Bu yazımda “Hak,
Hukuk ve Adalet” konusunu ele almaya, bu kavramların sözlük ve ıstılahî
anlamlarını, Kur’ân ve Sünnet’te kullanılışlarını ve konumuzla alakalı olan
yönlerini irdelemeye çalışacağım.
Hak kavramının
bizzat kendisi başlı başına uzun bir makale hatta kitap konusunu
oluşturmaktadır. Dolayısıyla bu kelime kullanıldığı yerler ve bağlamları
itibariyle çok geniş anlamları ihtiva eden bir kavramdır. Bu anlamların
hangisinin kastedildiği ise kullanıldığı yere, konuyu ele alan kimsenin
maksadına bağlı olarak değerlendirilir.
Hak kelimesi
sözlükte “gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek,
bir şeye yakînen muttali olmak” anlamlarında mastar ve “gerçek, sabit,
doğru, varlığı kesin olan şey” anlamlarında isim olan hak kelimesi (çoğulu hukuk)
genellikle bâtılın zıddı olarak gösterilir…. Seyyid Şerîf el-Cürcânî, hakkın “inkârı
mümkün olmayacak kesinlikte gerçek (sabit) olan şey” biçimindeki sözlük
anlamını verdikten sonra Teftâzânî’den iktibasla terim olarak “gerçeğe
mutabık olan hüküm”[1]
anlamına geldiğini, bu hükmü taşıyan söz, inanç, din ve görüşler için de
kullanıldığını belirtir ve bâtılın zıddı olduğunu söyler.[2]
Hak kelimesi
Kur’ân-ı Kerim’de (الْحَقِّ) şeklinde 112 ayette 119 defa yer almaktadır. Bunun
dışında harf-i tarifsiz olarak da birçok ayette geçmektedir.
Râgıb el-isfehânî,
hak kelimesinin asıl manasının mutabakat ve muvafakat olduğunu belirtikten
sonra taşımış olduğu anlamları Kur’ân ayetlerinden örneklerle açıklamakta ve
şunları söylemektedir:
“Birincisi:
Bir şeyi hikmetin gereğine uygun olarak icat eden, kimse. Bu nedenle Allahu
Teâlâ hakkında ayette şöyle denilmektedir: [وَرُدُّوا
إِلَى اللَّـهِ مَوْلَاهُمُ الْحَقِّ] “Artık onlar gerçek (hak) sahipleri olan Allah'a
döndürülmüşlerdir.”[3]
Bu ayetten bir ayet sonra ise hemen şöyle buyurmaktadır: [فَذَٰلِكُمُ
اللَّـهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ ۖ فَمَاذَا بَعْدَ الْحَقِّ
إِلَّا الضَّلَالُ ۖ فَأَنَّىٰ تُصْرَفُونَ] “İşte
O, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır. Artık haktan (ayrıldıktan) sonra
sapıklıktan başka ne kalır? O hâlde nasıl (sapıklığa) döndürülüyorsunuz?[4]
İkincisi: Hikmetin gereğine
uygun olarak yapılan iş. Bu nedenle Allah’a ait fiillerin tümü haktır, denilir.
Ölüm haktır, yeniden dirilme haktır, sözlerimizde olduğu gibi. Allahu Teâlâ
şöyle buyurmaktadır: [وَيَسْتَنبِئُونَكَ
أَحَقٌّ هُوَ ۖ قُلْ إِي وَرَبِّي
إِنَّهُ لَحَقٌّ ۖ وَمَا أَنتُم بِمُعْجِزِينَ] “O
(azap) bir gerçek midir? diye senden haber istiyorlar. De ki: Evet, Rabbime
andolsun ki o şüphesiz gerçektir ve siz aciz bırakacak değilsiniz.”[5] [مَا
خَلَقَ اللَّـهُ ذَٰلِكَ إِلَّا بِالْحَقِّ] “Allah bunları, ancak bir gerçeğe
(ve hikmete) binaen yaratmıştır.”[6]
Üçüncüsü: Bir şeye aslına
uygun ve doğru olarak inanma. Falan kimsenin ölümün ardından dirilmeye, sevap
ve cezaya, cennet ve cehenneme inancı haktır, sözümüzde olduğu gibi. Allahu
Teâlâ şöyle buyurmuştur: [ فَهَدَى اللَّـهُ الَّذِينَ آمَنُوا لِمَا
اخْتَلَفُوا فِيهِ مِنَ الْحَقِّ بِإِذْنِهِ] “İşte Allah (böylece) iman
edenleri, kendi iradesiyle; hakkında ihtilafa düştükleri hakka (gerçeğe)
ulaştırdı.”[7]
Dördüncüsü: Gerektiği
şekilde, gerekli ölçüde ve gereken zamanda meydana gelen iş. Fiilin haktır,
sözün haktır, ifadelerimizde olduğu gibi. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur: [كَذَٰلِكَ
حَقَّتْ كَلِمَتُ رَبِّكَ عَلَى الَّذِينَ فَسَقُوا أَنَّهُمْ لَا يُؤْمِنُونَ] “Rabbinin
yoldan çıkanlar hakkındaki, ‘Onlar artık imana gelmezler’ sözü, işte böylece
gerçekleşmiştir”[8]
[وَلَوِ
اتَّبَعَ الْحَقُّ أَهْوَاءَهُمْ] “Eğer hak onların arzularına uysaydı…[9]”
Hak kelimesi
Kur’ân-ı Kerim’deki ayetlerde; “vakıaya, gerçeği uygun söz, doğru haber,
doğru yol, aslına uygun bilgi, inanç, yakîn, delil, bir olayın iç yüzü, adalet,
görev, ödev, hüküm”[10]
gibi farklı anlamlarda kullanılmıştır.
Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in
hadislerinde de hak kelimesi farklı anlamlarda kullanılmış olup genel çerçevesi
itibariyle bunların tümü kelimenin sözlük anlamları dışında değildir. Şu
hadislerde olduğu gibi:
وَلَكَ
الْحَمْدُ أَنْتَ الْحَقُّ وَوَعْدُكَ الْحَقُّ وَلِقَاؤُكَ حَقٌّ وَقَوْلُكَ
حَقٌّ وَالْجَنَّةُ حَقٌّ وَالنَّارُ حَقٌّ وَالنَّبِيُّونَ حَقٌّ وَمُحَمَّدٌ
صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ حَقٌّ وَالسَّاعَةُ حَقٌّ
“Hamd
sanadır. Sen, haksın, senin vadin haktır, sana kavuşmak haktır, senin sözün
haktır, cennet haktır, cehennem haktır, nebiler haktır, Muhammed SallAllahu
Aleyhi ve Sellem haktır, kıyamet haktır.”[11]
Hak kelimesi İslâmi
kaynaklarda belki de en fazla kullanılan kelimelerdendir. Akideden, hadis
ilmine, fıkıhtan tasavvufa ve felsefeye varıncaya kadar her yerde bu kelime
kullanılmıştır. Yukarıda da dediğimiz gibi bu anlamların neredeyse tümü
kelimenin sözlük anlamından kopuk değildir. Bu kelime günümüzde bizlerin de
sözleri arasında yoğun olarak kullanılmaktadır. Ancak günümüz Müslümanları
özellikle de bizler bu kelimeyi, korunması, gözetilmesi veya sahibine ödenmesi
gerekli olan maddi ve manevi borç, eşya, menfaat, görev ve sorumluluk gibi
anlamlarda kullanmaktayız. Toplum içerisinde genellikle “kul hakkı” şeklinde
daha fazla kullanılan, anlam olarak da içerisinde komşu hakkı, kardeş hakkı,
akraba hakkı gibi kelimelerle detaylandırılabilen bu ifade, birbirleriyle olan
maddi ve manevi ilişkilerinde insanların belirlenen sınırlara riayet etmeleri,
gözetmeleri gibi anlamları ifade etmektedir. Bir diğer ifade ile farklı
yönleriyle fertlerin birbirleriyle, ferdin içerisinde yaşamakta olduğu toplumu
ve devletiyle ya da devlet ile fertler arasında var olan bir nevi borç alacak
ilişkisini ifade eder. Bu borç alacak ilişkisi, elle tutulabilen ve hissedilen,
değişik türleriyle maddi hususları ifade ettiği gibi, elle tutulamayan yönleri
de ifade eder. Yani hak kelimesi ile sadece paraya tahvil edilebilecek hususlar
kastedilmez. Buhârî’nin Kitabu’l Edeb ve Kitabu’s-Savm bölümlerinde Avn Bin Ebî
Cuhayfe’den onun da dedesinden rivayeti şöyledir:
آخَى
النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ بَيْنَ سَلْمَانَ وَأَبِي
الدَّرْدَاءِ فَزَارَ سَلْمَانُ أَبَا الدَّرْدَاءِ فَرَأَى أُمَّ الدَّرْدَاءِ
مُتَبَذِّلَةً فَقَالَ لَهَا مَا شَأْنُكِ قَالَتْ أَخُوكَ أَبُو الدَّرْدَاءِ
لَيْسَ لَهُ حَاجَةٌ فِي الدُّنْيَا فَجَاءَ أَبُو الدَّرْدَاءِ فَصَنَعَ لَهُ
طَعَامًا فَقَالَ كُلْ قَالَ فَإِنِّي صَائِمٌ قَالَ مَا أَنَا بِآكِلٍ حَتَّى
تَأْكُلَ قَالَ فَأَكَلَ فَلَمَّا كَانَ اللَّيْلُ ذَهَبَ أَبُو الدَّرْدَاءِ
يَقُومُ قَالَ نَمْ فَنَامَ ثُمَّ ذَهَبَ يَقُومُ فَقَالَ نَمْ فَلَمَّا كَانَ
مِنْ آخِرِ اللَّيْلِ قَالَ سَلْمَانُ قُمْ الْآنَ فَصَلَّيَا فَقَالَ لَهُ
سَلْمَانُ إِنَّ لِرَبِّكَ عَلَيْكَ حَقًّا وَلِنَفْسِكَ عَلَيْكَ حَقًّا
وَلِأَهْلِكَ عَلَيْكَ حَقًّا فَأَعْطِ كُلَّ ذِي حَقٍّ حَقَّهُ فَأَتَى
النَّبِيَّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَذَكَرَ ذَلِكَ لَهُ فَقَالَ
النَّبِيُّ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ صَدَقَ سَلْمَانُ
“Nebi SallAllahu Aleyhi ve Sellem Selman ile Ebu’d-Derdâ arasında kardeşlik
yaptı. Selman, Ebu’d Derdâ’yı ziyaret ettiği bir gün karısı Ümmü’d Derdâ’yı
bakımsız bir hâlde elbiseler içinde görünce çok şaşırarak, bu ne hâl, diye
sordu. Ümmü’d Derdâ şöyle dedi. Kardeşin Ebu’d Derdâ’nın dünyaya (ve bir eşe)
ihtiyacı yok. Bir müddet sonra Ebu’d Derdâ gelerek ona yemek ikram etti. Selman
onun da kendisiyle birlikte yemesini isteyince Ebu’d Derdâ, ben oruçluyum, dedi.
Ancak Selman, sen yiyene kadar ben yemeyeceğim, deyince Ebu’d Derdâ, nafile
olan orucunu bozarak yemeğe katıldı. Gece olunca Selman Ebu’d Derdâ’nın
misafiri oldu. Ebu’d Derdâ gecenin bir yarısında erkenden namaza kalkmıştı. Bu
durumu fark eden Selman, yatıp uyumasını istedi. Bir süre sonra tekrar namaza
kalkan Ebu’d Derdâ’yı Selman yine uyuması konusunda uyardı. Gecenin sonuna
doğru Selman, Ebu’d Derdâ’yı, şimdi kalk diye uyandırdı ve birlikte namaz
kıldılar. Namaz sonrasında Selman, Ebu’d Derdâ’yı karşısına alarak şunları
söyledi: Rabbinin senin üzerinde hakkı vardır, nefsinin senin üzerinde hakkı
vardır. Ailenin senin üzerinde hakkı vardır. Şu hâlde her hak sahibine hakkını
ver. Bu olaydan sonra Ebu’d Derdâ Rasûlullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’e gelerek
hadiseyi anlatınca ona: Selman doğru söylemiş, dedi.”[12]
Selman hadisinde de
görüleceği üzere hak kelimesi, sadece insanlar arasındaki ilişkilerden kaynaklı
hususlarda değil aynı zamanda yaratıcı ile yaratılan arasındaki ilişkiler
hakkında da kullanılmıştır. Bu hadiste ise maddi nitelikli hususlar dışında
kişinin, kendisi, yaratıcısı ve hanımı ile olan ilişkilerinden kaynaklı haklar
söz konusu edilmiştir -ki bu da netice itibariyle bir tarafın diğer taraftan
alacağı, buna karşılık ise karşı tarafın ödemesi, yerine getirmesi gereken bir
borcu ifade etmektedir.
Hak kavramı
hakkında İslâm fıkhında değişik boyutları ve yönleriyle geniş açıklamalar yer
almaktadır. Fakihler Allah’ın indirdiği hükümlerin insanlar üzerinde
uygulanmasını, toplumda var olan her türlü meselenin İslâm şeriatına göre
çözüme kavuşturulmasını tek gaye ve hedef hâline getirdikleri için insanı
ilgilendiren ve hak kavramı içerisinde değerlendirilebilecek her alanda görüş
belirtmişlerdir. Zira hangi hususla veya meseleyle ilgili olursa olsun onların
düşüncelerinde İslâm şeriatı dışında bir başka kaynaktan çözüm aramak, destek
almak gibi en ufak bir eylem söz konusu olmamıştır. Onlar sadece ve sadece
Allah’ı ve Rasûlünü razı etmeyi hedefledikleri için çalışmaları da bu yönde
olmuştur.
Ancak hak kavramı
ile ilgili olarak Batı kanunlarının dayanmış olduğu esaslar tümden hatalı ve
yanlıştır. Zira onlar hakkı aynî ve şahsî haklar şeklinde iki kısma ayırmakta
ve hukuk sistemlerini de bu esas üzerine oturtmaktadırlar. Bu konu ile ilgili
olarak Takiyyüddin en-Nebhânî (Allah ona rahmet etsin) “Hizb-ut
Tahrir’den Müslümanlara Bir Sıcak Çağrı” isimli eserinde uzun açıklamalarda
bulunmaktadır. Bu açıklamaların bir kısmında şöyle diyor:
“Batı sistemi ‘hak’
konusunda hatalı bir esas üzere kurulu olup kanun koyma ile ilgili tüm
nazariyeleri de bu yanlış esasa dayanmaktadır. Batılılar hakkı, "kanunlar
tarafından kabul edilen ve zati değeri olan bir maslahat” şeklinde tarif
ederler. Onların hak konusundaki bu anlayışları temelden yanlıştır. Bu sebeple
buna dayanan bütün kanunları da bozuktur. Onların hak anlayışlarının yanlış
olmasının nedeni şudur: Vakıası itibariyle hak sadece mali değeri olan bir
menfaat ve maslahat değildir. Hak, mutlak bir maslahattır. Mali bir değeri
içerebileceği gibi, mali değeri olmayabilir de. Bundan dolayı hakkı, sadece
mali değeri olan bir yarara tahsis etmek beraberinde iki husus gerçekleştirir.
1- İçeriğinde hem
evlilik hukukunu hem de bütün aile hukukunu barındıran ve mali değeri olmayan
evlenmek, boşanmak gibi maslahatı kapsamına almaz. Aynı zamanda insana ait
haklardan sayılan şeref, haysiyet ve onur gibi manevi değere sahip olan
maslahatları da içine almaz. Çünkü bu gibi hakların gerçek anlamda mali değerle
takdir edilmesi mümkün değildir.
2- Varlıkları mali
değerlere göre takdir etmek, değerlendirmeye esas olacak bir birimin varlığını
gerektirir. Hâlbuki hakkın bizzat kendisi bir esastır. Onun değerini tespit
etmek için başka bir değer birimi icat etmeye lüzum yoktur. İşte bundan dolayı
batılıların hak ile ilgili olarak yaptıkları tarif yanlış ve bozuktur.
Yine batılılara
göre hak başlıca iki kısma ayrılır.
