İslâm’ın son devleti Osmanlı Hilâfeti, I. Dünya Savaşı sonrasında siyasi
sahneden düşürüldü. Osmanlı bakiyesi topraklarda ulus devletler kuruldu. Bu
devletlerin mimarisi, 20. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’nin başını çektiği
Avrupalı sömürgeci devletler tarafından şekillendirildi. İkinci yarısında ise –Pax
Americana döneminde (ABD'nin küresel bir aktör olarak öne çıktığı II. Dünya
Savaşı sonrası)– bu devletler, siyasi, ekonomik ve askerî açıdan Amerikan
politik mimarisi tarafından konumlandırıldılar.
İslâm coğrafyasında ulus devletler çoğunlukla Amerika’nın, kısmen
İngiltere’nin yörüngesinde hareket eden “uydu” veya “tâbi” devletler hâline
geldi. Öncülük ettikleri küresel kuruluşlar ve uluslararası sözleşmelerle bu
ulus devletler, siyasi, ekonomik ve askerî açıdan kendi çıkarları ekseninde
hareket eden, kendi yörüngesinde dönen devletler hâline getirildiler.
Bu ulus devletlerin Batı’nın yörüngesinde hareket ettikleri, Gazze
savaşı ile birlikte herkes nazarında âşikâr olmuştur. Bu süreç, İslâm
coğrafyasında ulus devletlerin tomografisini çekmiş, derin yapısal
hastalıklarla malûl, felçli yapılar olduklarını ortaya koymuştur. Yaklaşık iki
yıldır devam eden mezalimi sonlandırmak adına hiçbir somut adım atmamışlardır:
Yahudi varlığı ile diplomatik ilişkileri kesmemişler, ticareti durdurmamışlar,
yakıt transferine devam etmişlerdir. Savunma fuarlarında şirketlerine katliam
makinelerini sergilemelerine izin verirken, katillerin protesto edilmesine dahi
izin vermeyerek adeta “İsrail” için dokunulmazlık zırhı oluşturmuşlar, gerçek
bir demir kubbe olmuşlardır. Gazze’de bebek katleden Yahudi canileri
vatandaşlıktan çıkarma taleplerini gündemlerine dahi almamışlardır.
“İsrail”in müsaade ettiğinin dışında Gazze’ye bir damla su sokamadıkları
gibi, insani yardımları ölüm oyununa çeviren, dağıtım noktalarında ölüm pusuları
kuran “İsrail”i; bütün bunların sponsorluğunda gerçekleştiği BM’ye havale
ederek boşlukta adım atmayı “bir şey yapmak” olarak servis etmişlerdir. Bu
liste uzatılabilir, ancak yirmi iki ayın sonunda New York Deklarasyonu’na imza
atmaları; 7 Ekim saldırısını kınamaları, Hamas’ın silahsızlandırılması ve
Gazze’nin “İsrail” kuklası Abbas yönetimine bağlanmasını talep etmeleri, somut
adımı Gazze değil, “İsrail” lehine attıklarını göstermiştir.
İslâm (Filistin) topraklarının %78’inde işgali meşrulaştıran, kalan
%22’sinde kartondan bir devleti dayatan iki devletli çözümle “İsrail”in
güvenliğini merkeze alan Amerikan politik mimarisiyle şekillenen; dış
politikalarını Amerikan çıkarları ekseninde döndüren uydu devletler olduklarını
âşikâr etmişlerdir.
Aslında bu durum, coğrafyamızda kurulu ulus devlet aygıtının derin ve
yapısal sorunları olan bir aygıt olduğu gerçeği ile Müslümanları
yüzleştirmiştir. Nedir o yapısal sorun? İslâm coğrafyasındaki ulus
devletler, İslâm’a değil, Batı’ya aittir. İlk defa Batı’da üretilmiş, ardından
İslâm coğrafyasına monte edilmiştir. Bu makinenin, ulus devlet
mekanizmasının mühendisliği, fabrika ayarları, patenti tamamen sömürgeci
kapitalistlere aittir. Sadece başına “millî” iliştirilmiştir.
Ve sürekli olarak Batı'nın denetimindeki küresel kuruluşlar (BM, NATO,
IMF, AB, AP) aracılığıyla siyasi, askerî, ekonomik, hukuki ve kültürel tüm
yönlerden “servis” ve “bakım”a alınarak fabrika ayarları kontrol edilmektedir.
Devlet organlarını (iktidarı) kullanma kılavuzuna uygun olan siyasi partiler
akredite edilmektedir. Küresel kurucu devletlerin yörüngesinde döndükleri
sürece, bu devasa ulus devlet makinesinin başında hangi iktidarın
bulunduğunun bir önemi yoktur. İktidardakiler sadece Batı namına bu işleyişi
sağlayan makinist konumundadırlar. Dönem dönem makine arızalanır, parçalarını
değiştirirler; paslanır, yağlayıp işler hâle getirirler.
Mühendisliğiyle, tasarımıyla tamamen sömürgeci Batı'ya ait fakat bizim
coğrafyamızda kurulmuş bu makinenin iki vazifesi vardır:
- Coğrafyamızın ekonomik kaynaklarını Batı’ya taşımak,
- Siyasi ve stratejik imkânlarını Batılı devletlerin çıkarları
doğrultusunda kullandırarak onları birinci devlet konumuna taşımak ve devletler hiyerarşisindeki bu konumlarını korumak.
Maalesef bu uydu/ulus devletler, sözde ulusa ait olduğu söylenen egemenlik
haklarını; yörüngesinde döndükleri emperyal devletlere ve küresel hegemonik
kurumlara teslim etmişlerdir. Bu yönüyle İslâm
coğrafyasındaki ulus devletler, Müslüman halkların iradelerinin hapsedildiği
kafeslerdir: 57 devasa kafes, birer açık hava hapishanesi…
Bu kafes, böylesine bir mezalim sırasında bile Müslümanların birbirlerine
en ufak bir yardımın ulaşmasına dahi izin vermeyen çelik teller ve çelik gibi
uluslararası sözleşmelerle örülüdür. Halklar kaynıyor, yürekleri kavruluyor;
ama bu kafesin bekçileri, soğuk yüzlü bir gardiyan gibi ulus devletin nöbetini
tutmaya devam ediyor.
Aslında bu ulus devletler, sınırları içinde “egemen devletler” değil;
dünyanın egemen güçleri adına milletlerin iradesine egemen olan devletlerdir. Bu irade hapsi, Batılı devletler adına ve onların çıkarları doğrultusunda
gerçekleşmektedir. İslâm ümmeti, yüz yıl önce kendi öz yurdunda işte bu ulus
devletlerin kurulmasıyla birlikte devasa bir hapishaneye kapatılmış oldu.
Ulus devlet modelinin İslâm coğrafyasına monte edilmesindeki en önemli
amaçlardan biri, Müslümanları parçalamak, kolay yönetilebilir hâle getirmek ve
sömürmektir. Zira İslâm ümmeti; akîdesi, kıblesi, hukuk sistemi ve onu
uygulayan devleti ile bir olduğu sürece, servetlerinin sömürülmesi ve
topraklarının işgal edilmesi imkânsızdı.
O sebeple geniş ailemiz parçalandı, kompartımanlara bölündü. Kalabalık bir
aile düşünün: 57 odalı bir evde oturuyorlar… Ebeveyn odası, ayrı ayrı çocuk
odaları, gelinler, damatlar, torunlar; geniş bir aile… Bu aile, evin
ortasındaki kocaman salonda bir araya geliyor, yiyor, içiyor, muhabbet ediyor…
Ve herkes birbirinin odasına rahatça girip çıkabiliyor.
Derken bir gece, hane halkı derin uykudayken odaların kapılarına beton duvarlar
örülüyor. Sabah kalktıklarında karşılarında duvarları, aralarına çekilen sınırları
buluyorlar… Artık salonda toplanamıyorlar, kimse kimsenin odasına giremiyor. Ve
öyle bir eğitim sistemi kurgulanmış ki; yıllarca aynı çatı altında yaşamış
kardeşler, ayrı kimliklerle (uluslar) birbirine düşman hâle getirilmiş.
İşte bu ulus devletler, ümmetimizin bir gaflet anında –aydınlarının ve
münevverlerinin Batı kültürüyle zehirlendiği ve morfinlendiği bir anda– cebren
ve hile ile coğrafyamıza kondurulmuş “gecekondu”lardır. Dolayısıyla
meşruiyet açısından malûldürler. Bu toprakların ana unsuru olan Müslümanların
inancına, kültürüne ve İslâm hukuk kriterlerine uygun olmayan “ruhsatsız”
yapılardır. Bu, yapısal açıdan ulus devletin meşruiyet sorununa işaret
etmektedir.
Bir de İslâm âlemi ile ilişkileri, yani politik açıdan sorunlu yönleri
vardır. Bunlar, kriz anlarında kendini çok daha görünür kılar. Ulus
devletler, yörüngesinde döndükleri büyük devletin çıkarları ekseninde hareket
etmek üzere programlanmış devletlerdir. Ancak İslâm dünyasında yönetimler ve
yönlendirici elitler (aydınlar ve fikir adamları), bunu sözüm ona “uluslarının
çıkarıymış” gibi perdeliyorlar.
“Ulusal çıkar” morfini ile halklarını uyuşturuyorlar.
Lokal anestezi gibi düşünün: Diş doktoru, operasyon yapılacak bölgeye morfini
vurur; sonra oyup keser, sinirleri alır, dişi kökünden söker; hasta ise hiçbir
şey hissetmez. Ulusçuluk, ulusal sınırlar ve bu sınırlar üzerinden
belirlenen “ulusal çıkarlar” da işte böyle bir morfin gibidir: İktidarları
koltuklarında uyuşturur, sınır ötesindeki mezalimi sonlandırmak için somut
adımlar atmalarına engel olur. Çünkü artık orayı kendi parçası olarak görmez,
hissetmez.
Bu mezalimin Yunan tarafından Edirne’de işlendiğini düşünelim… Akla gelen
ilk eylem planı; diplomatik, ticari, siyasi tüm ilişkilerin kesilmesi ve
güvenlik güçlerinin seferber edilmesi olurdu. Herkes “Nerede bu devlet,
nerede güvenlik birimleri?” diye sözü muhatabına söylerdi. Ulusal sınırlar
içinde yaşanan bir saldırı karşısında mantık doğru işletilirdi.
O hâlde bu ulus devlet yapısı, mezalimi def etmek için gerekli adımların
atılmasını engelliyor. Ulusçuluğun zehirlediği elitler, sözü muhatabının
dışında havaya, suya, boşluğa söylüyorlar. Çünkü Batı kültürüyle
morfinlenmişler…
Hani Müslümanlar tek bir vücut, tek bir beden gibiydiler? Bu çağda Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisini
işitmeyen kaldı mı?
[مثل المؤمنين
في توادهم وتراحمهم وتعاطفهم مثل الجسد إذا اشتكى منه عضو تداعى له سائر الجسد
بالسهر والحمى] "Mü’minler
birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir
vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu
sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar." [1]
Sonra bu ulus devletlerin bağlı olduğu uluslararası yasalar, devletlerin egemenlik
haklarını gasp ediyor; “başka ülkelerin iç işlerine karışmama” kuralı
gereğince, bir bedenin parçaları gibi olmaları gereken Müslümanların
birbirlerine yardım etmelerini engelliyor. Dahası, işgal ettiği topraklarda
“İsrail”in yaptığı tüm katliam ve şenaatler “iç işler” olarak değerlendirilerek
müdahale edilmiyor.
Peki çözüm ne?
Müslüman halkların siyasi iradelerini ipotek altına alan ve ordularını
kışlalara hapseden ulus devlet kafesinden kurtulmak; bedenimizin
parçalarını toplamak, İslâm beldelerini bir ve bölünmez bir bütün hâline
getirmektir. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
[المسلمونَ
تتكافأُ دماؤهُم .. وهم يدٌ على من سواهم] "Müslümanların
kanları birbirine denktir… Onlar kendilerinden başkalarına karşı bir el
gibidir."[2]
Yani Türkiyelinin kanı, malı, çıkarı; Gazzelinin kanı, malı, çıkarından
daha üstün değildir. Onlar kâfirlere karşı birlik içinde bir el, tek güç,
yekvücuttur. Rabbimiz, ipine (vahye) birlikte sarılmamızı,
bölünmememizi emretmiş[3]
ve bizleri “tek ümmet” olarak nitelemiştir[4].
Bu makalenin hacmi, konuyla ilgili şer’î delilleri ve fakihlerin
görüşlerini serdetmemize imkân vermiyor. Ancak fakihlerin, ilgili delillerden
hareketle yapmış oldukları Hilâfet tanımı bile tek başına "efrâdı
câmi, ağyârını mâni" bir tanımdır ve meramımızı anlatma kapasitesi son
derece yüksektir. Fakihler, Hilâfet kurumunu; "Şer’i ahkâmı uygulamak
için dünyadaki tüm Müslümanların genel başkanlığı" olarak
tanımlamışlardır. Yani dünyada tüm Müslümanların tek devleti olabilir, ikincisi
olamaz; 57.’si ise hiç olamaz. Diğer bir ifadeyle, ulus devlet modeli İslâm
açısından gayrimeşru bir modeldir.
Şer’i açıdan durum böyle… Aklî açıdan ise, hassaten 7 Ekim sonrası
yaşananlar; 57 ulus devletin bir tek halife etmediğini kanıtlamıştır. Siyasi
iradesi, ekonomik kaynakları, coğrafi ve askerî kapasitesi 57 parçaya bölünmüş
bu hâliyle İslâm âleminin, küfür milletine karşı izzetini, şerefini, canlarını
ve kutsallarını koruyamayacağı açıkça görülmüştür.
Buna rağmen, içlerinde Pakistan gibi nükleer bir güce; Türkiye gibi
dünyanın en büyük on askerî gücü arasına giren ordusuna rağmen “henüz güçsüz”
ve “hazırlıksız” olduklarını söyleyenler; iki devletli çözümü, kartondan
bir Filistin devletini “çözüm” olarak sunuyorlar!
Peki bu sözde Filistin devletinin bir toprağı olacak mı? Hayır. Mahalle
mahalle, sokak sokak bölünmüş; “İsrail” kontrol noktaları ile delik deşik
edilmiş, fiilen işgal altında; ağır silahları olmayan, uçağı olmayan, sadece
polis teşkilatı düzeyinde güvenlik birimleri olacak bir “devlet”…
Üstelik bu polis teşkilatı da “İsrail” keyfine göre saldırdığında, tepki
verecek Filistin halkına karşı “İsrail”i korumak için kullanılacak. Yani “İsrail”in
güvenliği için oluşturulacak bir karakol devleti… Kartondan bir
ulus devlet…
57’nin üzerine bir sayı daha eklenecek ve 58 olacak! Hukuk tanımaz Yahudi varlığının saldırganlığı karşısında; dünyanın en
güçlü ordularından birine sahip Türkiye, nükleer güce sahip Pakistan veya
bölgenin en güçlü ordusu Mısır hâlâ karşı koyacak güce ve hazırlığa sahip
değilse, bu sözde yeni devletin neye gücü yetecek?!
İşte bu, Amerika’nın Filistin topraklarının %78’inde “İsrail” işgalini
resmileştirmek ve İslâm dünyasıyla normalleştirmek için Müslümanlara dayattığı
habis planlarından başka bir şey değildir. İslâm dünyasındaki yönetimler, bu
habis planla halklarını oyalamayı siyaset zannediyorlar.
Çünkü mevcut ulus devletler, uydu devletlerdir; Amerika’nın
yörüngesinde hareket etmektedirler. 57’si “İsrail” sorununa çözüm olmadığı
gibi, 58.’si de asla çözüm olmayacaktır. Gerçek çözüm, ümmetimizi yüzyıl önce
hapsedildiği ulus devlet kafesinden çıkararak; tüm dinamiklerini, coğrafyasının
imkânlarını ve askerî gücünü birleştirerek harekete geçirecek Hilâfet Devleti’dir.
[لِمِثْلِ هٰذَا
فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ] "Çalışanlar (Gazze için
uğraş içinde olanlar), böylesi bir şey (gaye) için çalışsınlar."[5]
[1]
Buhari, Edeb 27
[2]
Ebu Davud, 4530
[3]
Âli İmran Suresi 103
[4]
Enbiya Suresi 92
[5]
Saffat Suresi 61
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış