Müslümanlar olarak bir asırdır hem Türkiye hem de
diğer İslâmî beldelerde İslâm’dan uzak yaşıyoruz. Bireysel manada ibadetler
konusunda hayatımızda İslâm var olsa da diğer tüm ilişkileri kapsayan kanunlar
ve bu kanunların esasını teşkil eden İslâmî anayasa şu an yürürlükte değildir.
Türkiye’de tamamen Batılı esaslara dayalı anayasa ve kanunlar uygulamaya konulurken,
diğer beldelerin anayasalarında İslâmî terim ve terkipler kullanılmış, hatta İslâm’ın
bazı kanunları uygulamaya da konulmuştur. Her halükârda ne Türkiye ne de başka
herhangi bir İslâmî beldede İslâm, anayasa ve kanunlara kaynaklık teşkil
etmiştir, İslâm akidesi, bunlarda esas alınmıştır. Bundan dolayı bugün için
halihazırda hiçbir beldede İslâmî bir anayasa bulunmamaktadır.
Türkiye’de her alanda yaşanan Batılılaşma süreci
Müslümanların hayata bakış açılarının, yaşam tarzlarının, ölçü ve
kanaatlerinin, fikir ve duygularının değiştirilmesi ve Batı’ya ait nizamların (eğitim,
sağlık, ekonomi, aile hayatı, sosyal ve siyasi vb.) tüm alanlarda tatbik edilmesiyle
tamamlanmıştır. Hayatın içinde olan bütün bu alanlara, aynı şekilde hukuk
sistemine de müdahale edilmiş ve tamamen değiştirilmiştir. İslâm hukuku yok
sayılmış, yerine Batı’dan ithal “medeni” beşerî hukuk sistemi getirilmiştir.
Zaman içinde “reforme” edilen Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası şimdi bugün yeniden değişiklik için masada tartışmaya açıldı.
Tartışmalar, “bu yeni anayasanın nasıl yapılacağı”, “kimlerin bu konuya dâhil
edileceği”, “hangi maddelerin değişmeden kalacağı” konusunda yoğunlaşıyor. Anayasanın
değişmesine karşı çıkanlar, değişimden yana olanlar hatta bir dönem anayasaya
esastan karşı olanlar bile “bu değişiklik olsun” diyorlar. Anayasa
değişikliği yapılırken tüm siyasi partilerin sürece dahil olmaları isteniyor,
buna karşılık talepleri, siyasi beklenti ve çıkarları masada konuşuluyor ama
anayasanın kaynağının akıl mı yoksa vahiy mi olacağı konuşulmuyor. Çünkü
tartışma ve konuşma zemini doğru kurulmuyor. Dolayısıyla anayasa
tartışmalarının hararetle sürdüğü bu dönemde bugüne kadar yapılanların gözden geçirilmesi
hem Türkiye’de hem de diğer bazı ülkelerdeki anayasa yapma süreçlerinin ve
yapılan anayasaların değerlendirilmesi gerekmektedir.
Bu makalede, Türkiye’deki anayasa yapma süreçlerini
kısaca hatırlatıp diğer bazı beldelerde yapılan anayasaları İslâmî bir bakış
ile değerlendireceğiz.
Anayasalar, temsil ettikleri devletin yapısını ve
şeklini yansıtırlar. Eğer bir devlet, laik ve demokratik bir yapıya sahipse o
devletin anayasası da laik ve demokratik ilkelere dayalıdır. Eğer bir devlet,
mezhepçi ve milliyetçi ise o devletin anayasası mezhepçi ve milliyetçi ilkelere
dayalıdır. Yine eğer ki bu devlet, İslâmî bir devlet ise o devletin anayasası
da İslâm akidesine, İslâm şeriatına ve ümmetçi ilkelere dayalı olur, öyle
olmalıdır. Bir devletin İslâmî bir devlet olması için İslâmî akide üzerine kaim
olması gerekir. Anayasanın, bütün kanunlarının ve devletin oluşumundaki her
şeyin bu akide üzerine bina edilmesi gerekir. Aynı şekilde İslâm akidesine
dayalı bu anayasasın maddeleri Kur’an ve Sünnet rehberliğinde sahabe icmaı ve
şer’i kıyastan delillerle oluşturulması gerekir. Bugüne kadar yapılan
anayasalara baktığımızda; bu esas ve ölçülere bağlı kalınmadığını rahatça
görebiliriz.
Yemen ve İran Anayasalarına Bakış
“İslâm Devleti” olduğu vehmedilen, “İslâm şeriatını
uyguladığı” söylenen İslâm beldelerinin hiçbiri, gerçekte ne İslâm Devleti’dir
ne İslâmî bir anayasaya sahiptir ne de İslâm şeriatını uygulamaktadır. Bunu
somutlaştırmak için Yemen ve İran devletlerini tek tek ele alalım…
•Yemen Anayasası:
Yemen anayasası incelendiğinde bu anayasayı
hazırlayanların İslâm Devleti için bir anayasa hazırlamadıkları çok açık
şekilde görülebilir. Bu anayasa, Müslümanlara şamil olmayan, Müslümanları
kapsamayan ve onları tek bir yapı içerisinde eritmeyi esas almayan bir
anayasadır. Hazırlanırken bölgesel ve vatancı bir yapı oluşturulmuş ve Yemen
sınırları esas alınmıştır. Anayasanın maddelerinden birinde, “Bu anayasa Yemen
anayasasıdır.” denilmiştir. Diğer başka maddelerde ise “devletin başkanı,
bakanları, milletvekilleri ve meclisin azalarının Yemen asıllı olması gerektiği”
belirtilmiştir. Anayasa maddelerinin birçoğunda “Yemen Ulusu” barizleştirilmiş,
bayrak olarak “ulusal Yemen bayrağı” seçilmiş ve böylece vatancı, bölgesel bir
ulus-devlet ortaya konmuştur. Yine bu anayasayı hazırlayanlar, İslâm akidesini
anayasanın esası kılmayı bile düşünmemişlerdir. Anayasanın 3. Maddesinde, “İslâm
şeriatının bütün kanunların kaynağı olduğu” ifade edilmesine rağmen anayasa
yapımında ve maddelerinde bu madde göz önünde bulundurulmamıştır. Esasen bu
madde, Yemen anayasasının tümüyle ve ayrıntılarıyla İslâm’la çatışan ve çelişen
Batılı demokratik anayasalardan alındığını gizlemek için konulmuştur.
Dolayısıyla Yemen anayasası için İslâmî bir anayasa demek mümkün değildir.
•İran Anayasası:
Bu anayasa daha çok, milliyetçi bir devletin yani
İran Devleti’nin anayasası olarak hazırlanmıştır. Bunun için anayasada geçen
birçok ibarede, “bu anayasanın İran Cumhuriyeti’nin anayasası olduğu”, “devlet
başkanının, bakanların ve meclis üyelerinin İranlı olmalarının şart olduğu”
ifade edilmiştir. Yemen anayasasında olduğu gibi devletin bayrağını “İran Ulus
Bayrağı” olarak belirlenmiş, yazı ve haberleşmede Farsça, “resmi dil” olarak
kabul edilmiştir. Bütün bunlardan anlaşıldığı gibi bu anayasa, İslâmî bir
devletin değil, aksine “bir milletin anayasası” olarak hazırlanmıştır. İslâmî
bir anayasada milliyetçi hiçbir ibare bulunamayacağı gibi, bütün maddeler şer’î
hükümlerden olmalıdır.
İran anayasası, İslâm akidesini esas almayı
düşünmediği için haliyle maddeleri de İslâm akidesinden kaynaklanmamıştır.
Bundan dolayı bu maddeler, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın Kitabı ve
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in Sünneti’nden alınmamıştır.
Ancak bazı maddelerde İran’ın resmî dininin “İslâm olduğu” ifade edilmiştir.
Bazı maddelerde tevhit nizamına, İslâm ahlak ve manasına işaret edilmiştir.
Fakat anayasa hazırlanırken yasalaştırma ve kanun koyma yetkilerini millete
veren, halkı tek yetki kaynağı kabul eden, Batılı demokrasi mefhumu düşünülerek
hazırlanmıştır ki, Batı’daki tüm anayasalar, bu temel esasa göre hazırlanırlar.
Onlara göre, bütün yetki milletindir. İşte İran anayasası da bu esas
üzerinedir.
İran anayasasının “Birinci Bölüm Genel Esaslar” kısmında
bulunan bazı maddeleri ve İkinci Bölümde bulunan ve uygulamada herhangi bir
değer taşımayan “İran’ın resmî dini, İslâm’dır” ifadesinden başka, İslâm’a dair
hiçbir şeye yer verilmemiştir. Devlet kademelerindeki yetki dağılımı Batılı
demokrasilerdekinden farksızdır.
İran’ın Filistin meselesindeki ikiyüzlülüğü,
Suriye’de yaptıkları, Afganistan ve Irak işgalindeki tavrı, İslâm’a dayalı ve İslâm’ın
egemenliğini hedefleyen bir anayasa oluşturmamış olmasındandır. İran, dış politikasını
mevcut uluslararası sisteme göre yürüten bir ülkedir. Zira Birleşmiş Milletler,
İslâm İşbirliği Teşkilatı, BRICS ve Şangay üyeliği gibi kapitalist sisteme
dayalı uluslararası ve bölgesel kuruluşlarla bağlantısı bulunmaktadır ve
uluslararası ilişkileri İslâm temeline dayanmamaktadır. Onun hedefi, ulusal ve
milli çıkarlarını gerçekleştirmektir. Bu çıkarları gerçekleştirmek için Şii
mezhepçiliği yönünü kullanmakta ve hatta çıkarlarıyla çatışması halinde bu
yönünü bile hiç umursamamaktadır. Halkının çoğunluğu Şii mezhebine mensup olan
Azerbaycan ile olan ilişkileri bunun kanıtıdır: 1989 yılında Rusya’ya karşı
ayaklandıklarında Rusya ile olan çıkarlarıyla çatıştığı için onları
desteklememiştir. Yine 1993’te Azerbaycan’ın %20’sini işgal eden Ermenilere
karşı da Azerileri desteklememiştir. Hatta, 2020’de topraklarını geri almaya
başladıklarında bile bu desteğini göstermemiştir. Demek ki, anayasasında yazan “Şiilik”
ve “Farisilik” ilkesine bile gerektiğinde uyulmamaktadır. Hakeza işgalci Yahudi
varlığının Lübnan’a saldırmasına karşılık hiçbir adım atmamış, Lübnan’daki
partisini adeta satmıştır. Dolayısıyla İran anayasasında, kendisini İslâm
akidesi ile bağlayıcı bir madde bulunmadığı gibi bu anayasa, ümmetçi bir
kuşatıcılıktan da uzaktır.
Türkiye’de Yapılan ve Yapılacak Yeni Anayasaya Bakış
1921 Anayasası ile başlayan Türkiye Cumhuriyeti anayasal
sürecinde yapılan ilk iş, Allah’a ait olan egemenliği millete vermek ve yasama
hususunda da “millet iradesinin temsilcisi” diye adlandırılan TBMM’yi tek
yetkili merci kılmak olmuştur. Bu anayasa aynı zamanda, 101 yıllık Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin “tek sivil ve demokratik anayasası” olarak
zikredilmektedir. İşte bu anayasa ile birlikte Rasulullah SallAllahu Aleyhi
ve Sellem’in Medine’de kurmuş olduğu İslâm Devleti’nden bu yana ilk kez
Allah Subhanehû ve Teâlâ’ya ait olan egemenlik ondan alınarak bir
başkasına yani millete verilmiştir. Şüphesiz ki bu durum, ümmetin maruz kaldığı
yıkımlardan yalnızca biridir.
[إِنِ الْحُكْمُ إِلَّا لِلَّهِ أَمَرَ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا إِيَّاهُ ذَلِكَ الدِّينُ الْقَيِّمُ وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ] “Hüküm, yalnızca Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi
emretmiştir. Dosdoğru din işte budur, ancak insanların çoğu bilmezler.”[1]
1924 Anayasası ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti
resmen kurulmuş ve devletin yönetim biçimi “cumhuriyet” olarak belirlenmiştir.
Anayasada, “egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu” vurgulanmış ve
Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) bu egemenliğin tek temsilcisi olarak kabul
edilmiştir. Bu anayasada yapılan değişiklikler kapsamında, 1928 yılında “Devletin
dini İslâm’dır” ibaresi çıkarılmış, 1937 yılında ise “laiklik” ilkesi anayasal bir
hüküm olarak eklenmiştir.
1961 Anayasası, Türkiye’de ilk darbe anayasası
olma özelliği taşımaktadır. 1960 Darbesi sonrasında kurucu meclis tarafından
hazırlanan bu anayasa, halk oylaması ile kabul edilerek yürürlüğe girmiştir. Bu
anayasa ile ilk defa “kuvvetler ayrılığı prensibi” anayasal bir düzenleme
olarak getirilmiş ve uygulanmaya başlanmıştır.
1982 Anayasasına baktığımızda, Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin hâlihazırda uygulanan ve değiştirilmesi düşünülen ikinci darbe
anayasası olduğunu görmekteyiz. Bu anayasada devlet, “demokratik, laik ve
sosyal hukuk devleti” olarak tanımlanmıştır. Devletin şeklini, dilini,
başkentini ve rejiminin temel özelliklerini belirleyen ilk üç madde, 4. maddede
belirtildiği üzere “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez”
hükümleriyle korunmuştur.
Tüm bu anayasaların ortak özelliği, hazırlanma
sürecinde “Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemen gücünü teşkil ettiği” iddia
edilen “millet iradesi”nin hiçbir şekilde rol oynamamış olmasıdır. Bu durum,
devletin dayandığı temel ilkeler ile pratik uygulamalar arasındaki çelişkiyi
açıkça göstermektedir. Bugün yapılmak istenen yeni anayasanın, önceki anayasalardan
temel bir farkının olup olmayacağı, sunulan anayasa önerileri ve taslak
çalışmalardan anlaşılmaktadır. Yeni anayasa çalışmalarında, anayasanın kaynağı
açısından herhangi bir değişikliğin yapılması düşünülmemekte, yalnızca devletin
yönetim yapısı, kurumların yetkilerinin sınırlarının belirlenmesi ve kuvvetler
ayrılığı ilkesinin şekli konularında değişiklikler önerilmektedir.
Ayrıca, kişisel siyasi çıkarların korunması
amacıyla, anayasa metnine “bireylerin temel hak ve hürriyetlerine aykırı ya da
belirsizlik yaratacak hükümler eklenmemesi gerektiği” ifade edilmektedir. Bu
bağlamda, askerî darbe dönemine ait baskıcı anayasa yerine daha özgürlükçü bir
anayasa önerisi, geniş bir uzlaşı ile gündeme gelmiştir. Din ve vicdan
hürriyetinin tam ve sınırsız bir özgürlük çerçevesinde düzenlenmesi, medya
özgürlüğünün anayasal güvenceye kavuşturulması ve medyaya sansürün kati şekilde
yasaklanması, öncelikli öneriler arasındadır. Bunun yanı sıra, Türkiye’nin
kronikleşmiş hukuk sorunlarının çözümüne yönelik olarak adil, hızlı ve
güvenilir bir yargı sisteminin anayasal güvence altına alınması önerilmektedir.
Eğitim, öğretim, sosyal ve kültürel alanlarda da Avrupa standartlarına uygun
düzenlemelerin yapılması hedeflenmektedir.
Anayasa önerileri üzerinde çalışan siyasi partiler,
sivil toplum kuruluşları ve üniversiteler, önerilerin detaylarında tam bir
mutabakata varamamış olsa da bu farklılıklar yalnızca nüans düzeyinde
kalmaktadır. Üzerinde ittifak ettikleri temel konular ise yapılacak yeni
anayasanın kaynağının insan aklı olması ve anayasa hazırlanırken laik ve
demokratik esaslara bağlı kalınmasıdır. Bu iki husus üzerinde geniş bir uzlaşı
sağlanmıştır. Tartışmaların geriye kalan kısmı ise Cumhurbaşkanlığı adaylık
süreleri ve seçim barajında yapılması planlanan değişiklikler etrafında
şekillenmektedir.
Bu süreçte, Türkiye’deki İslâmî sivil toplum
kuruluşları, âlimler, akademisyenler, hukukçular ve tüm Müslümanlara düşen
temel sorumluluk, anayasa yapım sürecinde dayatılan laik ve demokratik esasları
reddetmek ve bu esaslara dayalı tüm önerilere karşı durmaktır. Müslümanlar bir
anayasa yapacaklarsa bu anayasanın, kapitalizm ideolojisinin akidesi olan
laikliği değil, İslâm ideolojisinin akidesi olan “La ilahe illaAllah” ilkesini
esas alması gerekmektedir.
Yorumlar
Henüz yorum yapılmamış