Bu makalenin başlığı iki soruyu içeriyor. İlki,
modern devlet kalıpları içinde bir İslâm devleti mümkün mü? İkincisi, modern
çağda bir İslâm devleti mümkün mü?
Modern devlet kalıpları içinde bir İslam
devletinin mümkün olmadığı geride bıraktığımız yüzyıl boyunca İslami dünyada
birden çok örnekle deneyimlenmiş oldu. Ancak soru modern çağda bir İslam
devletinin mümkün olmadığı iddiasını içeriyorsa tabi ki mümkündür. Herhangi bir
aksi iddia, insanlığın sonunu kapitalizmle eşitleyen Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezinin farklı
versiyonunun entelektüel dünyaya armağan edildiği bir durumla karşı karşıya
olduğumuz anlamında gelir.
Soğuk Savaş sonrasında tek kutuplu dünyayı tasarlayanlar
Fukuyama’nın tezine can simidi gibi sarılmışlardı. Ancak adına yeni dünya dense
de bu bildiğimiz eski dünyaydı ve bu dünya düzeni küreselleşmeyle birlikte
insanlığa, hassaten Müslüman dünyaya daha fazla işgal, kan, kaynakların
sömürülmesi, gelir dağılımı adaletsizliği, güvensizlik hasılı düzensizlikten
başka bir şey getirmedi. Böyle bir vasatta, yeni bir düzen arayışı Müslüman
dünyada tek seçenek olarak belirginleşti. Bu, modern dünya açısından tarihinde
görülmemiş bir “kırılma noktası”nı ifade ediyor. Tam da böylesi bir kırılma
anında, bir İslam Devleti’nin mümkün olmadığı tezine sıkı sıkıya sarılıyor ve Müslüman
entelektüellere ve İslami hareketlere, modern devlet ve devletlerarası düzene
İslam’dan en fazla ahlakilik aşılamaları öneriliyor.
Bu öz(et)ten sonra konuya biraz daha yakından
bakalım.
İmkânsız Devlet kitabı bundan on yıl önce yayınlandığında, entelektüel ve akademik
çevrelerde müzakereye konu oldu, kitabın iddiaları önemli tartışmalara neden
oldu. Yazar Wael Hallaq, kitabında modern
ulus-devletin kendine özgü tarihsel bir deneyim sonucu ortaya çıktığını ve
egemenlik niteliği, yasama ve güç kullanımını tekelleştirmesi, bürokratik
mekaniği ve kültürel hegemonya kurma gücü gibi özellikleri sebebiyle İslâmî
yönetimle çeliştiğini ifade etmektedir.
Modernite ile birlikte “olgu” ve “değer”, “olan”
ve “olması gereken” arasındaki ayrışma, modern devlette hukuk ve ahlâk arasında
bir kopuşa neden olmuştur. Modern hukuk, ahlâktan (iyi-kötünün ilâhî
belirleniminden) bağımsızlaşmıştır. Oysa İslâmî yönetimde hukuk ve ahlâk
ayrılmaz bir bütündür. Hukuk daima bekasını ve çıkarlarını önceleyen devletin
tekelinde değil, şeriata bağlı olmak kaydıyla devletten bağımsız fakihler
tarafından geliştirilmiştir.
Modern devletin egemenlik metafiziği ve kendi
icadı olan yasalara dayanıyor olması, üst bir anlamlandırmadan yoksun olduğu,
dolayısıyla meşruiyet krizi ile malûl bir yapı olduğu anlamına gelmektedir. “Kuvvetler
ayrılığı” gibi teorilerle bu kriz aşılmaya çalışılsa da pratikte bunun
gerçekliği yoktur. Oysa İslâmî yönetimde egemenlik ve hâkimiyet Allah’a aittir
ve yasama O’nun şeriatına dayanır. Bu da devlete üst bir referans noktası
sağlar. Modern devlet kendi meşruiyetini var ederken, İslâmî yönetim zaten var
olan bir meşruiyet kaynağına sahiptir.
Bu ve benzeri yapısal uyuşmazlıklar sebebiyle
modern devlet sistemi içinde bir İslâm devletinin mümkün olmadığı açıktır.
Ancak bunu modern çağda bir İslâm Devleti’nin mümkün olmadığı noktasına
taşımak, gerçekte imkânsız olan budur.
Devlet ya da siyasi otorite, herhangi bir
toplumun benimsediği düşünce, kanaat ve değerler toplamının uygulama aygıtıdır.
Orta Çağ’da skolastik düşüncenin hâkimiyeti altında
toplum, doğrudan kilisenin iktidarını ya da meşruiyetini kiliseden alan,
papanın taç giydirdiği kralın iktidarını (teokratik devlet) var etmişken,
sözleşmeci teorilerin hâkim paradigma olmasıyla modern devlet ortaya çıkmıştır.
Dolayısıyla her dönem, içinde doğduğu toplumun hâkim kanaatleri doğrultusunda
bir yönetim biçimi üretmiştir.
İster geleneksel ister modern olsun, tüm siyasal
sistemleri var eden ve meşruiyet zeminini tahkim eden, dönemlerinin hâkim
paradigmalarıdır. Aslında her bir fikir ve paradigma, içinde doğduğu toplumun
bakış açısını ve ilişki biçimlerini baştan aşağı değiştirirken yeni bir
meşruiyet anlayışı belirler ve kendi doğasına uygun devlet şeklini ve yönetim
biçimini var eder. Bu nedenle toplumlara hâkim olan fikirler, kanaatler ve
değerler neyse, ona uygun bir devlet veya yönetim biçimi ortaya çıkar.
Son tahlilde modern devlet, modernitenin; kendine
özgü tarihi koşulları içinde, Avrupa toplumunun benimsediği
fikirler, kanaatler ve mefhumların ürünüdür. Tam da burada şu soruyu
sormalıyız: Skolastik dönemde ve feodalizmin Avrupa’yı bütünüyle kapladığı Orta
Çağ’da modern devlet mümkün müydü? İnsanlık tarihindeki bu değişim fenomeninden
modern devleti istisna etmek, değişim çizgisini dondurmak; Fukuyama’nın tarihi
liberalizmle sonlandırmasına ne kadar da benziyor!
Belki bu noktada “bu çağda” bir İslâm Devleti’ni-imkânsız
değil ama- zor hale getiren hususlardan söz edilebilir. Bunlardan en önemlisi,
modern devletin kendisine daima meşruiyet payesi verecek bir vatandaş türetme
becerisidir. Yaygın ve örgün eğitim kurumları, akademiler, konvansiyonel ve
sosyal medya araçları, yarı resmî hâle gelmiş sivil toplum kuruluşları devlete,
istediği profilde vatandaş icat etme imkânı vermektedir. Bu, tarihin hiçbir
döneminde görülmemiş şekilde modern devlete, kendi varlığını besleyecek biçimde
toplum üzerinde kültürel bir hegemonya kurma avantajı sunmaktadır; doğru.
İslâmî Devleti -imkânsız değil ama- zorlu hâle
getiren bir başka husus da modern devletin milliyetçi karakteridir. Modern
devlet ile ulus kimliği adeta yapışık ikizdir. Sömürgeci Avrupa’nın ümmeti
parçalamak üzere oluşturduğu sınırlar, parçalanmaz bir ulus kimliği inşası için
kullanılmıştır. Ancak bu zorluğun da -İslâm dünyası açısından- aşılması
imkânsız olduğu söylenemez. Hâlihazırda ulus devletlerin vatandaşları olarak
yaşayan Müslümanların ümmet olma bilinçlerinden tamamen sıyrıldıkları
söylenebilir mi? Yani ulus devlet bunu tam olarak başarabilmiş midir? Hac, mevcut hâliyle bile ümmet bilincini besleyici
en güçlü pratiklerden biridir.
Sadece Gazze hadiselerinde gördüğümüz “o an” bile modern ulus devletin ümmet bilincini
yok edemediğini anlamak için yeterlidir. “O an” derken, Gazze ile Mısır sınırını bölen beton duvarda ekmek sığacak kadar
delik açan Mısırlı Müslümanların Gazze’deki kardeşlerinin açlığına, susuzluğuna
çare olmaya çalıştıkları görseli kastediyorum. Birbirlerine olan düşkünlüğü
Müslümanlara beton duvarları deldirmiştir. Bu Soğuk Savaşın bitimini imgeleyen
Berlin duvarının yıkılmasına denk bir hadisedir. Amma bu hadise azametine
rağmen ulusal sınırların ümmet nezdinde çok uzun süre kalıcı olamayacağına
işaret için referans değeri taşımamaktadır.
Belki de bu, Hallaq’ın ifadesiyle, Batılı modern
devletlerin belirlediği jeopolitiğin kalıcılığına dair, yine modern devletin
bilinci güdümleyen “benlik teknolojileri”nin kurbanı olmakla açıklanabilir.
Belki de kendisinin de tespitiyle, hukuku ahlaktan ayıran modern devletin
kültürel hegemonik aygıtlarından biri olan akademi, insanları İslâm ümmetinin
geleceğine dair öngörüde bulunurken az da olsa ahlaki bir donanıma sahip olma
gereği hissetmemeye itmektedir.
Hallaq’a göre, İslâmî bir yönetim var olsa bile
küreselleşen dünyada çeşitli zorluklarla karşılaşacak ve küresel kültürel
yayılmacılıkla mücadele etmek zorunda kalacaktır. Ancak dünyadaki güç dengesi
Batı lehine olduğu için, mevcut devletler sisteminin baskısı altında kalacak ve
bu meydan okumalar karşısında muhtemelen ya gerileyecek ya da tamamen
yıkılacaktır.
Bu sebeple Hallaq, İslâm Devleti’nin varlığına
dair üç ihtimalden söz etmektedir. Bunlar; küreselleşmenin mutlak zaferi, ikisi
arasında süregelen bir gerilim ya da iş birliği diyalektiğidir. İşte Hallaq’ın
ulaşmak istediği nihai nokta burasıdır.
Aslında Wael Hallaq, modern devletin kriz ve
açmazlarının farkındadır. Dahası, Batılı entelektüellerin de bu açmazları aşma
kapasitesine sahip olmadığının bilincindedir. Bu nedenle, iğne ucu kadar bile
yer bırakmaksızın her yeri kaplamış olan devletlerarası düzende, İslâmî
yönetimin de imkânsız olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Çünkü ona göre Batı,
çok güçlü bir küresel hegemonik güçtür.
Hallaq’a göre, bu durumu aşmak imkânsız
olduğundan, seküler devlete ve uluslararası düzene -onda bulunmayan ancak
İslâm’da olan- ahlakiliği aşılamak gerekmektedir. Bu sebeple kitabının sonunda
çözüm olarak, Müslüman entelektüellere Batılı entelektüellerle etkileşime girme
teklifinde bulunmaktadır. Böylece Batılı entelijansiyanın aşamadığı açmazların,
Müslüman entelektüellerin katkılarıyla aşılabileceğini ummaktadır. Fe suphanallah!
[لَا يَسْتَوِي ٱلْخَبِيثُ
وَٱلطَّيِّبُ وَلَوْ أَعْجَبَكَ كَثْرَةُ ٱلْخَبِيثِۚ] “Murdar olanın
çokluğu senin hoşuna gitse de (hegemonik gücü seni büyülemiş olsa da) pis
olanla temiz olanın (küfürle iman, kapitalizmle İslâm’ın) bir olması (bir araya
gelmesi asla) mümkün değildir.”[1]
Hallaq, Amerika’yı yeniden keşfetmemizi istiyor. Biraz da modern devletin krizini
aşamayan Batılı entelektüellerin, İslâm’da olan ahlakiliği keşfetmelerini
amaçlıyor. Kendisinden önce birçok Oryantalistin yapamadığını, zekice
bir üslupla yapmaya çalışıyor. Musa Aleyhi’s-Selam’ın diliyle sormak istiyoruz:
[أَتَسْتَبْدِلُونَ ٱلَّذِى
هُوَ أَدْنَىٰ بِٱلَّذِى هُوَ خَيْرٌۚ] “İyiyi kötü olanla mı değiştirmek
istiyorsunuz?”[2]
Devletlerarası düzen ve ona liderlik eden Amerika, küresel hegemonik
gücünü tamamen İslâm coğrafyasındaki ekonomik kaynakları sömürmesine, boğazları
ve stratejik geçit noktalarını kullanabilmesine, onlarca bölgede askerî üsler
konuşlandırabilmesine borçludur. Gerçekte Amerika’yı bugün dünyanın birinci
devleti yapan şey, kendi öz kaynakları ve imkânları değil. Dolayısıyla ona bu
imkânları veren bağımlı rejimler yıkıldığında, o da yıkılacaktır. Onu ayakta
tutan, İslâm dünyasındaki koltuk değnekleridir. Bu
koltuk değnekleri olmasa, Amerika ölü bir imparatorluk!
Bunu birçok Batılı siyaset bilimci söylüyor.
Hatta bunlardan biri olan Patrick Buchanan, bu meselenin kitabını
yazmıştır: Batı’nın Ölümü (Death
of the West). 2000 yılında Amerikan
başkanlık seçiminde Reform Partisi’nden başkan adayı olan Patrick
Buchanan, 23 Haziran 2006 tarihinde ilginç bir makale kaleme almıştır: “Vakti
Gelen Fikir!” Bu makalede Buchanan, Fas’tan Endonezya’ya kadar uzanan geniş coğrafyada İslâm’la
yönetme fikrinin Müslümanlar arasında hızla yayılmakta olduğunu belirtmekte ve
İslâm’ı, “dünyayı yönetme vakti gelmiş bir fikir” olarak tanımlamaktadır.
Ayrıca “vakti gelmiş hiçbir fikrin karşısında dünyanın en güçlü ordularının bile
duramayacağını” ifade etmektedir.
Noah Feldman, İslâm Devleti’nin Yıkılışı ve Yükselişi
adlı kitabında “Endonezya’dan Fas’a kadar İslâm coğrafyalarında yaşanan
trend, bu ülkelerin çoğunda İslâm şeriatının kanunların kaynağı olması
gerektiğini savunuyor.” demektedir.
İslâm’ın merkezî coğrafyasında son on yılda
yaşanan hareketlilik, bu trendi doğrulamaktadır. Bu trend, tsunami gibi
yükseldi ve Amerika’nın partnerlerini ve devletlerarası düzenin bölgedeki
otuz-kırk yıllık aktörlerini devirdi. Evet, Tunus’tan Suriye’ye kadar gerçekleşen bu devrim girişimlerini
Amerika, bölgedeki aktörleriyle birlikte manipüle etmeyi ve uluslararası
sisteme entegre etmeyi şimdilik başardı. Ancak bu hareketliliğe neden olan
kronik sorunların hiçbiri çözülmedi; sadece halının altına süpürüldü.
Bunun en büyük kanıtı, devrimleri çalınan ülkeler
birbirleriyle hızla normalleşme adımları attıkları sırada ansızın patlak veren “Aksa Tufanı”dır.
Tufanın büyüğü, bu ümmet iradesine denk bir irade
-İslâm Devleti- siyasi sahneye çıktığında görülecektir. İşte o zaman, küresel
hegemonik güç olarak adlandırılan yapının aslında kartondan bir kaplan
olduğu anlaşılacak ve bir balon gibi sönecektir…
İşte o zaman Levant patlayacak; İslâm
Devleti, hinterlandına Fas’tan Endonezya’ya kadar geri dönecektir…
Bakın, CIA’nin eski başkanı
Michael Hayden ne diyor:
“1916'da Sykes-Picot Antlaşması’yla sınırları çizilen bir tek devletin
ortadan kalkması, I. Dünya Savaşı’ndan sonra çizilen bütün yapay sınırların
ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bu durumda, medeniyetlerin kesişme
noktasında (Ortadoğu’da) yönetilmeyen bir alan ortaya çıkacaktır… Bunun ise
kelimenin tam anlamıyla Levant’ın patlaması anlamına geleceği; Lübnan, Ürdün ve
Irak’taki yüzyıllık düzenin kaosa sürükleneceği kaçınılmazdır.”[3]
İslâm coğrafyasındaki devletlerden birinde
gerçekten bir İslâm Devleti’nin kurulma ihtimalinin bile, Batılı düzen
için nasıl bir tehdit olarak görüldüğüne dikkat edin! CIA’nın Eski Başkanı Hayden, bu ihtimalin bile yüzyıllık düzeni
sarsacağını ve küresel dengeleri değiştirebileceğini söylüyor.
Bu yazının başlığına tekrar dönelim: Modern çağda bir İslâm Devleti mümkün mü?
Elbette mümkündür; Rasul SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in devlet kurmada izlediği metoda bağlı kalarak… Allah Rasulü
SallAllahu Aleyhi ve Sellem, miladi 7. yüzyılda her biri devlet
konumunda olan Arap kabilelerini tek tek İslâm’ı himaye etmeye davet ediyordu.
Bu kabilelerden biri de Beni Şeyban
kabilesiydi. Bu görüşme, Hallaq’ın ”aşılması zor” dediği küresel hegemonik gücün nasıl aşılacağına
dair stratejik incelikleri barındırmaktadır.
Beni Şeyban kabilesi, Yemâme’den (Arabistan’ın ortaları) Basra’ya, Müslüman
coğrafyacıların “Yukarı Mezopotamya” olarak isimlendirdiği bölgeyi de
içine alan el-Cezîre ve Diyarbekir’e kadar uzanan geniş bir alana yayılmış bir
kabileydi. En önemlisi, dönemin büyük devletlerinden biri olan Sasani
İmparatorluğu’na komşuydu.
Beni Şeyban ileri gelenlerinden Müsennâ b. Harise şöyle diyordu:
“Arap kabilelerine karşı seni (devletini) himaye edebiliriz fakat İran
İmparatorluğu’na karşı himaye edemeyiz.”
Dikkat ediniz… -Tabiri caizse- haritayı önlerine koymuşlar ve jeopolitiği konuşuyorlar… Müsennâ, “Bizi davet ettiğiniz şey, hükümdarların
hiç de hoşlanmayacağı bir şey.” diyordu.
Şimdi Rasulullah SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in verdiği cevaba
dikkat ediniz:
[إِنَّ
دِينَ اللَّهِ لَا يَنْصُرُهُ إِلَّا مَنْ أَحَاطَهُ مِنْ جَمِيعِ جَوَانِبِهِ] “Bu, Allah’ın dinidir… Allah, dinine ancak onu tüm yönleriyle, tüm
gereklilikleriyle kuşatabilenler eliyle yardım eder.”[4]
Bu ifadeden anlaşılıyor ki Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, devletini herhangi bir bölgesel veya küresel gücün vesayetinden -bugünün
deyimiyle; devletlerarası düzenden- çıkma iradesi gösteremeyen bir toplulukla
kurmak istemiyordu.
(Bu aynı zamanda bugün sıkça sorulan “iktidar
olup neden muktedir olunamadığı” sorunsalına da iyi bir cevap niteliğindedir.)
Nihayetinde Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem’in bu arayışları,
Medineli Ensar’la karşılaşıncaya
kadar devam etti. Medine’de tam anlamıyla muktedir olacağı bir iktidarı,
Ensar eliyle tesis etti. İkinci Akabe Beyatı’nda Ensar da Beni
Şeyban liderlerinin söylediğine benzer bir şeyi söylemişlerdi. Dediler ki:
“Ya Rasulullah! Bizim, Medine’de Yahudilerle sözleşmelerimiz var, şimdi biz
onların hepsini feshedeceğiz, tabiri caizse yırtıp atacağız. Seni ve dinini,
kendi canımızı, malımızı, namusumuzu ve evlatlarımızı koruduğumuz gibi
koruyacağız. Siyaha ve kızıla savaş açacağız…” (Bu, bir Arap deyimidir; yani, senin -devletinin- uğrunda gerekirse
siyaha da kızıla da, tüm dünyaya karşı savaşabiliriz.)
“Bütün bunların karşılığında ne var?” diye sordular. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem “Cennet
var.” buyurdu.
Bundan sonra Allah Rasulü SallAllahu
Aleyhi ve Sellem hicret kararı
aldı. Hicret kararı aldığında, ashabına hicret edebileceklerine dair
haber verirken dikkat çekici bir şey söyledi.
Buraya dikkat ediniz, dostlar:
[إِنَّ
ٱللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ قَدْ جَعَلَ لَكُمْ إِخْوَانًا وَدَارًا تَأْمَنُونَ بِهَا] “Allah size, kendileriyle güven içinde olacağınız bir yurt ve
kardeşler nasip etti. Artık hicret edebilirsiniz.”[5]
“… kendileriyle güven içinde olabileceğiniz…” Yani, yeni kurulan bu devlet, tam egemenlik
imkânı sunabilecek; egemen olduğu topraklarda İslâm Devleti’nin
bekasını koruyabilecek; sınırları içinde yaşayan insanların güvenliğini
sağlayabilecek; işlerini idare ettiği, ilişkilerini düzenlediği toplumu her türlü saldırıdan koruyabilecek bir güç…
İşte bu şekilde sağlam bir siyasi irade ve
sağlıklı stratejik adımlarla Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, öyle güçlü bir devlet kurdu ki… Dönemin iki
süper gücünün, kurtlar sofrasının tam ortasında güçlü bir devlet… Ve bu
devlet kısa zamanda dönemin hegemonik güçleri olan İran ve
Bizans imparatorluklarının
topraklarına egemen oldu.
Dönemin Bizans İmparatoru (610–641) Heraklius’un “kehaneti” gerçekleşti. Hem de Mekke döneminde, İslâm zayıf ve güçsüzken, sarayında
ağırladığı Mekkeli tüccar Ebû Süfyan’a şu sözleri söylemişti:
“Anlattığın gibiyse, bir gün gelecek, bu delikanlı benim şu iki ayağımın
altındaki mülkümün hepsine (imparatorluk topraklarına) sahip olacak!”
İmkânsız olan gerçekleşti!
İşte modern çağın hegemonik güçleri de sabah
akşam Hilâfet Devleti kehanetlerini (korkularını) dile
getiriyorlar. Yukarıda bunlardan bir kısmını alıntıladık. En son (Aralık 2024) ABD Dışişleri Bakanı Antony
Blinken, Brüksel'de düzenlenen NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı
sonrası yaptığı basın açıklamasında, Hilâfet’in tekrar kurulmamasının
çıkarları için önemli olduğunu ifade etmişti.
Onlar bir gün korkularıyla yüzleşecek ve imkânsız gerçekleşecek.
Uzun yıllar Buas Savaşları ve krizlerle
istikrarsızlaştırılan yurtlarının ancak Allah’ın Nebisinin yönetiminde istikrar ve güven ortamına
kavuşabileceğini öngören -ve bunu açıkça dile getiren- Medine’nin ileri
gelenleri, güç ve nüfuz sahipleri; bir tarafta İran, diğer tarafta Bizans
İmparatorluklarının oluşturduğu güçler dengesine, iki süper gücün
kıskacına rağmen İslâm Devleti’ni siyasi sahneye çıkardılar.
Modern çağda da kriz ve sömürüden kurtulmanın
İslâm’dan başka çaresi olmadığını öngören Ensar gibi ensarlar
muhakkak çıkacaktır. Ve o vakit, Amerika’yı küresel hegemonik güç olma
fırsatına eriştiren bölgesel aktörler, koltuk değneklerinden yoksun
kalacak ve devletlerarası düzen geri dönülmez biçimde dönüşecektir.
Zira bir defa gerçekleşen, bir daha gerçekleşebilir.
Akledenler için bu imkânsız değildir.
Ne demişti Thomas Paine, Akıl Çağı
kitabında:
“Şu anda dengeler değişti. Evet, Müslüman dünya şimdilik bizim
kontrolümüzde. Ancak bir defa gerçekleşen şeyin bir daha gerçekleşmesi mümkün!”
Ne diyelim, akıl çağındayız, akıllı olmak
lazım!
[وَمَا
ذَٰلِكَ عَلَى ٱللَّهِ بِعَزِيزٍ] “Ve bu, Allah'a hiç de güç
gelecek bir şey değildir.”[6]
[1]
Maide Suresi 100
[2]
Bakara Suresi 61
[3]
Eski CIA şefi: Esad'ın kazanması Suriye için en iyi seçenek olabilir, Hürriyet
Daily News, 13 Aralık 2013
[4]
Beyhaki, Delail
[5]
İbn İshak
[6]
İbrahim Suresi 20
Yorumlar