MODERN ÇAĞDA BİR İSLÂM DEVLETİ MÜMKÜN MÜ?

Dr. Abdurrahim Şen

Bu makalenin başlığı iki soruyu içeriyor. İlki, modern devlet kalıpları içinde bir İslâm devleti mümkün mü? İkincisi, modern çağda bir İslâm devleti mümkün mü?

Modern devlet kalıpları içinde bir İslam devletinin mümkün olmadığı geride bıraktığımız yüzyıl boyunca İslami dünyada birden çok örnekle deneyimlenmiş oldu. Ancak soru modern çağda bir İslam devletinin mümkün olmadığı iddiasını içeriyorsa tabi ki mümkündür. Herhangi bir aksi iddia, insanlığın sonunu kapitalizmle eşitleyen Fukuyama’nın Tarihin Sonu tezinin farklı versiyonunun entelektüel dünyaya armağan edildiği bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlamında gelir.

Soğuk Savaş sonrasında tek kutuplu dünyayı tasarlayanlar Fukuyama’nın tezine can simidi gibi sarılmışlardı. Ancak adına yeni dünya dense de bu bildiğimiz eski dünyaydı ve bu dünya düzeni küreselleşmeyle birlikte insanlığa, hassaten Müslüman dünyaya daha fazla işgal, kan, kaynakların sömürülmesi, gelir dağılımı adaletsizliği, güvensizlik hasılı düzensizlikten başka bir şey getirmedi. Böyle bir vasatta, yeni bir düzen arayışı Müslüman dünyada tek seçenek olarak belirginleşti. Bu, modern dünya açısından tarihinde görülmemiş bir “kırılma noktası”nı ifade ediyor. Tam da böylesi bir kırılma anında, bir İslam Devleti’nin mümkün olmadığı tezine sıkı sıkıya sarılıyor ve Müslüman entelektüellere ve İslami hareketlere, modern devlet ve devletlerarası düzene İslam’dan en fazla ahlakilik aşılamaları öneriliyor.

Bu öz(et)ten sonra konuya biraz daha yakından bakalım.

İmkânsız Devlet kitabı bundan on yıl önce yayınlandığında, entelektüel ve akademik çevrelerde müzakereye konu oldu, kitabın iddiaları önemli tartışmalara neden oldu. Yazar Wael Hallaq, kitabında modern ulus-devletin kendine özgü tarihsel bir deneyim sonucu ortaya çıktığını ve egemenlik niteliği, yasama ve güç kullanımını tekelleştirmesi, bürokratik mekaniği ve kültürel hegemonya kurma gücü gibi özellikleri sebebiyle İslâmî yönetimle çeliştiğini ifade etmektedir.

Modernite ile birlikte “olgu” ve “değer”, “olan” ve “olması gereken” arasındaki ayrışma, modern devlette hukuk ve ahlâk arasında bir kopuşa neden olmuştur. Modern hukuk, ahlâktan (iyi-kötünün ilâhî belirleniminden) bağımsızlaşmıştır. Oysa İslâmî yönetimde hukuk ve ahlâk ayrılmaz bir bütündür. Hukuk daima bekasını ve çıkarlarını önceleyen devletin tekelinde değil, şeriata bağlı olmak kaydıyla devletten bağımsız fakihler tarafından geliştirilmiştir.

Modern devletin egemenlik metafiziği ve kendi icadı olan yasalara dayanıyor olması, üst bir anlamlandırmadan yoksun olduğu, dolayısıyla meşruiyet krizi ile malûl bir yapı olduğu anlamına gelmektedir. “Kuvvetler ayrılığı” gibi teorilerle bu kriz aşılmaya çalışılsa da pratikte bunun gerçekliği yoktur. Oysa İslâmî yönetimde egemenlik ve hâkimiyet Allah’a aittir ve yasama O’nun şeriatına dayanır. Bu da devlete üst bir referans noktası sağlar. Modern devlet kendi meşruiyetini var ederken, İslâmî yönetim zaten var olan bir meşruiyet kaynağına sahiptir.