1- Şahsi ilişkileri
ilgilendiren hak. Bunu kişisel hak olarak isimlendiriyorlar.
2- Şahıs ve mal
ilişkisi ile ilgili hak. Buna da aynî hak olarak isimlendiriyorlar.
Onlara göre şahsi
hak iki şahıs arasındaki borç alacak bağıdır. Batılılar bunu şöyle tarif
etmişlerdir: ‘Hak, borçlu ve alacaklı gibi iki şahıs arasındaki ilişki olup,
alacaklı olan kimsenin bu ilişkinin gereği olarak, borçlu olan kimsenin ya bir
şey vermesini ya bir iş yapmasını ya da bir işten çekinmesini istemesidir.’
Şahsi hak bir iltizamdır ve kişisel muameleler olarak isimlendirilen hususlar
buna göre çözüme kavuşturulur. Yani; havale, alışveriş, mal takası ile yapılan
alışverişler, şirketler, bağış, sulh, icâre, ödünç alma/verme, vekâlet, rehin
ve kefalet gibi muameleler bu esasa göre çözülür. Batılılara göre şahsın mal
ile olan ilişkisini ifade eden aynî hakkın hiçbir yeri yoktur. Onlara göre aynî
hak, kanunun muayyen bir şahsa muayyen bir şey üzerinde vermiş olduğu yetkidir.
Nitekim onu şöyle tarif ediyorlar: ‘Kanunun belirli bir kimseye belli bir şey
üzerinde egemenlik yetkisini verdiği husustur.’ Aynî hak şahsı değil malı
ilgilendirir. Mülkiyet hakkı, mülkiyeti elde etme sebepleri, gelir getiren
ipotek, hayat sigortası ve imtiyaz hakları gibi çeşitli muameleler aynî hak
esasına göre çözüme kavuşturulur.
Hak ile ilgili
yapılan bu taksimatın hiçbir anlamı yoktur. Şahsi hak ile aynî hak diye
isimlendirdiklerinin arasında herhangi bir fark bulunmadığı gibi her ikisine
göre yapmış oldukları detaylar arasında da herhangi bir fark yoktur.
Nitekim icâre
(kira) ile gayri menkul ipoteği arasında herhangi bir fark olmadığı hâlde,
nasıl oluyor da icâre şahsi hak, gayrimenkul ipoteği ise aynî hak sayılıyor?
Halbuki her ikisinin de konusu mal olup iki şahıs arasındaki bir ilişkidir.
Diğer taraftan batılılar tarafından yapılan tarif bir varsayım olup, mantıki birtakım
faraziyeler üzerine kurulmuştur. Bu tarif vakıa hakkındaki niteleme olmadığı
gibi bir vakıa hakkındaki hüküm de değildir. Batılıların, aynî hakla ilgili
olarak; ‘kanun tarafından muayyen bir şahsa muayyen bir şey üzerinde tasarruf
yetkisinin verilmesi’ şeklinde yaptıkları tarifi ele alırsak, bu tarife göre
ilişki iki şahıs arasında değil, şahısla şey arasında gerçekleşmektedir. Fakat
gerçekte ise bu ilişki şahıs ile şey arasında gerçekleşmemekte, bilakis konusu
şey olup şahısla bir diğer şahıs arasında meydana gelmektedir. Mülk edinme
sebepleri, menkul ve gayri menkul ipoteği, hayat sigortası gibi aynî hakkın
mefhumuna dahil etmeye çalıştıkları bu muamelelerin hepsi bir başka şeyi değil,
açık bir şekilde bunu ifade etmektedir. Yani iki şahıs arasındaki ilişkiler
kısmına girmektedirler. Evet bu gibi muameleler, konusu mal olan iki şahıs
arasında cereyan eden ilişkilerdir. Yoksa şahısla şey arasındaki ilişki
değildir.
Şahsi hakla ilgili
olarak batılıların; ‘alacaklı ve borçlu gibi iki şahsın arasındaki ilişki olup,
bu ilişkinin gereği olarak alacaklının borçludan bir şeyi vermesini yahut bir
iş yapmasını yahut bir işten vazgeçmesini istemesidir’ şeklindeki tariflerine
göre hak, bir şey bulunsun veya bulunmasın iki şahıs arasındaki bir ilişkidir.
Ne var ki gerçekte iki şahıs arasında ilişkiyi oluşturacak bir şey söz konusu
olmadıkça iki kişi arasında bir ilişki de meydana gelmez. Şeyin kendisi bizzat
ilişkinin konusu hatta esasıdır. Ayrıca bağ olarak isimlendirdikleri bu ilişki,
iki kişiden birinin diğerinden bir şey istemesini gerektirmeyebilir de. Buna
bağlı olarak da alacaklı borçludan ödeme isteğinde bulunması şeklinde bir
tarife gidilemez. Her iki şahıs da
birbirinden hak talep edebilirler. Alışveriş, icâre, sulh, gibi şahsi hak
mefhumuna soktukları bütün muameleler de ‘şey’in ilişkilerde esas olduğunu açık
bir şekilde göstermektedir. Şey olmasaydı ilişki de, hak da var olmazdı. Ayrıca
iki şahıstan her biri diğerinden hak talep edebilir. Ancak bu hak isteme türü
değişik olabilir. Mesela satıcı parasını talep ederken müşteri de malı talep
eder. Ayrıca hakkın şahsi ve aynî diye iki kısıma ayrılmasının pratikte ve
gerçekte bir anlamı yoktur. Zira mesele şahsın ilişkisi ile alakalıdır. Bu
ilişki bir başka beraberindeki alışveriş ilişkisi gibi bir şahısla alakalı
olabileceği gibi, hibe veya hayır vakfı gibi kişi ile birlikte bir şey
ilişkisiyle de olabilir. Bundan dolayı şahsi hak diye isimlendirdikleri ve
birinci bölümde yer alan hususlarla aynî hak diye isimlendirdikleri ve ikinci
bölümde yer alan hususlar arasında herhangi bir fark yoktur. Zira aynî hak
kapsamında değerlendirdikleri ipotek ile lisans hakkı gibi haklar ile şahsî
haklar kapsamında değerlendirdikleri; havale, alışveriş, şirket, icâre ve vekâlet
gibi haklar arasında herhangi bir fark söz konusu değildir. Zira konu insanın
ilişkisidir. Bu da ya konusu mal olan şahsı veya şahsa ait olan malı ya da
sadece malı ilgilendirir. Bu üç şeklin hepsi tek şey demek olup bu da insanın
ilişkisini düzenlemekten ibarettir. Bunun için hakkın bu şekilde şahsi hak ve
aynî hak olarak taksim edilmesi yanlıştır.
Medeni kanunla
kendisini belirgin hâle getiren Batı yasalarında da aynı durum söz konusudur.
Yani medeni kanun diye adlandırdıkları; ferdin ailesiyle veya ferdin diğer
kişilerle mali yönden ilişkilerini düzenleyen yasalarda da durum aynıdır. Zira
onlar medeni kanun üzerinden İslâmi kanunlara saldırmaktadırlar. Bu medeni
kanunla Batı, şahsi ve aynî şeklinde hakkı ikiye ayırdı. Batılılar şahsî hakkı
iltizam hâline getirip bu esasa göre de iltizam nazariyesini koydular. Buna
göre de Latin ve Cermen kanunları ile ilgili tüm Batı kanunlarının temelini bu
esas ve asıl meydana getirmiştir.
Latin ve Cermen
kanunlarının hepsi bu iltizam nazariyesine dayanır. İltizam nazariyesi hakkında
ise birçok tarif yaptılar. Bu tariflerin tümü; bir şeyi vermek veya bir şeyi
yapmak veya yapmaktan kaçınmak anlamları etrafından dönüp dolaşmaktadır.
İltizam hakkında şu tarifleri yaptılar:
İltizam, bir anlaşmadır ve anlaşma
gereği olarak bir veya daha fazla kişi, bir veya daha fazla kişiye bir şey
vermede, bir iş yapmada veya bir işten çekinme hususlarında kendilerini sorumlu
kabul ederler.
Başka bir tarife
göre de iltizam, bir kanuni durum olup, bu kanunun gereği olarak şahıs
bir aynî hakkı taşımaya, bir şeyi yapmaya veya bir işi yapmaktan çekilmeye
mecburdur.
