merkezden taşraya devlet kurumlarında çalışanların hakkında
herhangi bir ihmal veya suistimal sebebiyle açılan davalara “mezâlim
mahkemesi” bakar. Tarihi süreç içerisinde, farklı İslâm
devletlerinde “Divânu Mezâlim”, “Divân-ı Humâyun”, “Dâru’l-Adl” vb.
şekillerde isimlendirilmiştir.
Şer‘î ahkâmın gereğini yerine getirmeme, adalet
vasfını yitirme gibi durumlar, devlet başkanlığı görevinden azli gerektiren
hususlardır. Bu durumlarda mezâlim mahkemesi gerekli tetkikleri yaptıktan
sonra, suçun tespiti hâlinde devlet başkanını görevinden azleder.
İslâm tarihinde, şer‘î hukuku ihlal etme, kötü
yönetim, idare ehliyetine sahip olmama veya ehliyeti kaybetme (liyakatsizlik)
ya da sağlık sebeplerinden dolayı onlarca sultan görevinden azledilmiştir.
Sonuç olarak, İslâm hukukçuları bir anayasanın kapsadığı konuları
fazlasıyla fıkıh kitaplarında, özellikle Ahkâmü’s-Sultâniyye tarzı eserlerde ve kelam
kitaplarının imamet bahislerinde ortaya koymuşlardır. İslâm hukukçularının
meseleleri ele alma biçimi kazuistik, yani karşılaşılan veya karşılaşılması
muhtemel sorunları detaylı bir şekilde çözümleme biçiminde olmuştur. Devlet
esas teşkilatı vb. bir anayasanın kapsamına girebilecek tüm konularda devasa
hacimli eserler vermişlerdir. Kaldı ki ilk İslâm Devleti’nin kuruluşu ile
birlikte Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in ilan ettiği “Medine
Vesikası”, devlet esas teşkilatını, bu devlete bağlı olan tarafları, yurdun
savunma ve korunmasına ilişkin görev vb. sorumlulukları içeren bir anayasa
niteliğindedir. Güncel sorunlara ilişkin içtihatlarla birlikte bu görüşlerin
maddeler halinde tasnif edilerek bir anayasa tasarısı haline getirilmesi,
anayasa tedvini ile ilgili teknik bir konudur. Önemli ve öncelikli olan,
anayasaya ruhunu vermek, meşruiyet sorununu çözmektir.
Anayasalar, ruhunu, toplumun inancından,
benimsediği normlardan alırlar; normlar hiyerarşisi... Bu teoriye göre hukuk normları, piramit
şeklinde hiyerarşik bir yapıyı oluştururlar. Bu piramidin en altında, hukuku
uygulayan organların idari tasarrufları ve mahkeme kararları; onların üstünde
yönetmelik ve tüzükler; onların üstünde yasalar; yasaların üstünde de anayasa
vardır. Bu hiyerarşi içinde her bir alt norm, meşruiyetini ve geçerliliğini bir
üst normdan almaktadır.
Burada soru şudur: Piramidin tüm basamaklarındaki
normlar meşruiyetini en üst norm olan anayasadan almaktadır; peki, anayasa
meşruluğunu nereden almaktadır? Hans Kelsen’in teorisine göre anayasa,
meşruiyetini devleti kuran kadronun (kurucu iktidarın) ideolojisinden alır.
Aslında burada meşruiyet sorunu çözülmüş olmuyor.
Anayasanın dayandığı temel norm yine devletin
kendisi (kurucu kadrosu) ise, o zaman devlet hukuk öncesi ve hatta hukuk dışı
bir konu olmaktadır. Bu durumda, kurucu iktidarın herhangi bir başka kaynağa
dayanmaksızın salt ele geçirdiği hükmetme yetkisiyle çıkardığı ilk ürün olan
“anayasa”nın meşruiyet sorunu hâlâ çözülmüş görünmüyor.
Bu açıdan bakıldığında, seküler anayasanın
meşruiyet problemi, aşılması mümkün olmayan kronik bir sorun olarak karşımızda
duruyor. Zira kurucu kadro veya devletle hukuku eşitliyor. Öyleyse bu
anlayışın, “Devlet benim!” diyerek devleti zatıyla eşitleyen Fransa Kralı XIV. Louis’in
(1638–1715) monarşizm anlayışından ne farkı var?
Meşruiyet, bir kural veya yasanın kendisinin
üstünde bir norma uygunluğunu ifade eder. Hukukilik ise, devletin yetkili
organları tarafından konulmuş olan kanuna uygunluğu ifade eder. Şayet her
hukuki olan meşru kabul edilecekse, o zaman emirlerinin kanun şeklini aldığı
diktatörlüklerin de meşru kabul edilmesi gerekir.
Burada, seküler devletin meşruiyetini kendi
yapımı olan yasalarla temellendirdiği totolojik bir durumla karşılaşıyoruz.
Ayrıca, yasalar hatta yasaların dayandığı anayasalar bile değiştirilebilir
olduğundan, pozitif hukukun meşruiyetinin değişken olmayan üst bir
anlamlandırmadan yoksun olduğu da açığa çıkmaktadır. Bu meşruiyet sorunu, üst
bir normla –ki o, toplumun benimsediği İslâm akidesidir– giderilinceye kadar
devam edecektir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış