GSMH, KİŞİ BAŞINA MİLLİ GELİR VE ASGARİ ÜCRET HESAPLAMA SAÇMALIĞI

Ahmet Sivren

Kapitalizmin hâkimiyetindeki dünyada ekonomik sorunlar da diğer sosyal sıkıntılar gibi insanlığın başlıca problemleri olarak barizleşmekte bugün. İnsanlar geçim sıkıntısından yakınmakta, gelirlerinin yetersizliğinden biçare alternatif gelir kaynakları aramaktalar. Bu durumdan mustarip olan milyarlar bir kenarda inim inim inlerken, diğer tarafta ise bir avuç “mutlu azınlık” günlerini gün etmenin peşinde maalesef. Ülkede satılan ekmeğin fiyatından bihaber, yaşadıkları topluma çook uzak bir vaziyette zevk ve egolarının peşinde ömür tüketen bu zevat bir yanda duradursun; biz, dünyanın tüm yükünü omuzlarında taşıyan diğer tarafa gözlerimizi çevirelim ve bakalım bu yoksul çoğunluğun hâli pür melaline…

Evet, bu yorgun ve yılgın kalabalığın fertleri, dünyanın tüm yükünü omuzlarında taşımalarına rağmen parasız-pulsuz; kimisi karın tokluğuna kimisi de bundan daha azına mahkûm bir hâlde yaşamaktadır. Fakat kapitalizme sorarsanız, her bir ferdin en az on binlerce dolar, yıllık geliri olduğunu söyleyecektir size. Zira kapitalist iktisat sisteminin esasi hesaplama modellerinden biri olan ‘Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH)’ya göre yapılan “kişi başına milli gelir” hesabı, bunun böyle olduğunu(!) yani o belde üzerindeki her bir ferdin en az on binlerce dolarının olduğunu -kâğıt üzerinde- ortaya koymaktadır. “Peki, gerçekte nasıl?”, derseniz; “cebinize, cüzdanınıza bir bakın”, derim; gerçek orada!

O halde nedir bu “GSMH”, “Kişi Başına Milli Gelir” ve neden, kâğıt üzerinde aylık binlerce dolarımız var(olduğu söylenir)ken gerçekte asgari ücrete talim ettiriliyoruz?

Gayri Safi Milli Hâsıla (GSMH)

GSMH (Gayri Safi Millî Hâsıla), bir ülke vatandaşlarının verilen/belli bir yıl için ürettikleri toplam mal ve hizmetlerin, belli bir para birimi karşılığındaki değerinin toplamıdır, diye tarif edilmekte. "Vatandaşlık" ayrımının yapılmasındaki sebep ise onun GSYİH'den farklı olduğunu belirtmek için.[1]

Gayrisafi yurt içi hâsıla (GSYİH) da -GSMH'den farklı olarak-, bir ülke sınırları içerisinde belli bir zaman içinde, üretilen tüm nihai mal ve hizmetlerin para birimi cinsinden değeridir. Bu tanımda geçen “belli bir zaman”; bir ay, üç ay ya da bir yıl olabilir. GSYİH genellikle bir yıl için ele alınır. Nihai mal ve hizmetler ise üretilen toplam mal ve hizmetlerden üretim için kullanılan ara mallar düşüldükten sonra geriye kalan değerdir.[2]

1990'ların başından itibaren, küreselleşmenin ivme kazanıp, üretim faktörlerinin ve sermayenin, ülke sınırlarının dışına taşması sonucu, makroekonomik analizlerde ilgi, bir ülkenin yurttaşlarının gelirini ifade eden GSMH yerine, bir ülkenin sınırları içerisinde yaratılan toplam geliri ifade eden GSYİH üzerine yoğunlaşmıştır.[3]

Kişi Başına Milli Gelir

Bir ülkenin gayri safi millî hasılası (GSMH), o ülkenin nüfusuna bölündüğü zaman, kişi başına düşen GSMH bulunur. Aynı şekilde, bir ülkenin gayri safi yurtiçi hasılası (GSYİH) o ülkenin nüfusuna bölündüğü zaman ise, kişi başına düşen GSYİH elde edilir.[4]

Kapitalist iktisat sisteminin en dikkat çeken okuspokuslarından biri de milli gelirin (GSMH/GSMİH) arttırılması meselesidir. Öyle ki “fert başına düşen gelirin artması için milli gelirin artması gerekir” düşüncesi, müthiş bir illüzyondur. Zira kapitalist iktisadi siyaset, insanın sınırsız ihtiyaçları ile sınırlı olan tatmin vasıtaları arasındaki dengeyi kurmak anlayışı üzerine oturtulmuştur. Dolayısıyla kapitalizm için esas olan üretimin arttırılmasıdır. Onlar; insanın “bitmek bilmez” ihtiyaçları karşısında tükeneceği endişesi ile tatmin vasıtalarının arttırılması için çalışılmasını yani üretimin arttırılmasını salık verirler. Böylece milli gelirin artmasıyla kişi başına düşen gelirin de artacağına inanılır. Bu vehimle güdüledikleri insanların daha da çok çalışmalarını sağlamış olurlar.

Her ne kadar biteviye çalışmaya programlanmış bu insanların çabaları sonucunda üretim artmış olsa da gerçekte ellerine geçen miktar, kişi başına GSMH hesaplarında ortaya çıkan rakamın yanından bile geçmez. Peki, kendi “kişi başı milli gelir”i artacak umuduyla canhıraş çalışılan insanların üretiminden gelen kazanç kimlerin eline geçer? Sermaye sahiplerinin yani kapitalistlerin yani sistemin sahibi bir avuç mutlu azınlığın…

Ama bu gösterilmek istenmez her nedense…

Zira kapitalistlere göre önemli olan; servetin kime, nasıl dağıtıldığına bakmadan milli gelirin arttırılmasıdır ki bu onlar nezdinde kalkınmışlığın, gelişmişliğin en önemli göstergesidir. Bu, illüzyon gösterisinde sahnede olan, bize gösterilen şatafatlı yüzdür. Onlar bu GSMH üzerinden ülkenin ne kadar kalkınmış olduğunu (ya da olmadığını) ifade etmektedirler.

Hükümetler ve siyasiler, bu GSMH ve kişi başına milli gelir olgusu üzerinden ya kendilerine pay çıkarmakta ya da eleştiri oklarının hedefi olmaktadırlar. Zira hükümet, genellikle GSMH’nin arttığından, kişi başı gelirin de aynı şekilde yükseldiğinden dem vurarak; işlerin iyiye gittiğini, halkın alım gücünün arttığını ispatlamaya çalışmaktadır. Muhalefet ya da sair siyasetçiler de aynı olgular üzerinden ekonomideki bozuk gidişatı ortaya koymanın çabası içinde olmaktadırlar. Zira kapitalistlere göre, “rakamlar yalan söylemez!” Rakamlar yalan söylemez ama rakamlarla bir illüzyon yapabilirsiniz. Mesela; Ekonomist Mahfi Eğilmez’in “Gelir Artışı İllüzyonu” başlıklı makalesindeki şu satırlar dikkat çekicidir:

2002 yılsonu ile 2013 yılsonu arasında: GSYH, 592 milyar dolarlık bir artışla 231 milyar dolardan 823 milyar dolara, kişi başına düşen gelirimiz 3.492 dolardan 10.897 dolara yükselmiş bulunuyor.

Demek ki bu 11 yıllık dönemde kişi başına gelirimizi 7.315 dolar (3,1 kat) artırmışız.

2002 yılsonu ile 2013 yılsonu arasında: Kamu kesimi iç borcu yaklaşık 160 milyar dolar, Türkiye’nin toplam dış borç stoku yaklaşık 250 milyar dolar, hanehalklarının kredi borcu 150 milyar dolar artmış bulunuyor. Bunlara, Cumhuriyetimizin 80 yılında yapılan kamu kuruluşlarının ve arsalarının bu dönemde özelleştirilmesinden elde edilen 50 milyar dolarlık özelleştirme gelirini de eklersek 610 milyar dolarlık kaynak toplamına ulaşırız.

Bu 11 yıllık dönemde özelleştirme gelirlerini bir kenara bırakırsak kamu kesimi ve hanehalklarının toplam borcu 495 milyar dolar artarak 210 milyar dolardan 705 milyar dolara yükselmiş görünüyor. Artış oranı 3,4 kata ulaşmış. Nüfusumuzun yaklaşık olarak 6 milyon arttığı aynı dönemde kişi başına düşen borç miktarı da kabaca 6.400 dolar artarak 3.000 dolardan 9,400 dolara yükselmiş yani 3 kat artmış bulunuyor.

GSYH, akım kavramdır. Yani her yıl tekrarlanır. Buna karşılık borç stoku, özelleştirme gelirleri gibi kavramlar stok kavramlardır. Yani ele alınan dönemde geçmişten beri gelen birikimi gösterir. Dolayısıyla yukarıdaki karşılaştırmalardan hareket ederek ‘son 11 yılda GSYH 592 milyar dolar artmış bu da borçlardaki 610 milyar dolarlık artıştan gelmiş’ demek mümkün değildir. Çünkü GSYH bu yıl da önümüzdeki yıl da bu miktar dolaylarında kalmaya hatta yükselmeye devam edecektir ama borç stoku aynı şekilde artmayabilir.

Buna karşılık borçların ve özelleştirme gelirlerinin bu kadar artması kuşkusuz GSYH’nın yükselmesine ivme kazandırmış en önemli itici güçtür. Üstelik bu hesaba 2B gelirleri ve benzeri bir seferlik gelirler de eklenmemiş durumdadır. 

Son 11 yılda geldiğimiz durumu bu çerçevede özetlememiz gerekirse kişi başına gelirimiz 7.315 dolar artarken kişi başına düşen borç miktarı da 6.400 dolar artmış bulunuyor.”[5]

Kapitalist iktisadi sistemin rakamlar üzerinden yaptığı illüzyonlar saymakla bitmez fakat ekonominin iyiye gidip gitmediğinin, kişi başı gelirin artıp artmadığının en yakın şahidi yine kendimiziz. Hesaplamalar yoluyla artmış gibi gösterilen gelirimizin, başka hesaplamalarla yine elimizden alındığının şahitleri de biziz. Yani kısaca sistem, halkına sağ eliyle verdiğini sol eliyle alıyor.

Bir de bu GSMH’nın dağıtımı meselesi var ki işte orası, illüzyon gösterisinin sahne arkasındaki hile kısmıdır. Sahne arkasını göstermemek, geçiştirmek suretiyle el çabukluğu yapılan bu mesele yukarıda da geçtiği üzere kapitalistlerin suyun akarını kendi ceplerine çevirdikleri yataktır. Onlar, halk bu milli gelirin ne kadarını alabiliyor, bundan nasıl faydalanıyor, meselesini gündemlerine almazlar. Hâlbuki bilindiği üzere kapitalizmin yine bir başka esasi ilkesi, ferdiyetçi anlayışıdır. Ama bu gelirin dağıtımı meselesinde ferdiyetçi değil toplumcu bakar meseleye. Yani “acaba her bir fert bu gelirden eşit ya da adaletli bir şekilde faydalanabiliyor mu?” diye sormaz; bu noktada ferdin mutlu olup olmadığını araştırmaz. Çünkü böylesi bir araştırma kapitalistlerin işine gelmez; sömürüyü esas alan çarklarını kendi elleriyle parçalamalarına sebebiyet verir. O sebepten bu meseleye toplumun geneli açısından bakarlar; fert bazında değil.

Zaten fert bazında insanların geçimi, milli gelirden elde etmeleri gereken miktar hususunda az-biraz endişeleri olsa idi, insanlara/işçilere asgari (ölmeyecek kadar) yaşam imkânı sağlayan, “asgari ücret” adını verdikleri bir ücretlendirme modelini reva görmezlerdi.

Asgari Ücret

“Asgari ücret veya minimum ücret, işçilere bir çalışma günü karşılığı olarak ödenen ve işçinin gıda, konut, giyim, sağlık, ulaşım, kültür vb. gereksinimlerini günün fiyatları üzerinden en az düzeyde karşılamaya yetecek ücret” şeklinde tarif edilebilir. Asgari ücret günlük hesaplanır, genellikle aylık ödenir.[6]

Türkiye’de “Asgari Ücret Tespit Komisyonları” tarafından belirlenen asgari ücret, son zamla birlikte yüzde 14.2 artışla 2018 yılı için brüt 2.029 TL, net 1.603 TL oldu.

Çalışanlara ödenecek ücret konusu toplumun ekserisinin ücretli/işçi olduğu düşünüldüğünde daha bir önem kazanmaktadır. Girişte de söylediğimiz gibi kapitalizmin zulmü altında inim inim inleyen halkın mağduriyetinin maksimum düzeyde giderilebilmesi umuduyla insanların beklentisi de yüksek ücretli bir iş bulmak olarak barizleşiyor.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından hazırlanan sözleşmelerde 26 no’lu “Asgari Ücret Belirleme Yöntemi Sözleşmesi”nde geçen asgari ücret, Türkiye’ye has bir uygulama değil, uluslararası karşılığı bulunan bir kavramdır.

4857 sayılı iş kanunu tarafından korunan ve dünyanın bazı bölgelerinde kutsal ücret olarak da tanımlanan asgari ücret, yine bu kanuna göre en geç iki yılda bir yeniden değerlendirilir ve güncellenir.

Türkiye’deki Asgari Ücret Tespit Komisyonu; Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın tespit edeceği üyelerden birinin başkanlığında; •Bakanlık Çalışma Genel Müdürü veya yardımcısı, •Bakanlık İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdürü veya yardımcısı, •Devlet İstatistik Enstitüsü Ekonomik İstatistikler Dairesi Başkanı veya yardımcısı (İşgücü, Hizmetler, Fiyat İstatistikleri ve İndeksler Dairesi Başkanlığı), •Hazine Müsteşarlığı temsilcisi, •Devlet Planlama Teşkilatı Müsteşarlığından konu ile ilgili dairenin başkanı veya yetki vereceği bir görevli, •Bünyesinde en çok işçiyi bulunduran en üst işçi kuruluşunun değişik işkolları için seçeceği beş temsilci, •Bünyesinde en çok işvereni bulunduran işveren kuruluşunun değişik işkolları için seçeceği beş temsilciden, kurulur.[7]

Asgari (yaşama) ücretin(in) tespit edildiği bir komisyonda işveren temsilcilerinin ne işi olduğu sorusu akla gelebilir zira kapitalizm, işçilerden ziyade işverenlerin (kapitalistlerin) rızasını önceleyen bir sistemdir. O sebepten işverenin rıza göstermediği bir ücretin işçilere takdir edilmesi düşünülemez.

İdeolojik bakış

İşçi-işveren arasındaki ilişkide işçiye ödenecek ücret konusunda kapitalistler ve komünistler birbirlerinden ayrılmışlardır. Kapitalistler, ücretin takdiri hususunda işçiye doğal ücret verilmesini doğru bulmuşlardır. Onlara göre doğal ücret, asgari seviyede işçiye yetecek geçim düzeyidir. Bu ücret, hayat şartlarındaki yükselme ya da düşüşe göre artıp azalabilir. Onlar işçinin ücretini, emeği ile sağladığı fayda açısından değil de yaşamak için gerekli olan harcamaları zaviyesinden değerlendirdiler. Çünkü onlar, icareyi/iş akdini, satış üzerine bina ettiler. Bu da ihtiyaç maddelerinin fiyatlarının ücretlinin ücretine tahakküm etmesine yol açtı. Bu sisteme göre, yani ücretlinin alacağı ücretin yaşam seviyesi esas alınarak tespit edildiği sistemde ücretliler, içerisinde yaşadıkları topluma göre asgari düzeyde muhtaç oldukları ihtiyaçlarını karşılayabilecek kadar sınırlı bir mülkiyete sahip olacaklardır. Elde ettikleri bu ücret ister, İslâm beldeleri gibi fikren geri kalmış ülkelerdeki ücretlilerin durumu gibi yalnızca onların temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir şekilde olsun, isterse Amerika ve Avrupa gibi fikren ilerlemiş ülkelerdeki ücretlilerin durumu gibi hem temel ihtiyaçlarını hem de lüks ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir durumda olsun, bu uygulama apaçık bir zulümdür ve ücretlinin durumuna ters düşmektedir.

Komünistler de icareyi satış üzerine bina etmelerine rağmen onlar ücretlilere, "herkese gücüne yani kudretine ve çalışması oranına göre" kuralına göre kişinin ürettiği ürün miktarına göre ücret verilmesini doğru gördüler. Ne halde olursa olsun bu da apaçık zulümdür. Çünkü işçinin ürettiği malın piyasa fiyatının düşmesi nedeniyle üretimde de düşme olursa ücretliye zulmedilmiş olur. İşçi bazen kendine yetecek seviyede bir ücrete sahip olamayacağı için sıkıntıya düşecek ve işi terk edecektir. Diğer taraftan işçinin ürettiği malın piyasa fiyatlarının yükselmesine bağımlı olarak üretim artarsa bu durumda da işverene zulmedilmiş olur. Çünkü işveren kazandığı kârı hak etmediği hâlde işçiye vermek mecburiyetinde kalır. Bu nedenle ücretin belirlenmesinin işçinin yani ücretlinin ürettiğinin piyasadaki satışı ile bağlantılı hâle getirilmesi zulümdür. Üstelik ücretlinin durumuna da terstir.[8]

Mesele şu ki, ihtiyaç maddelerinin fiyatlarını belirleyen piyasadır. Ücretli ise ihtiyaçlarını gidermek için harcama yapmak zorundadır. Bu kaçınılmazdır zira adı üstünde; ihtiyaç. Fakat yukarıda da açıklandığı üzere beşerî ideolojiler, ücretlinin ücretini belirlerken ya ücretlinin üretim kapasitesini ya da ihtiyaçlarını karşılayabileceği en asgari limiti baz almışlardır. Hâlbuki bu hatalı bir bakış açısıdır. Ücretli ya da işçiye verilecek olan ücret, muhatapların kendilerinin belirleyeceği bir miktar olmalıdır. Bunu da genellikle piyasa belirlemektedir.

Peki, taraflarca belirlenen ücret, ücretli ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin ihtiyaçlarını karşılayamaya yetersiz kalırsa ne olacak? Böyle bir durumda bakılır: Bu ihtiyaçlar, temel ihtiyaçlardan ise bunu karşılamakla görevli olan zaten devlettir. Devlet; tebaanın temel ihtiyaçlarını temin etmekle mükelleftir. Dolayısıyla karşılanamayan bu zorunlu/temel ihtiyaçları devlet karşılamak durumundadır. Eğer ihtiyaçlar, lüks ya da ikincil/tali ihtiyaçlar ise devlet hazinenin/beytülmalin durumuna göre bu ihtiyaçları da temin etme noktasında kendisini sorumlu görür. Tabii ki bu çözüm, ancak ve ancak hayata İslâm akidesi zaviyesinden bakan İslâm Devleti’nin uygulayabileceği bir çözümdür. Zira bu çözüm; İslâm’ın çözümüdür.

Çünkü İslâm, ihtiyaçları karşılamada fert merkezlidir. Kapitalist iktisadi siyasetin esasında olduğu gibi; kaynağın azlığı, kıtlığı zaviyesinden bakarak insanın ihtiyaçlarını ele almaz.

Çünkü kapitalizmde ferdin ihtiyaçları değersizken sermayenin kazanımları ve beklentileri değerlidir.

Çünkü İslâm, fertlerin temel ihtiyaçlarının tamamının karşılanmasını gerekli görür. Müslüman-gayrimüslim, kadın-erkek, yetişkin-çocuk, akıllı-deli gibi bir ayrıma tâbi tutmadan tüm fertlerin tek tek temel ihtiyaçlarını temin eder. Bu sebeple İslâm bu kapsamda insan merkezlidir.

Çünkü İslâm’da, rızkı elde etmek için -şer’î hükümlerce yasaklanmamış (haram kılınmamış)- her türlü çalışma mubahtır/serbesttir. Bu serbestiyet içerisinde tüm fertler eşittir.

Çünkü İslâm, tüm ilişkilerde olduğu gibi fertler arasındaki ekonomik ilişkilerde de yüce değerlerin (nefis, mal, nesil, akıl, haysiyet, ırz, devlet, din) korunmasına önem verir.

Ezcümle; ana hatlarıyla fasitliğini ifade etmeye çalıştığımız; GSMH, kişi başına milli gelir ve asgari ücret hesaplamaları gibi kapitalist iktisadi siyasetin safsatalarına karşılık İslâm’ın iktisadi siyasetinin köklü ve kapsamlı çözümlerini ortaya koymak ve insanlara: “durun, bakın burada, sizin dininizde tüm bu ve benzeri sorunlarınıza sahih çözümler var” diyebilmek için elbette bu makalenin hacmi yetersiz kalmaktadır. Fakat engin İslâmi kültürde mevcut bulunan nice eserler, gerek hacmiyle gerekse de keyfiyetiyle bu yetersizliği giderebilecek mahiyettedir. Bize düşen; bu deryaya dalıp herhangi bir meselede lazım olanı bulup çıkarmaktır.



[1] tr.wikipedia.org, https://goo.gl/UGDSAB

[2] tr.wikipedia.org, https://goo.gl/SuWUYw

[3] tr.wikipedia.org, https://goo.gl/UGDSAB

[4] tr.wikipedia.org, https://goo.gl/aiCVEM

[5] Gelir Artışı İllüzyonu, Mahfi Eğilmez

[6] tr.wikipedia.org, https://goo.gl/ddaTij

[7] Asgari Ücret Yönetmeliği, Resmi Gazete (01.08.2004 sayı: 25540)

[8] İslâm’ın İktisâdî Siyâseti, AbdurRahman el-Malikî, Köklü Değişim Yay. 2007


Yorumlar

    Henüz yorum yapılmamış

Yorum Yaz