Bu tariflerle
onların şahsi hakka ait yaptıkları ‘O alacaklı ve borçlu iki şahsın arasındaki
bir bağdır. Bu bağın gereği olarak alacaklı, borçludan bir şey almayı veya bir
iş yapmayı yahut bir işten çekinmeyi isteyebilir’ tarifiyle karşılaştırıldığı
zaman onların iltizam nazariyelerinin şahsi haktan ibaret olduğu açık olarak
ortaya çıkar. Dolayısıyla iltizam nazariyesi, onların yasama esaslarının üçüncüsüdür.
Zira onlar önce hakkı tarif ettiler, sonra da onu aynî ve şahsi diye ikiye
ayırdılar. Bu tariflerinin ardından da şahsi hakla ilgili olarak iltizam
nazariyesini uygulayıp bunu, Batı medeni kanunlarının tümünün esası hâline
getirdiler. Bu iltizam nazariyesi tüm Batı tekniklerindeki en önemli teori
olarak kabul edilir. Batı hukuk ve tekniklerinin tümünü dikkatli bir şekilde
inceleyen kimse, bu kanunlarda yer alan tehlikenin medeni kanundan
kaynaklandığını ve onlara göre de medeni kanunun diğer kanunların belkemiğini
teşkil ettiğini görür. Batı kanun tekniklerinin ve bu tekniklere dayalı olarak
çıkartılan kanunların bozukluğu tüm netliği ile ortaya konulmasına bağlı
olarak, Batı kanunlarının bozukluğu ve yetersizliği de net olarak ortadadır.
Ancak Batı’nın bu bozuk ve batıl kanunlarla hak olan şer’î kanunlara meydan
okuması ve saldırıda bulunması karşısında Müslümanların yenilgiye uğramaları
ise bir garabet ve dehşetten başka bir şey değildir.”[13]
Hukuk kelimesi ise
hak kelimesinin çoğulu olup “literatürde genellikle iki anlamda kullanılır.
Birincisi, toplum hayatını ve dışa akseden şekliyle beşerî ilişkileri cebrî
müeyyidelerle düzene koyan kurallar bütünüdür. Hukukun Türkçe’deki yaygın
kullanımı da bu yöndedir.”[14] Arapça
kelime olan hukuk kelimesi yerine İslâmi kaynaklarda, fıkıh, şeriat, kanun ve
teşri gibi kavramlar da kullanılır.
İslâm hukuku, beşerî hukuk, roma hukuku gibi ifadeler bir toplumda var
olan sorunların çözümünde uygulanacak olan kanunları ve hükümleri ifade eder.
Bu şekliyle geniş anlama sahiptir. Fakat ceza hukuku gibi kavramlar ise daha
özel bir alanı ifade etmektedir.
Adalet kavramı ise
hak ve hukuk kavramlarıyla doğrudan irtibatlı bir kavram olup hakkın ve hukukun
doğru bir şekilde uygulanmasıyla ilişkilidir. Adil olmak, herhangi bir mesele
ile ilgili olan kanunun, meselenin doğru bir şekilde uygulanmasıdır. Toplumda
adalet kavramı ile ilgili olarak var olan anlayış genelde bunu ifade eder.
Kur’ân-ı Kerim’de şu şekilde geçmiştir.
إِنَّ اللَّـهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤَدُّوا
الْأَمَانَاتِ إِلَىٰ أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُوا
بِالْعَدْلِ
“Allah size,
mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmetmenizi emreder.”[15]
إِنَّ اللَّـهَ يَأْمُرُ بِالْعَدْلِ
وَالْإِحْسَانِ وَإِيتَاءِ ذِي الْقُرْبَىٰ وَيَنْهَىٰ عَنِ الْفَحْشَاءِ
وَالْمُنكَرِ وَالْبَغْيِ ۚ يَعِظُكُمْ لَعَلَّكُمْ تَذَكَّرُونَ
“Muhakkak ki
Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder, çirkin işleri, fenalık
ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.”[16]
وَلْيَكْتُب بَّيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ
“Hiçbir kâtip
Allah'ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın; (her şeyi olduğu
gibi) yazsın.”[17]
Bu ayetlerde de
ifade edildiği üzere adalet, eşitlik değil denge demektir. Adalet hakkı ayakta
tutmak, hakkın gereğini yapmaktır. On üç asırlık İslâm tarihi adaletin ayakta
tutulduğu dönemlere ait örneklerle doludur. Tarihimizde bunun en müşahhas
örneği Ömer Bin Hattab RadiyAllahu Anh’tır.
Öyle ki onunla görüşmek için gelen Bizans elçileri onun bir ağacın altında
uyumakta olduğunu görünce şöyle dediler:
“Adil oldun,
adaletle hükmettin emin oldun ve şimdi de ağacın altında tek başına emin bir
şekilde uyuyorsun.”
Bir başka yönden
ise adalete kavramı insanlar arasındaki huzuru, sükûnu, halkın devletine olan
güvenini ve saygısını ifade eden bir kavramdır. Bu nedenledir ki Allah Azze
ve Celle’nin tüm insanların hayatlarını düzenlemek üzere indirmiş olduğu
hükümlerle toplumda ve devlet içinde huzur ve sükûn sağlanır. İnsanların hem
birbirlerine hem yöneticilerine dolayısıyla da devletlerine, üzerlerine tatbik
edilen nizamlara olan güven tesis edilir. Adaletle devlet ayakta kalır. Zulüm
ile ayakta kalmaz.
İslâm şeriatında
kanunları uygulamakla yükümlü olan yöneticiler ve kadılar, herhangi bir konu
ile ilgili hükmü uygulamak istedikleri zaman Allah korkusunu dikkate alırlar.
Meseleyi sadece dünya ve dünyevi çıkarlarla sınırlı tutmazlar. Meseleye maddi
boyutu ile bakmazlar. Yaptıkları uygulamaların ve verdikleri hükümlerin hakka
yani Allah’ın indirdiklerine uygun olmaması hâlinde ahirette cehennem azabı ile
cezalandırılacaklarını bilirler. Bu nedenle hüküm verirken, herhangi bir mesele
ile ilgili olarak insanların sorunlarını çözüme kavuştururken Allah’ın rızasını
dikkate alırlar.
Günümüz dünyasında
ise ne yazık ki yeryüzünün hiçbir yerinde İslâm hükümleri uygulanmamaktadır.
Bir başka ifade ile hak değil batıl hakimdir. Ne devlet yönetiminde ne de
yargıda hak, hakkın hakimiyeti vardır. Sadece ve sadece zulüm ve adaletsizlik
vardır. Çünkü Allah’tan gelenlerin dışında her şey batıldır, dalalettir.
Dualarımızın sonu
alemlerin Rabbi Allah’a hamd etmektir.
[1]
Şerḥu’l-ʿAḳāʾidi’n-Nesefiyye, s. 12-13 TDV İslam Ansiklopedisi Hak maddesi.
[2]
et-Taʿrîfât, “ḥaḳ” md. TDV İslam Ansiklopedisi Hak maddesi.
[3]
Yunus Suresi 30
[4]
Yunus Suresi 32
[5]
Yunus Suresi 53
[6]
Yunus Suresi 5
[7]
Bakara Suresi 213
[8]
Yunus Suresi 33
[9]
Mü’minûn Suresi 71
[10]
TDV İslam Ansiklopedisi hak maddesi. (Mustafa Çağrıcı)
[11]
Sahihi Buhârî, Gece namaza kalkıldığında dua ve zikir babı, H. No: 594, Sahih-i
Müslim, gece namazında dua babı, H. No: 1340
[12]
Sahih-i Buhârî; Kitabu’s-Savm, H. No: 5788, Kitabu’l-Edeb, H. No: 1867.
[13]
Nidâun Hârr İle’l-Müslimîn Min Hizb-ut Tahrîr, Takiyyüddîn en-Nebhânî, S.
12-15. Hartûm. 17 Ağustos 1965
[14]
TDV İslâm Ansiklopedisi, hak maddesi (Ali Bardakoğlu)
[15]
Nisa Suresi 58
[16]
Nahl Suresi 90
[17]
Bakara Suresi 282
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış