ULUS DEVLET KAFESİ: 57 DEVLET VE KÜRESEL SİSTEMLE İŞ BİRLİĞİ

Dr. Abdurrahim Şen

İslâm’ın son devleti Osmanlı Hilâfeti, I. Dünya Savaşı sonrasında siyasi sahneden düşürüldü. Osmanlı bakiyesi topraklarda ulus devletler kuruldu. Bu devletlerin mimarisi, 20. yüzyılın ilk yarısında İngiltere’nin başını çektiği Avrupalı sömürgeci devletler tarafından şekillendirildi. İkinci yarısında ise –Pax Americana döneminde (ABD'nin küresel bir aktör olarak öne çıktığı II. Dünya Savaşı sonrası)– bu devletler, siyasi, ekonomik ve askerî açıdan Amerikan politik mimarisi tarafından konumlandırıldılar.

İslâm coğrafyasında ulus devletler çoğunlukla Amerika’nın, kısmen İngiltere’nin yörüngesinde hareket eden “uydu” veya “tâbi” devletler hâline geldi. Öncülük ettikleri küresel kuruluşlar ve uluslararası sözleşmelerle bu ulus devletler, siyasi, ekonomik ve askerî açıdan kendi çıkarları ekseninde hareket eden, kendi yörüngesinde dönen devletler hâline getirildiler.

Bu ulus devletlerin Batı’nın yörüngesinde hareket ettikleri, Gazze savaşı ile birlikte herkes nazarında âşikâr olmuştur. Bu süreç, İslâm coğrafyasında ulus devletlerin tomografisini çekmiş, derin yapısal hastalıklarla malûl, felçli yapılar olduklarını ortaya koymuştur. Yaklaşık iki yıldır devam eden mezalimi sonlandırmak adına hiçbir somut adım atmamışlardır: Yahudi varlığı ile diplomatik ilişkileri kesmemişler, ticareti durdurmamışlar, yakıt transferine devam etmişlerdir. Savunma fuarlarında şirketlerine katliam makinelerini sergilemelerine izin verirken, katillerin protesto edilmesine dahi izin vermeyerek adeta “İsrail” için dokunulmazlık zırhı oluşturmuşlar, gerçek bir demir kubbe olmuşlardır. Gazze’de bebek katleden Yahudi canileri vatandaşlıktan çıkarma taleplerini gündemlerine dahi almamışlardır.

“İsrail”in müsaade ettiğinin dışında Gazze’ye bir damla su sokamadıkları gibi, insani yardımları ölüm oyununa çeviren, dağıtım noktalarında ölüm pusuları kuran “İsrail”i; bütün bunların sponsorluğunda gerçekleştiği BM’ye havale ederek boşlukta adım atmayı “bir şey yapmak” olarak servis etmişlerdir. Bu liste uzatılabilir, ancak yirmi iki ayın sonunda New York Deklarasyonu’na imza atmaları; 7 Ekim saldırısını kınamaları, Hamas’ın silahsızlandırılması ve Gazze’nin “İsrail” kuklası Abbas yönetimine bağlanmasını talep etmeleri, somut adımı Gazze değil, “İsrail” lehine attıklarını göstermiştir.

İslâm (Filistin) topraklarının %78’inde işgali meşrulaştıran, kalan %22’sinde kartondan bir devleti dayatan iki devletli çözümle “İsrail”in güvenliğini merkeze alan Amerikan politik mimarisiyle şekillenen; dış politikalarını Amerikan çıkarları ekseninde döndüren uydu devletler olduklarını âşikâr etmişlerdir.

Aslında bu durum, coğrafyamızda kurulu ulus devlet aygıtının derin ve yapısal sorunları olan bir aygıt olduğu gerçeği ile Müslümanları yüzleştirmiştir. Nedir o yapısal sorun? İslâm coğrafyasındaki ulus devletler, İslâm’a değil, Batı’ya aittir. İlk defa Batı’da üretilmiş, ardından İslâm coğrafyasına monte edilmiştir. Bu makinenin, ulus devlet mekanizmasının mühendisliği, fabrika ayarları, patenti tamamen sömürgeci kapitalistlere aittir. Sadece başına “millî” iliştirilmiştir.

Ve sürekli olarak Batı'nın denetimindeki küresel kuruluşlar (BM, NATO, IMF, AB, AP) aracılığıyla siyasi, askerî, ekonomik, hukuki ve kültürel tüm yönlerden “servis” ve “bakım”a alınarak fabrika ayarları kontrol edilmektedir. Devlet organlarını (iktidarı) kullanma kılavuzuna uygun olan siyasi partiler akredite edilmektedir. Küresel kurucu devletlerin yörüngesinde döndükleri sürece, bu devasa ulus devlet makinesinin başında hangi iktidarın bulunduğunun bir önemi yoktur. İktidardakiler sadece Batı namına bu işleyişi sağlayan makinist konumundadırlar. Dönem dönem makine arızalanır, parçalarını değiştirirler; paslanır, yağlayıp işler hâle getirirler.

Mühendisliğiyle, tasarımıyla tamamen sömürgeci Batı'ya ait fakat bizim coğrafyamızda kurulmuş bu makinenin iki vazifesi vardır:

  1. Coğrafyamızın ekonomik kaynaklarını Batı’ya taşımak,
  2. Siyasi ve stratejik imkânlarını Batılı devletlerin çıkarları doğrultusunda kullandırarak onları birinci devlet konumuna taşımak ve devletler hiyerarşisindeki bu konumlarını korumak.

Maalesef bu uydu/ulus devletler, sözde ulusa ait olduğu söylenen egemenlik haklarını; yörüngesinde döndükleri emperyal devletlere ve küresel hegemonik kurumlara teslim etmişlerdir. Bu yönüyle İslâm coğrafyasındaki ulus devletler, Müslüman halkların iradelerinin hapsedildiği kafeslerdir: 57 devasa kafes, birer açık hava hapishanesi…

Bu kafes, böylesine bir mezalim sırasında bile Müslümanların birbirlerine en ufak bir yardımın ulaşmasına dahi izin vermeyen çelik teller ve çelik gibi uluslararası sözleşmelerle örülüdür. Halklar kaynıyor, yürekleri kavruluyor; ama bu kafesin bekçileri, soğuk yüzlü bir gardiyan gibi ulus devletin nöbetini tutmaya devam ediyor.

Aslında bu ulus devletler, sınırları içinde “egemen devletler” değil; dünyanın egemen güçleri adına milletlerin iradesine egemen olan devletlerdir. Bu irade hapsi, Batılı devletler adına ve onların çıkarları doğrultusunda gerçekleşmektedir. İslâm ümmeti, yüz yıl önce kendi öz yurdunda işte bu ulus devletlerin kurulmasıyla birlikte devasa bir hapishaneye kapatılmış oldu.

Ulus devlet modelinin İslâm coğrafyasına monte edilmesindeki en önemli amaçlardan biri, Müslümanları parçalamak, kolay yönetilebilir hâle getirmek ve sömürmektir. Zira İslâm ümmeti; akîdesi, kıblesi, hukuk sistemi ve onu uygulayan devleti ile bir olduğu sürece, servetlerinin sömürülmesi ve topraklarının işgal edilmesi imkânsızdı.

O sebeple geniş ailemiz parçalandı, kompartımanlara bölündü. Kalabalık bir aile düşünün: 57 odalı bir evde oturuyorlar… Ebeveyn odası, ayrı ayrı çocuk odaları, gelinler, damatlar, torunlar; geniş bir aile… Bu aile, evin ortasındaki kocaman salonda bir araya geliyor, yiyor, içiyor, muhabbet ediyor… Ve herkes birbirinin odasına rahatça girip çıkabiliyor.

Derken bir gece, hane halkı derin uykudayken odaların kapılarına beton duvarlar örülüyor. Sabah kalktıklarında karşılarında duvarları, aralarına çekilen sınırları buluyorlar… Artık salonda toplanamıyorlar, kimse kimsenin odasına giremiyor. Ve öyle bir eğitim sistemi kurgulanmış ki; yıllarca aynı çatı altında yaşamış kardeşler, ayrı kimliklerle (uluslar) birbirine düşman hâle getirilmiş.

İşte bu ulus devletler, ümmetimizin bir gaflet anında –aydınlarının ve münevverlerinin Batı kültürüyle zehirlendiği ve morfinlendiği bir anda– cebren ve hile ile coğrafyamıza kondurulmuş “gecekondu”lardır. Dolayısıyla meşruiyet açısından malûldürler. Bu toprakların ana unsuru olan Müslümanların inancına, kültürüne ve İslâm hukuk kriterlerine uygun olmayan “ruhsatsız” yapılardır. Bu, yapısal açıdan ulus devletin meşruiyet sorununa işaret etmektedir.

Bir de İslâm âlemi ile ilişkileri, yani politik açıdan sorunlu yönleri vardır. Bunlar, kriz anlarında kendini çok daha görünür kılar. Ulus devletler, yörüngesinde döndükleri büyük devletin çıkarları ekseninde hareket etmek üzere programlanmış devletlerdir. Ancak İslâm dünyasında yönetimler ve yönlendirici elitler (aydınlar ve fikir adamları), bunu sözüm ona “uluslarının çıkarıymış” gibi perdeliyorlar.

“Ulusal çıkar” morfini ile halklarını uyuşturuyorlar. Lokal anestezi gibi düşünün: Diş doktoru, operasyon yapılacak bölgeye morfini vurur; sonra oyup keser, sinirleri alır, dişi kökünden söker; hasta ise hiçbir şey hissetmez. Ulusçuluk, ulusal sınırlar ve bu sınırlar üzerinden belirlenen “ulusal çıkarlar” da işte böyle bir morfin gibidir: İktidarları koltuklarında uyuşturur, sınır ötesindeki mezalimi sonlandırmak için somut adımlar atmalarına engel olur. Çünkü artık orayı kendi parçası olarak görmez, hissetmez.

Bu mezalimin Yunan tarafından Edirne’de işlendiğini düşünelim… Akla gelen ilk eylem planı; diplomatik, ticari, siyasi tüm ilişkilerin kesilmesi ve güvenlik güçlerinin seferber edilmesi olurdu. Herkes “Nerede bu devlet, nerede güvenlik birimleri?” diye sözü muhatabına söylerdi. Ulusal sınırlar içinde yaşanan bir saldırı karşısında mantık doğru işletilirdi.

O hâlde bu ulus devlet yapısı, mezalimi def etmek için gerekli adımların atılmasını engelliyor. Ulusçuluğun zehirlediği elitler, sözü muhatabının dışında havaya, suya, boşluğa söylüyorlar. Çünkü Batı kültürüyle morfinlenmişler…

Hani Müslümanlar tek bir vücut, tek bir beden gibiydiler? Bu çağda Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in şu hadisini işitmeyen kaldı mı?

[مثل المؤمنين في توادهم وتراحمهم وتعاطفهم مثل الجسد إذا اشتكى منه عضو تداعى له سائر الجسد بالسهر والحمى] "Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar." [1]

Sonra bu ulus devletlerin bağlı olduğu uluslararası yasalar, devletlerin egemenlik haklarını gasp ediyor; “başka ülkelerin iç işlerine karışmama” kuralı gereğince, bir bedenin parçaları gibi olmaları gereken Müslümanların birbirlerine yardım etmelerini engelliyor. Dahası, işgal ettiği topraklarda “İsrail”in yaptığı tüm katliam ve şenaatler “iç işler” olarak değerlendirilerek müdahale edilmiyor.

Peki çözüm ne?

Müslüman halkların siyasi iradelerini ipotek altına alan ve ordularını kışlalara hapseden ulus devlet kafesinden kurtulmak; bedenimizin parçalarını toplamak, İslâm beldelerini bir ve bölünmez bir bütün hâline getirmektir. Allah Rasulü SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:

[المسلمونَ تتكافأُ دماؤهُم .. وهم يدٌ على من سواهم] "Müslümanların kanları birbirine denktir… Onlar kendilerinden başkalarına karşı bir el gibidir."[2]

Yani Türkiyelinin kanı, malı, çıkarı; Gazzelinin kanı, malı, çıkarından daha üstün değildir. Onlar kâfirlere karşı birlik içinde bir el, tek güç, yekvücuttur. Rabbimiz, ipine (vahye) birlikte sarılmamızı, bölünmememizi emretmiş[3] ve bizleri “tek ümmet” olarak nitelemiştir[4].