Bu ve benzeri yapısal uyuşmazlıklar sebebiyle modern devlet sistemi içinde bir İslâm devletinin mümkün olmadığı açıktır. Ancak bunu modern çağda bir İslâm Devleti’nin mümkün olmadığı noktasına taşımak, gerçekte imkânsız olan budur.

Devlet ya da siyasi otorite, herhangi bir toplumun benimsediği düşünce, kanaat ve değerler toplamının uygulama aygıtıdır. Orta Çağ’da skolastik düşüncenin hâkimiyeti altında toplum, doğrudan kilisenin iktidarını ya da meşruiyetini kiliseden alan, papanın taç giydirdiği kralın iktidarını (teokratik devlet) var etmişken, sözleşmeci teorilerin hâkim paradigma olmasıyla modern devlet ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla her dönem, içinde doğduğu toplumun hâkim kanaatleri doğrultusunda bir yönetim biçimi üretmiştir.

İster geleneksel ister modern olsun, tüm siyasal sistemleri var eden ve meşruiyet zeminini tahkim eden, dönemlerinin hâkim paradigmalarıdır. Aslında her bir fikir ve paradigma, içinde doğduğu toplumun bakış açısını ve ilişki biçimlerini baştan aşağı değiştirirken yeni bir meşruiyet anlayışı belirler ve kendi doğasına uygun devlet şeklini ve yönetim biçimini var eder. Bu nedenle toplumlara hâkim olan fikirler, kanaatler ve değerler neyse, ona uygun bir devlet veya yönetim biçimi ortaya çıkar.

Son tahlilde modern devlet, modernitenin; kendine özgü tarihi koşulları içinde, Avrupa toplumunun benimsediği fikirler, kanaatler ve mefhumların ürünüdür. Tam da burada şu soruyu sormalıyız: Skolastik dönemde ve feodalizmin Avrupa’yı bütünüyle kapladığı Orta Çağ’da modern devlet mümkün müydü? İnsanlık tarihindeki bu değişim fenomeninden modern devleti istisna etmek, değişim çizgisini dondurmak; Fukuyama’nın tarihi liberalizmle sonlandırmasına ne kadar da benziyor!

Belki bu noktada “bu çağda” bir İslâm Devleti’ni-imkânsız değil ama- zor hale getiren hususlardan söz edilebilir. Bunlardan en önemlisi, modern devletin kendisine daima meşruiyet payesi verecek bir vatandaş türetme becerisidir. Yaygın ve örgün eğitim kurumları, akademiler, konvansiyonel ve sosyal medya araçları, yarı resmî hâle gelmiş sivil toplum kuruluşları devlete, istediği profilde vatandaş icat etme imkânı vermektedir. Bu, tarihin hiçbir döneminde görülmemiş şekilde modern devlete, kendi varlığını besleyecek biçimde toplum üzerinde kültürel bir hegemonya kurma avantajı sunmaktadır; doğru.

İslâmî Devleti -imkânsız değil ama- zorlu hâle getiren bir başka husus da modern devletin milliyetçi karakteridir. Modern devlet ile ulus kimliği adeta yapışık ikizdir. Sömürgeci Avrupa’nın ümmeti parçalamak üzere oluşturduğu sınırlar, parçalanmaz bir ulus kimliği inşası için kullanılmıştır. Ancak bu zorluğun da -İslâm dünyası açısından- aşılması imkânsız olduğu söylenemez. Hâlihazırda ulus devletlerin vatandaşları olarak yaşayan Müslümanların ümmet olma bilinçlerinden tamamen sıyrıldıkları söylenebilir mi? Yani ulus devlet bunu tam olarak başarabilmiş midir? Hac, mevcut hâliyle bile ümmet bilincini besleyici en güçlü pratiklerden biridir.

Sadece Gazze hadiselerinde gördüğümüz “o an” bile modern ulus devletin ümmet bilincini yok edemediğini anlamak için yeterlidir. “O an” derken, Gazze ile Mısır sınırını bölen beton duvarda ekmek sığacak kadar delik açan Mısırlı Müslümanların Gazze’deki kardeşlerinin açlığına, susuzluğuna çare olmaya çalıştıkları görseli kastediyorum. Birbirlerine olan düşkünlüğü Müslümanlara beton duvarları deldirmiştir. Bu Soğuk Savaşın bitimini imgeleyen Berlin duvarının yıkılmasına denk bir hadisedir. Amma bu hadise azametine rağmen ulusal sınırların ümmet nezdinde çok uzun süre kalıcı olamayacağına işaret için referans değeri taşımamaktadır.

Belki de bu, Hallaq’ın ifadesiyle, Batılı modern devletlerin belirlediği jeopolitiğin kalıcılığına dair, yine modern devletin bilinci güdümleyen “benlik teknolojileri”nin kurbanı olmakla açıklanabilir. Belki de kendisinin de tespitiyle, hukuku ahlaktan ayıran modern devletin kültürel hegemonik aygıtlarından biri olan akademi, insanları İslâm ümmetinin geleceğine dair öngörüde bulunurken az da olsa ahlaki bir donanıma sahip olma gereği hissetmemeye itmektedir.

Hallaq’a göre, İslâmî bir yönetim var olsa bile küreselleşen dünyada çeşitli zorluklarla karşılaşacak ve küresel kültürel yayılmacılıkla mücadele etmek zorunda kalacaktır. Ancak dünyadaki güç dengesi Batı lehine olduğu için, mevcut devletler sisteminin baskısı altında kalacak ve bu meydan okumalar karşısında muhtemelen ya gerileyecek ya da tamamen yıkılacaktır.

Bu sebeple Hallaq, İslâm Devleti’nin varlığına dair üç ihtimalden söz etmektedir. Bunlar; küreselleşmenin mutlak zaferi, ikisi arasında süregelen bir gerilim ya da iş birliği diyalektiğidir. İşte Hallaq’ın ulaşmak istediği nihai nokta burasıdır.

Aslında Wael Hallaq, modern devletin kriz ve açmazlarının farkındadır. Dahası, Batılı entelektüellerin de bu açmazları aşma kapasitesine sahip olmadığının bilincindedir. Bu nedenle, iğne ucu kadar bile yer bırakmaksızın her yeri kaplamış olan devletlerarası düzende, İslâmî yönetimin de imkânsız olduğunu anlatmaya çalışmaktadır. Çünkü ona göre Batı, çok güçlü bir küresel hegemonik güçtür.

Hallaq’a göre, bu durumu aşmak imkânsız olduğundan, seküler devlete ve uluslararası düzene -onda bulunmayan ancak İslâm’da olan- ahlakiliği aşılamak gerekmektedir. Bu sebeple kitabının sonunda çözüm olarak, Müslüman entelektüellere Batılı entelektüellerle etkileşime girme teklifinde bulunmaktadır. Böylece Batılı entelijansiyanın aşamadığı açmazların, Müslüman entelektüellerin katkılarıyla aşılabileceğini ummaktadır. Fe suphanallah!

[لَا يَسْتَوِي ٱلْخَبِيثُ وَٱلطَّيِّبُ وَلَوْ أَعْجَبَكَ كَثْرَةُ ٱلْخَبِيثِۚ] “Murdar olanın çokluğu senin hoşuna gitse de (hegemonik gücü seni büyülemiş olsa da) pis olanla temiz olanın (küfürle iman, kapitalizmle İslâm’ın) bir olması (bir araya gelmesi asla) mümkün değildir.”[1]

Hallaq, Amerika’yı yeniden keşfetmemizi istiyor. Biraz da modern devletin krizini aşamayan Batılı entelektüellerin, İslâm’da olan ahlakiliği keşfetmelerini amaçlıyor. Kendisinden önce birçok Oryantalistin yapamadığını, zekice bir üslupla yapmaya çalışıyor. Musa Aleyhi’s-Selam’ın diliyle sormak istiyoruz:

[أَتَسْتَبْدِلُونَ ٱلَّذِى هُوَ أَدْنَىٰ بِٱلَّذِى هُوَ خَيْرٌۚ] “İyiyi kötü olanla mı değiştirmek istiyorsunuz?”[2]

Devletlerarası düzen ve ona liderlik eden Amerika, küresel hegemonik gücünü tamamen İslâm coğrafyasındaki ekonomik kaynakları sömürmesine, boğazları ve stratejik geçit noktalarını kullanabilmesine, onlarca bölgede askerî üsler konuşlandırabilmesine borçludur. Gerçekte Amerika’yı bugün dünyanın birinci devleti yapan şey, kendi öz kaynakları ve imkânları değil. Dolayısıyla ona bu imkânları veren bağımlı rejimler yıkıldığında, o da yıkılacaktır. Onu ayakta tutan, İslâm dünyasındaki koltuk değnekleridir. Bu koltuk değnekleri olmasa, Amerika ölü bir imparatorluk!

Bunu birçok Batılı siyaset bilimci söylüyor. Hatta bunlardan biri olan Patrick Buchanan, bu meselenin kitabını yazmıştır: Batı’nın Ölümü (Death of the West). 2000 yılında Amerikan başkanlık seçiminde Reform Partisi’nden başkan adayı olan Patrick Buchanan, 23 Haziran 2006 tarihinde ilginç bir makale kaleme almıştır: “Vakti Gelen Fikir!” Bu makalede Buchanan, Fas’tan Endonezya’ya kadar uzanan geniş coğrafyada İslâm’la yönetme fikrinin Müslümanlar arasında hızla yayılmakta olduğunu belirtmekte ve İslâm’ı, “dünyayı yönetme vakti gelmiş bir fikir” olarak tanımlamaktadır. Ayrıca “vakti gelmiş hiçbir fikrin karşısında dünyanın en güçlü ordularının bile duramayacağını” ifade etmektedir.

Noah Feldman, İslâm Devleti’nin Yıkılışı ve Yükselişi adlı kitabında “Endonezya’dan Fas’a kadar İslâm coğrafyalarında yaşanan trend, bu ülkelerin çoğunda İslâm şeriatının kanunların kaynağı olması gerektiğini savunuyor.” demektedir.

İslâm’ın merkezî coğrafyasında son on yılda yaşanan hareketlilik, bu trendi doğrulamaktadır. Bu trend, tsunami gibi yükseldi ve Amerika’nın partnerlerini ve devletlerarası düzenin bölgedeki otuz-kırk yıllık aktörlerini devirdi. Evet, Tunus’tan Suriye’ye kadar gerçekleşen bu devrim girişimlerini Amerika, bölgedeki aktörleriyle birlikte manipüle etmeyi ve uluslararası sisteme entegre etmeyi şimdilik başardı. Ancak bu hareketliliğe neden olan kronik sorunların hiçbiri çözülmedi; sadece halının altına süpürüldü.

Bunun en büyük kanıtı, devrimleri çalınan ülkeler birbirleriyle hızla normalleşme adımları attıkları sırada ansızın patlak veren “Aksa Tufanı”dır.

Tufanın büyüğü, bu ümmet iradesine denk bir irade -İslâm Devleti- siyasi sahneye çıktığında görülecektir. İşte o zaman, küresel hegemonik güç olarak adlandırılan yapının aslında kartondan bir kaplan olduğu anlaşılacak ve bir balon gibi sönecektir…

İşte o zaman Levant patlayacak; İslâm Devleti, hinterlandına Fas’tan Endonezya’ya kadar geri dönecektir…

Bakın, CIA’nin eski başkanı Michael Hayden ne diyor:

“1916'da Sykes-Picot Antlaşması’yla sınırları çizilen bir tek devletin ortadan kalkması, I. Dünya Savaşı’ndan sonra çizilen bütün yapay sınırların ortadan kalkması anlamına gelecektir. Bu durumda, medeniyetlerin kesişme noktasında (Ortadoğu’da) yönetilmeyen bir alan ortaya çıkacaktır… Bunun ise kelimenin tam anlamıyla Levant’ın patlaması anlamına geleceği; Lübnan, Ürdün ve Irak’taki yüzyıllık düzenin kaosa sürükleneceği kaçınılmazdır.”[3]

İslâm coğrafyasındaki devletlerden birinde gerçekten bir İslâm Devleti’nin kurulma ihtimalinin bile, Batılı düzen için nasıl bir tehdit olarak görüldüğüne dikkat edin! CIA’nın Eski Başkanı Hayden, bu ihtimalin bile yüzyıllık düzeni sarsacağını ve küresel dengeleri değiştirebileceğini söylüyor.

Bu yazının başlığına tekrar dönelim: Modern çağda bir İslâm Devleti mümkün mü?

Elbette mümkündür; Rasul SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in devlet kurmada izlediği metoda bağlı kalarak… Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, miladi 7. yüzyılda her biri devlet konumunda olan Arap kabilelerini tek tek İslâm’ı himaye etmeye davet ediyordu.

Bu kabilelerden biri de Beni Şeyban kabilesiydi. Bu görüşme, Hallaq’ın ”aşılması zor” dediği küresel hegemonik gücün nasıl aşılacağına dair stratejik incelikleri barındırmaktadır.

Beni Şeyban kabilesi, Yemâme’den (Arabistan’ın ortaları) Basra’ya, Müslüman coğrafyacıların “Yukarı Mezopotamya” olarak isimlendirdiği bölgeyi de içine alan el-Cezîre ve Diyarbekir’e kadar uzanan geniş bir alana yayılmış bir kabileydi. En önemlisi, dönemin büyük devletlerinden biri olan Sasani İmparatorluğu’na komşuydu. Beni Şeyban ileri gelenlerinden Müsennâ b. Harise şöyle diyordu:

“Arap kabilelerine karşı seni (devletini) himaye edebiliriz fakat İran İmparatorluğu’na karşı himaye edemeyiz.”

Dikkat ediniz… -Tabiri caizse- haritayı önlerine koymuşlar ve jeopolitiği konuşuyorlar… Müsennâ, “Bizi davet ettiğiniz şey, hükümdarların hiç de hoşlanmayacağı bir şey.” diyordu.

Şimdi Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in verdiği cevaba dikkat ediniz:

[إِنَّ دِينَ اللَّهِ لَا يَنْصُرُهُ إِلَّا مَنْ أَحَاطَهُ مِنْ جَمِيعِ جَوَانِبِهِ] “Bu, Allah’ın dinidir… Allah, dinine ancak onu tüm yönleriyle, tüm gereklilikleriyle kuşatabilenler eliyle yardım eder.”[4]

Bu ifadeden anlaşılıyor ki Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, devletini herhangi bir bölgesel veya küresel gücün vesayetinden -bugünün deyimiyle; devletlerarası düzenden- çıkma iradesi gösteremeyen bir toplulukla kurmak istemiyordu.

(Bu aynı zamanda bugün sıkça sorulan “iktidar olup neden muktedir olunamadığı” sorunsalına da iyi bir cevap niteliğindedir.)

Nihayetinde Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in bu arayışları, Medineli Ensar’la karşılaşıncaya kadar devam etti. Medine’de tam anlamıyla muktedir olacağı bir iktidarı, Ensar eliyle tesis etti. İkinci Akabe Beyatı’nda Ensar da Beni Şeyban liderlerinin söylediğine benzer bir şeyi söylemişlerdi. Dediler ki:

“Ya Rasulullah! Bizim, Medine’de Yahudilerle sözleşmelerimiz var, şimdi biz onların hepsini feshedeceğiz, tabiri caizse yırtıp atacağız. Seni ve dinini, kendi canımızı, malımızı, namusumuzu ve evlatlarımızı koruduğumuz gibi koruyacağız. Siyaha ve kızıla savaş açacağız…” (Bu, bir Arap deyimidir; yani, senin -devletinin- uğrunda gerekirse siyaha da kızıla da, tüm dünyaya karşı savaşabiliriz.)

“Bütün bunların karşılığında ne var?” diye sordular. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem “Cennet var.” buyurdu.

Bundan sonra Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem hicret kararı aldı. Hicret kararı aldığında, ashabına hicret edebileceklerine dair haber verirken dikkat çekici bir şey söyledi.

Buraya dikkat ediniz, dostlar:

[إِنَّ ٱللَّهَ عَزَّ وَجَلَّ قَدْ جَعَلَ لَكُمْ إِخْوَانًا وَدَارًا تَأْمَنُونَ بِهَا] “Allah size, kendileriyle güven içinde olacağınız bir yurt ve kardeşler nasip etti. Artık hicret edebilirsiniz.”[5]

“… kendileriyle güven içinde olabileceğiniz…” Yani, yeni kurulan bu devlet, tam egemenlik imkânı sunabilecek; egemen olduğu topraklarda İslâm Devleti’nin bekasını koruyabilecek; sınırları içinde yaşayan insanların güvenliğini sağlayabilecek; işlerini idare ettiği, ilişkilerini düzenlediği toplumu her türlü saldırıdan koruyabilecek bir güç…

İşte bu şekilde sağlam bir siyasi irade ve sağlıklı stratejik adımlarla Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem, öyle güçlü bir devlet kurdu ki… Dönemin iki süper gücünün, kurtlar sofrasının tam ortasında güçlü bir devlet… Ve bu devlet kısa zamanda dönemin hegemonik güçleri olan İran ve Bizans imparatorluklarının topraklarına egemen oldu.

Dönemin Bizans İmparatoru (610–641) Heraklius’un “kehaneti” gerçekleşti. Hem de Mekke döneminde, İslâm zayıf ve güçsüzken, sarayında ağırladığı Mekkeli tüccar Ebû Süfyan’a şu sözleri söylemişti:

“Anlattığın gibiyse, bir gün gelecek, bu delikanlı benim şu iki ayağımın altındaki mülkümün hepsine (imparatorluk topraklarına) sahip olacak!”

İmkânsız olan gerçekleşti!

İşte modern çağın hegemonik güçleri de sabah akşam Hilâfet Devleti kehanetlerini (korkularını) dile getiriyorlar. Yukarıda bunlardan bir kısmını alıntıladık. En son (Aralık 2024) ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, Brüksel'de düzenlenen NATO Dışişleri Bakanları Toplantısı sonrası yaptığı basın açıklamasında, Hilâfet’in tekrar kurulmamasının çıkarları için önemli olduğunu ifade etmişti.

Onlar bir gün korkularıyla yüzleşecek ve imkânsız gerçekleşecek.

Uzun yıllar Buas Savaşları ve krizlerle istikrarsızlaştırılan yurtlarının ancak Allah’ın Nebisinin yönetiminde istikrar ve güven ortamına kavuşabileceğini öngören -ve bunu açıkça dile getiren- Medine’nin ileri gelenleri, güç ve nüfuz sahipleri; bir tarafta İran, diğer tarafta Bizans İmparatorluklarının oluşturduğu güçler dengesine, iki süper gücün kıskacına rağmen İslâm Devleti’ni siyasi sahneye çıkardılar.

Modern çağda da kriz ve sömürüden kurtulmanın İslâm’dan başka çaresi olmadığını öngören Ensar gibi ensarlar muhakkak çıkacaktır. Ve o vakit, Amerika’yı küresel hegemonik güç olma fırsatına eriştiren bölgesel aktörler, koltuk değneklerinden yoksun kalacak ve devletlerarası düzen geri dönülmez biçimde dönüşecektir.

Zira bir defa gerçekleşen, bir daha gerçekleşebilir. Akledenler için bu imkânsız değildir.

Ne demişti Thomas Paine, Akıl Çağı kitabında:

“Şu anda dengeler değişti. Evet, Müslüman dünya şimdilik bizim kontrolümüzde. Ancak bir defa gerçekleşen şeyin bir daha gerçekleşmesi mümkün!”

Ne diyelim, akıl çağındayız, akıllı olmak lazım!

[وَمَا ذَٰلِكَ عَلَى ٱللَّهِ بِعَزِيزٍ] “Ve bu, Allah'a hiç de güç gelecek bir şey değildir.”[6]



[1] Maide Suresi 100

[2] Bakara Suresi 61

[3] Eski CIA şefi: Esad'ın kazanması Suriye için en iyi seçenek olabilir, Hürriyet Daily News, 13 Aralık 2013

[4] Beyhaki, Delail

[5] İbn İshak

[6] İbrahim Suresi 20


Yorumlar

  1. Hüseyin Şaşmaz

    Kapitalizm önü alınamaz bir hırsıda beraberinde getirdi.O zaman bu ideolojiyide yönlendirmek bize düşer Sen istersen şeytanı ve diğer güçleri kullanabsin.! https://www.facebook.com/permalink.php?story_fbid=918256141959121&id=100013242319421

Yorum Yaz