Bu makalenin hacmi, konuyla ilgili şer’î delilleri ve fakihlerin görüşlerini serdetmemize imkân vermiyor. Ancak fakihlerin, ilgili delillerden hareketle yapmış oldukları Hilâfet tanımı bile tek başına "efrâdı câmi, ağyârını mâni" bir tanımdır ve meramımızı anlatma kapasitesi son derece yüksektir. Fakihler, Hilâfet kurumunu; "Şer’i ahkâmı uygulamak için dünyadaki tüm Müslümanların genel başkanlığı" olarak tanımlamışlardır. Yani dünyada tüm Müslümanların tek devleti olabilir, ikincisi olamaz; 57.’si ise hiç olamaz. Diğer bir ifadeyle, ulus devlet modeli İslâm açısından gayrimeşru bir modeldir.

Şer’i açıdan durum böyle… Aklî açıdan ise, hassaten 7 Ekim sonrası yaşananlar; 57 ulus devletin bir tek halife etmediğini kanıtlamıştır. Siyasi iradesi, ekonomik kaynakları, coğrafi ve askerî kapasitesi 57 parçaya bölünmüş bu hâliyle İslâm âleminin, küfür milletine karşı izzetini, şerefini, canlarını ve kutsallarını koruyamayacağı açıkça görülmüştür.

Buna rağmen, içlerinde Pakistan gibi nükleer bir güce; Türkiye gibi dünyanın en büyük on askerî gücü arasına giren ordusuna rağmen “henüz güçsüz” ve “hazırlıksız” olduklarını söyleyenler; iki devletli çözümü, kartondan bir Filistin devletini “çözüm” olarak sunuyorlar!

Peki bu sözde Filistin devletinin bir toprağı olacak mı? Hayır. Mahalle mahalle, sokak sokak bölünmüş; “İsrail” kontrol noktaları ile delik deşik edilmiş, fiilen işgal altında; ağır silahları olmayan, uçağı olmayan, sadece polis teşkilatı düzeyinde güvenlik birimleri olacak bir “devlet”…

Üstelik bu polis teşkilatı da “İsrail” keyfine göre saldırdığında, tepki verecek Filistin halkına karşı “İsrail”i korumak için kullanılacak. Yani “İsrail”in güvenliği için oluşturulacak bir karakol devleti… Kartondan bir ulus devlet

57’nin üzerine bir sayı daha eklenecek ve 58 olacak! Hukuk tanımaz Yahudi varlığının saldırganlığı karşısında; dünyanın en güçlü ordularından birine sahip Türkiye, nükleer güce sahip Pakistan veya bölgenin en güçlü ordusu Mısır hâlâ karşı koyacak güce ve hazırlığa sahip değilse, bu sözde yeni devletin neye gücü yetecek?!

İşte bu, Amerika’nın Filistin topraklarının %78’inde “İsrail” işgalini resmileştirmek ve İslâm dünyasıyla normalleştirmek için Müslümanlara dayattığı habis planlarından başka bir şey değildir. İslâm dünyasındaki yönetimler, bu habis planla halklarını oyalamayı siyaset zannediyorlar.

Çünkü mevcut ulus devletler, uydu devletlerdir; Amerika’nın yörüngesinde hareket etmektedirler. 57’si “İsrail” sorununa çözüm olmadığı gibi, 58.’si de asla çözüm olmayacaktır. Gerçek çözüm, ümmetimizi yüzyıl önce hapsedildiği ulus devlet kafesinden çıkararak; tüm dinamiklerini, coğrafyasının imkânlarını ve askerî gücünü birleştirerek harekete geçirecek Hilâfet Devleti’dir.

[لِمِثْلِ هٰذَا فَلْيَعْمَلِ الْعَامِلُونَ] "Çalışanlar (Gazze için uğraş içinde olanlar), böylesi bir şey (gaye) için çalışsınlar."[5]

 



[1] Buhari, Edeb 27

[2] Ebu Davud, 4530

[3] Âli İmran Suresi 103

[4] Enbiya Suresi 92

[5] Saffat Suresi 61


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz